Günümüzün insanı hakkında çok şeyler yazılıp çiziliyor. Herhalde onun hakkında 20.yüzyılda kaleme alınan kitapların toplamı, tarih boyunca insan hakkında yazılan tüm kitapların toplamından fazladır.
İnsani bakış açıları
Üzerine bu kadar çok konuşulan bir varlığı izlemek, dinlemek ve seyretmek herhalde ilginçliğini de kaybetti. Fakat belli bir bakış açısından ele alındığında, hala ilginç ve kanımca psikopatolojik vaka sınıfında değerlendirilebilecek bazı özellikler gösteriyor.
Birçok insan kendisine fevkalade olanaklar sunan bir çağda yaşadığınız kabul ediyor. En azından bu olanaklara teorik olarak sahip olabileceği düşüncesi içini rahatlatıyor. Fırsat eşitliğinin uygulamada yürümediği ülkemiz, bu açıdan bir istisna teşkil etmiyor.
Mükemmel olanaklarla dolu bu çağın insanı, bakış açısının bir hayli genişlediğini de düşünüyor. Dünyada olup bitenden haberdar, her konuyla ilgili bilgi edinme olanaklarına sahip, dünyanın öbür ucundaki insanlarla sanal alemde iletişim kuran günümüzün insanı, kendisini ve başkalarını anlama ve algılama açısından en şanslı kuşaklardan biri olduğunu farz ediyor.
Toplumsal yaşama katılma
Tarihin hiçbir döneminde insan, bugünkü kadar sosyal yaşama ve toplumun şekillendirilmesi süreçlerine katılma şansına sahip olamamıştır. En azından bu düşünceye de çok inanan bir kuşak yetişti. Katılımcı toplumun, günümüzün temel parolalarından biri haline gelmesinden de bu anlaşılıyor.
Ancak bu görüşlere herkesin katılmadığını da görüyoruz. Onlar günümüzün insanını daha ziyade egoist, hırsız veya ahlaksız olarak tanımlıyor ve ahlaki düzenin bozulduğundan yakınırken, insanlığın çöküşünden söz ediyorlar.
Bütün bu görüşler bakış açısına göre doğru veya yanlış olarak tanımlanabilir. Ancak bakış açısından bağımsız olarak ele alınca, insanı, psikopatolojik vaka haline getiren bazı gelişmelerin bulunduğu görülüyor. Mesela kendi yarattığı çevre koşullarının üstesinden gelemediği açık şekilde göze çarpıyor.
Yalnızlık bir tercih
Zeka ve teknik becerileri sayesinde harekete geçirdiği dünya, yeni keşiflerle sürekli değişirken, daha dinamik bir hal alıyor, ama teknikleşen bu dünyada kendisinin geri plana itilmeye başlandığını görmesi, özgüvenini yitirmesine de yol açıyor. Dolayısıyla ortaya kendisiyle başa çıkamaz hale gelen bir insan çıkıyor. Sosyal ilişkilerinde kopmalar, kırılmalar, hatta soyutlanmalara varan gelişmelerden ötürü "yalnızlar ordusu" sürekli büyüyor.
Bilimsel araştırmalardan çıkan bulgular, bir toplumun modernleşme sürecinde kat ettiği yol ile yalnız yaşamayı tercih eden veya buna zorunlu bırakılanların çoğaldıklarına işaret etmektedir.
Boşanma olayları, anne veya babasından ayrı büyüyen çocuklar ve tek başına yaşayan yaşlılar giderek çoğalmaktadır. Yalnız insanın tercih ettiği bir yaşam biçimi olarak adeta altın tepside sunuluyor.
İntiharlar tesadüf değil
Eğer insanın sosyal varlık olduğu düşüncesi doğruysa, yalnızlığı seçenlerin çoğalması, ortada psikopatolojik bir vaka bulunduğu duygusunu yaratıyor. Üst düzeyde endüstrileşmiş refah toplumlarındaki intihar olaylarının diğer toplumlardaki intiharlardan daha fazla oluşu, herhalde bir tesadüf değil. Sanki modern toplumun insanı, hür iradesiyle yarattığı yeni koşulları, kendine eziyet etmede bir araç olarak kullanan bir mazoşist gibi davranıyor.
Ailesiyle mutlu ve huzurlu bir yaşam sürdürme yetenekleri giderek kaybolan bir resim çizen bu insan, sanki sadece kendisine eziyet etmekle kalmak istemiyor, aksine gelecek kuşakların yaşamasını da istemiyor gibi davranıyor. Herhalde refah toplumundan, umduğunu bulamayışı, daha az çocuk dünyaya getirmeye mecbur kılıyor onu.
