Belgeselci İmre Azem, depremler unutulmaya başlamışken, iki farklı dönemde Hatay'ı ziyaret etti ve buralardaki tanıklıklarından iki farklı film yaptı.
Filmlerin isimlerini koyarken de orada kaldığı tarihlere işaret etti ki bunların birer tanıklık olduğunun altını çizmiş oldu böylece: "Hatay: 17-24 Nisan" ve "Hatay: 1-11 Eylül."
"Hem hızlı bir şekilde dönüşen Hataylıların yaşam mücadelesini gündemde tutmak hem de uzun dönemde bir bellek oluşturmak için 4-5 ayda bir bu tanıklıklara devam etmem gerektiğini düşündüm" diyor.
Üçüncü tanıklık için de depremlerin 12. ayı olan Şubat başında Hatay’da olmayı planlıyor Azem.
6 Şubat Depremleri birinci yılına yaklaşırken belgeselci İmre Azem, Hatay'da gördüklerini ve yaşananları anlattı.
7 ay arayla ziyaret edip iki farklı film çıkardınız Hatay ile ilgili. 7 ay sonra neler değişmişti? Dışarıdan bir göz olarak neler gördünüz?
Hatay’a ilk gidişim Nisan ayındaydı, zaten filmlerin isimlerini de orada kaldığım tarihler olarak koyuyorum, bunların birer tanıklık olduğunun altını çizmek için. İkinci gidişim de Eylül ayında. Neler gördüğümü tam anlamıyla anlatmak için filmleri izlemek gerek elbette. Kurgudaki sadelikle, bu tanıklıkları mümkün olduğu kadar en doğal ve gerçek haliyle aktarmaya çalışıyorum.
Soluksuz bir yaşam savaşı
Nisan ayında gittiğimde acılar çok tazeydi, ama buna rağmen insanlar kaybettiklerinin yasını tutmak yerine soluksuz bir yaşam savaşı vermek zorunda bırakılmışlardı. Barınma başta olmak üzere hiçbir yaşamsal ihtiyacın karşılanamadığı bir yerdi Hatay ve özellikle Antakya.
Sağlık hizmeti diye bir şey yoktu, eğitim zaten kayıp. Su bile bulamayan aileler vardı, serada yaşayanlar, kalan eşyalarını kurtarmaya çalışanlar… Aylar sonra bile devletin hiçbir yardımının ulaşmamasını geçtim, bizzat Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Hatay Valiliği gibi devlet kurumlarının yanlış kararlarının sonuçlarıyla baş etmek zorunda kalmıştı bu insanlar.
Onlarca mevzudan sadece bir örnek vereyim: Asırlık zeytinliklere, yaşam alanlarının dibine, tarım arazilerine, güzelim Samandağ sahiline dökülen ve içinde barındırdığı zehirli kimyasallarla nesiller boyu hastalık kaynağı olacak molozlar konusunda o kadar ses çıkartılmasına rağmen bu kurumlar oralı bile olmadılar. Yıktıkları binalara su tutmayı, moloz taşıyan kamyonlara bir branda germeyi bile Hataylılara çok gördüler.
Hatay, Hataylılardır
Hatay’daki yaşam şartlarının zorluğunun ve devletin bu şartları iyileştirmek şöyle dursun, nasıl daha da çözümsüz hale getirdiğinin örnekleri burada anlatmakla bitmez. Ben en iyisi bu anlatımı belgesellere bırakayım ve iki gidiş arasındaki hissiyat farkını anlatmaya çalışayım.
Nisan ayında bu kaotik ortamda, insanların yas mı tutacaklar, yara mı saracaklar, yoksa bir çadır ve bir lokma ekmeğin peşine mi düşecekler bilemedikleri bu “toz duman” ortamda bana hissettirdikleri iki şey öne çıkıyordu: Biri belirsizlik, yani geleceğe dair derin bir kaygı, diğeri de ne olursa olsun Hatay’a, Antakya’ya karşı duydukları aidiyet. Neredeyse karşılaştığım herkesten bana geçen hissiyat tam olarak “Hatay, Hataylılardır” sözüyle özetlenebilir.