Randıman toplumu
Bütün refah toplumlarında gözlemlenen bu gelişme, bazı araştırmacılara göre ailenin çöküşü anlamına gelmektedir. Fakat bakış açımızı değiştirince, çöküş içinde olanın aile değil, daha ziyade insanın kendisi olduğu düşüncesi ağırlık kazanıyor.
Yarattığı topluma isim yakıştıramayan günümüz insanının, topluma verdiği isimlerin sayısı giderek çoğalmaktadır: Modern toplum, post-modern toplum, endüstri toplumu, refah toplumu, serbest zaman toplumu, yaşantı toplumu, risk toplumu, hizmet toplumu bunlardan sadece bazılarıdır.
Bir tanesini burada ele almak istiyorum. Randıman toplumu olarak da adlandırılan bu toplumun insanı, her alanda randıman getirmek gerektiğine inanmaktadır. Randıman, 20.yüzyılda ortaya çıkan yeni bir sosyal değer olarak insana hayatı boyunca refakat etmeye hazırlanıyor.
Günümüzün parolası haline gelen ömür boyu öğrenme talebinin ardında, aslında randıman prensibi yatmaktadır. Ömür boyu öğrenme olarak adlandırılan bu yeni talep, insana istediğini öğrenme fırsatı tanımamaktadır. Sadece sayıları giderek artan yaşlıları taşıyamayacak duruma gelen sosyal güvenlik sistemini ayakta tutabilmek için ortaya atılan, ancak pratikte yürüme ihtimali olmayan bir konsepttir.
50 yaşından sonra meslek öğrenmek
Her insan son nefesine kadar öğrenen bir varlıktır olabilir, hatta olmalıdır, ama son nefesine ondan randıman getirmesini beklemek, pek mantıklı değildir. Hangi alanda ve hangi tür randımandan söz edildiği de önemlidir.
Bir yazar, 100 yaşına kadar yazabilir, bir politikacı 80'nine kadar ülkeyi yönetebilir, bir matematik profesörü masa başında yeni teoriler geliştirebilir, ama 75 yaşındaki bir adamdan veya kadından, kalifiyesiz işçi olarak randıman beklemek ya da 50 yaşından sonra bir insan yeni bir meslek öğrenmesini önermek ve adını "ömür boyu öğrenmek" olarak koymak bana pek akıllı bir davranış olarak gelmiyor.
Çünkü belli bir yaştan sonra bedensel güç kaybını önlemen olanağı hala yok ve yaşlılık, öğrenme arzusunu yok eden birçok özellikler taşıyor.
Okula başladığı günden itibaren randıman kavramıyla tanışan çocuk, yaşı ilerledikçe randımanın peşinde daha hızlı koşmak zorunda olan bir varlığa dönüşmektedir. Gerçekten insanı bu açıdan takdir etmemek mümkün değildir. Randıman kavramının Türkçe'de verimlilik anlamına geldiğini dikkate alarak, günümüzün insanının (verimli)lik açısından gerçekten doruğa ulaşıp ulaşmadığı sorusuna yanıtlar arayabiliriz.
Verimlilik ve "vermek" fiili
Verimlilik, içinde "vermek" fiilini taşıyan bir kavramdır. Günümüz insanına bakınca, vermekten yana olduğu anlaşılmaktadır. Mesela dünyaya barışı getirmek, doğayı korumak veya insanlığı fakirlikten kurtarmak gibi büyük hedefler seçtiği görülmektedir. Bütün bunları, vermek fiilinin içersine oturtabiliriz. Dolayısıyla günümüzün insanını egoistlikle suçlayanların yanılgı içersinde oldukları söylenebilir.
Tanımadığı, hiç görmediği ve hiçbir zaman görmeyeceği insanlara karşı bonkörce birçok şeyi vermeye niyetli ve bunun için verimlilikle bağdaştırdığı girişimlere yönelen günümüz insanının en büyük tezatlığı ise tanıdıklarına karşı bu kadar bonkör olmayışıdır.
Söz konusu toplum olduğu zaman birliktelikten söz eden, dayanışma ve toleransı ön plana çıkaran insan, kendi eşi ve çocuklarıyla olan ilişkilerinde tümüyle başarısız bir görünüm sunmaktadır.
Saygınlık ve prestij
Refah toplumunun gelir düzeyi iyi, eğitim düzeyi yüksek, idealist adamının çocuklarına sözü bırakınca, tezatlıklarla dolu bir varlık olduğu anlaşılmaktadır. İlk önce bu adamın benliğinden verdiği ödünlerle endüstrinin adamı haline geldiği duygusu ortaya çıkmaktadır.