Devlet gölge etmesin, yeter
Beş ay sonra Eylül ayında tekrar gittiğimde en azından gündelik hayata dair belirsizliklerin bir nebze olsun giderilmiş olduğunu görmeyi beklerken tam tersine devletin, garabetin de ötesinde suç teşkil edecek uygulamalarıyla kaosun daha da derinleştiğini gördüm. İnsanlar artık devletten bir şey ummayı geçmişler, biz kendimiz yaşamı tekrar kurarız, yeter ki devlet gölge etmesin noktasına gelmişlerdi. Hukuki anlamda tam bir keşmekeşe dönüşmüş durumda Hatay.
Durumu şöyle özetlemeye çalışayım: belgesellerde de anlatıldığı üzere, afet sonrası planlamada ilk ve en acil ihtiyaç çadırdır ve çadırlar ilk 1-2 hafta barınma ihtiyacını karşılamak üzere hızlıca herkese dağıtılmalıydı. Bundan sonra en fazla 1-2 ay kalınabilecek konteynerlere geçiş yapılmalıydı. Bu 1-2 aylık süre içinde de üçüncü aşama olan, prefabrik ve ihtiyaç bittikten sonra başka işlevlerle dönüştürülebilecek, sosyal alanları da olan nitelikli geçici barınma yerleri inşa edilmeliydi. Kalıcı konutların planlaması ve inşası olması gerektiği gibi yapıldığında seneler alacaktır ve bu uzun süreci, büyük acılar ve travmalar yaşamış olan, ailesini, evini, işini, kısacası yaşama dair neyi varsa yitirmiş olan depremzedelerin hem fiziksel hem ruhsal sağlıklarını koruyabilecekleri bir ortamı sağlayabilirdik. Afet öncesi bu planlama yapılmış olsaydı, bu süreci çok daha sağlıklı geçirmek mümkündü. Ancak bu yapılmadı, bunun yerine hızla, tarım arazilerini kamulaştırarak, vatandaşların yıkılan veya yıkılmayan mülklerine el koyarak, tam bir rant aracına dönüştürülmüş bir inşai faaliyet sürecine girildi.
"Umudu besleyen yegâne şey aidiyet ve birliktelik"
Eylül ayında planlamada yaşanan bu kaotik duruma ek olarak, Nisan ayında tanık olduğum yıkım ve moloz dökme süreçleri aynen devam ediyordu. Şu cümleyi çok sık duydum: Sanki bizim burayı terk etmemiz için ellerinden geleni yapıyorlar. Tüm bu olumsuzluklara rağmen Hataylılar hâlâ Hatay’ı terk etmemekte kararlılardı, kararlılar. Evet, gün geçtikçe sorunlar dallanıp budaklanıyor, ama yaşamı yeniden örmek için yerelde kurulan dayanışmalar da adeta bu sorunlara meydan okuyor. Evet, ipek böceklerini öldürmeden ipek kumaş üreten Emel Ablanın dediği gibi, sanki Hataylılar bir ağaç gibi toprağa kök salıyorlar ve içinden geçtiğimiz bu yüzeysel çağda, birbirlerine ve kentlerine sahip çıkıyorlar. Bu çok değerli, çünkü umudu besleyen yegâne şey bu aidiyet ve birliktelik.
İktidar medyasının rolü derin bir analizi hak ediyor
İlk günler de gittiniz deprem bölgesine sanırım. Haber ve görüntü akışının yoğun olduğu zamanlardı. Şimdi aradan bu kadar zaman geçtikten sonra gidip de belgesel yapmak bilinçli bir tercih miydi? İlginin azaldığı zaman yani…
Aynen, tam da bu motivasyonla gittim Hatay’a depremden 2 buçuk ay sonra. 6 Şubat’ı takip eden belki ilk bir ay içinde Türkiye’nin hatta dünyanın birçok yerinde dayanışmalar örgütlendi, medyanın da ilgisiyle herkesin gündemi oldu deprem bölgesi. Ancak bir aydan sonra deprem bölgesi dışında yaşayanlar kendi hayatlarına döndüler. Belki bilinçli bir tercih olarak sanki deprem bölgesinde de hayat normale dönmüş, sorunlar giderilmiş gibi bir algı oluşturuldu, özellikle iktidar medyasının buradaki rolü derin bir analizi hak ediyor. Ben de bu normalleşme algısını kırmak ve bölgenin unutulmasına karşı bu belgesel serisini yapmaya karar verdim.
Üçüncü film için Şubat'ta Hatay'da olacak
Kent meseleleri, rant üzerine belgeseller çekiyorsunuz. Bu iki film herhangi bir deprem bölgesinden yaptığınız ilk belgeselleriniz ve tanıklığınız mı? Öyleyse, nasıl bir süreç izlediniz, siz neler hissettiniz bir belgeselci olarak?
Evet, deprem bölgesinden yaptığım ilk belgeseller ve tanıklığım. 1 Nisan 2023’de, Hatay Akademi Orkestrası İBB’nin ev sahipliğinde İstanbul’a geldiler ve Cemal Reşit Rey Konser Salonunda bir konser verdiler. O akşam konser çıkışında Mimar Sinan Üniversitesi öğretim üyesi şehir plancısı Tuğçe Tezer ile yollarımız kesişti. Depremden önce 10 sene boyunca Antakya’nın kentleşme tarihini çalışan Tuğçe, deprem sonrası durumla yakından ilgiliydi ve anlattıkları beni çok etkiledi. Bunları bir şekilde kamuoyuna anlatmak gerektiğini düşündüm ve yine Tuğçe’nin çok değerli bağlantıları sayesinde 15 gün içinde hazırlıkları yapıp Hatay’a gittim.
Durum aciliyet arz ediyordu ve bir an önce orada olan biteni anlatmalıydım. Belgeselden çok, hızlıca kurgusunu yapıp paylaşabileceğim bir haber videosu yapmak vardı aklımda. Ancak orada geçirdiğim bir hafta o kadar yoğundu ki bir aylık çok hızlı bir kurgu sürecinin sonunda 58 dakikalık bir belgesel çıktı ortaya. Bunu da en layıkıyla vereceğini düşündüğüm mecraların başında gelen birartibir.org sitesinde sevgili Tuğçe’nin arka plan yazısıyla 1 Haziran’da yayınladık.
Belgesel birçok festivalde ve özel gösterimlerle izleyici ile buluştu. İnternette zaten açık ama bu gösterimler de bir araya gelip üzerine konuşmak için ayrıca çok değerli. Bu ilk belgesele gelen tepkilerden anladım ki devamını da yapmalıyım. Hem hızlı bir şekilde dönüşen Hataylıların yaşam mücadelesini gündemde tutmak hem de uzun dönemde bir bellek oluşturmak için 4-5 ayda bir bu tanıklıklara devam etmem gerektiğini düşündüm. İkincisi için 1-11 Eylül’de gittim. Kısmet olursa üçüncüsü için de Şubat başında Hatay’da olmayı planlıyorum.
Bizim yapmamız gereken unutmamak
Filme de yansıyan gündelik hayat içinde insanlar, işine, üretimine devam etmek zorundalar, kendi çabalarıyla evini yeniden yapmaya çalışanlar var. Tabii ki kimse topraklarını terk etmek istemezdi ama sormak isterim; filmdeki ipekböceği üreticisinin de dediği gibi, “toprağına daha da kenetlenme” durumu Hataylılarda öne mi çıkıyor?
Evet, kesinlikle bu aidiyet duygusu benim başka hiçbir kentte görmediğim bir hissiyat. Günün sonunda tüm olumsuzluklara rağmen umudu diri tutan da bu hissiyat zaten. Antakya ve Hatay çok özel bir yer gerçekten. Mekânlar yıkılmış olabilir, ama bu kültürü yaşatacak olan Hataylılar. Onlar var olduğu sürece Hatay elbette küllerinden yeniden yeniden doğar. Bizim yapmamız gereken, öncelikle unutmamak ve unutturmamak, sonra da Hataylılarla geri dönebilmeleri ve eskisinden de güzel bir yaşamı yeniden kurabilmeleri için lafla değil, gerçekten dayanışmak. Çünkü dayanışma yaşatır!
Bunun yanında deprem sonrası çalışan yerel profesyonellerle de görüşmeler yapmışsınız. Mimarlar Odası, TTB’nin yanı sıra muhtarlar da… Onların açısından durum nasıl? Yani hem depremzede olup hem de depremle ilgili sürekli çalışma yürütmek zorunda olanlar.
En ağır yükü onlar taşıyorlar diyebilirim. Yukarıda değindiğim, her biri ayrı travmatik süreçlerin iç içe geçmişliğini düşünün, katman katman… Bir de bunun üstüne toplumsal bir sorumluluk üstlenmiş bu insanlar. Zor, çok zor… Ama bir yandan da iyileşmenin bir parçası belki de. Onları dayanışma ile sarıp sarmalayıp el üstünde tutmalıyız. (AÖ)