Hekim, hakim, tüccar, psikolog, sosyolog veya diğerleri verimlilik için çaba harcarken, önemli pozisyonlara gelmeyi hak etmektedirler. İnsanlığa bir şeyler verirken, kendisine de bir şeyler verilen bu adam, verimliliği ölçüsünde saygınlık ve prestij elde etmektedir. Saygınlığı ve prestiji arttıkça, daha verimli olmak için kendisini işine adamaktadır.
Günümüzün bu meşgul adamı, eninde sonunda evine dönmek durumuyla karşı karşıya kalınca problemleri başlamaktadır. Çaldığı kapının açılmasıyla, adımını attığı yeni yaşam ortamındaki bireyler için onun toplum, insanlık ve dünya adına getirdiği verimliliğin önemi fazla değildir.
Verimliliğiyle elde ettiği pozisyondan kaynaklanan saygınlığın bu ortamdaki bireylerin önemsemediği, bu ideal adamdan kendileri için bir şeyler bekledikleri anımsanmalıdır.
Değişen roller
Evine dönen adamdan eşinin ne beklediğini bilmek gerçekten zor bir iştir. Ancak evlenme sayılarının azaldığı, boşanma sayılarının çoğaldığı göz önüne alındığında, günümüzün verimli adamının sahip olmadığı kalifiyelik ile bağlantılı beklentiler olabilecekleri düşüncesi ağır basmaktadır.
İdeal adam, başkalarının neden boşandığı üzerine sayfalar dolusu kitap yazabilecek bilgilerle donanmıştır. Çocuğun psikolojik gelişmesindeki ebeveynin rolü hakkında saatlerce konuşabilir.
Eş ilişkileri, cinsellik ve insanın beklentileri üzerine kütüphaneleri dolduran eserler yazmıştır. Ancak bu adam eve döndüğünde rolünü değiştirmektedir. Verimli olabilmek için gece gündüz demeden çalışan dinamik adamın yerine yorgun bir kahraman geçmektedir.
Özlemlerine yanıt alamayan çocuklar
Eşinden ilgi ve bakım bekleyen, gazetesini bir siper olarak kullanan bu adam, iletişim üzerine de araştırmalar yapmış, aksayan ve aksamayan iletişimin özelliklerini bilimsel olarak ortaya koymuştur. Ancak evindeki tutumu yüzünden eşiyle olan iletişimi sönüp gitmiştir.
Eğer çocukları varsa, bu adamın durumu daha vahimdir. Çocukları, onun işiyle ilgilenmezler. Karşılarında mesleğinde başarılı bir adamı değil, bir babayı görmek istemektedirler. Fakat bir baba nasıl olunur, ona bu öğretilmemiştir. Uzmanlık alanı içinde yer almayan bu kalifiyelikten yoksun oluşu, onu, çocuklarının gözünde zor duruma düşürür. Özlemlerine cevap alamayan çocuklar, kandırıldıklarına inanmaktadırlar.
Erkeğin beklentilerine kulak kabartmak
Erkeğe haksızlık yapmamak için onun beklentilerine de kulak kabartmamız gerekir. Evine geri dönen yorgun kahramanımız, karşısında güler yüzlü, mutlu ve düzgün giyimli bir eş bulmak ister. Ev işlerinden bitkin ve bezgin düşmüş bir kadın görmek niyetinde değildir.
Bütün bu anlatılardan benim vardığım ve herkesin paylaşmasını beklemediğim bazı sonuçlar şunlardır: Günümüz insanı meslek alanında işlevini mükemmel şekilde yerine getirmektedir. Yapılabilir ne varsa, bunları gerçekleştirmek için büyük bir feragat içinde çalışmaktadır. Amacı verimliliğinin doruğuna ulaşmak olan bu insan, tekyönlü bir caddeyi andırmaktadır.
Endüstri toplumunun hastalıkları
Zekasını ve bilgisini sürekli olarak geleceğe doğru yönlendirirken, şimdiki anı göz ardı etmektedir. Bu yüzden yaşamın karşısında başarısız olmaktadır. Yaşam mücadelesini mesleğiyle sınırlandırarak, bu alandaki zaferleriyle yetinirken, savaştan yenik çıkmaktadır.
Yapmak ve olmak arasındaki seçimini yapmaktan yana koyan insan, biraz da olmak üzerine kafa yormalıdır diye düşünüyorum. Hiçbir insanın uzun süre dayanamayacağı bir temponun yol açtığı hastalığa doktorlar kalp krizi diyorlar.
Endüstri toplumlarında kalp ve kan dolaşımı hastalıkları ilk sırada yer alıyor. Bu hastalıklar sadece alkol ve sigara gibi bedene zarar veren maddelerden değil, aynı zamanda stresten, uykusuzluktan, mutsuzluktan da kaynaklanıyor.
Belki verimliliğin temposunu biraz azaltıp, bu "birazı" insani özelliklerimizi geliştirmeye yönlendirirsek, muhtemelen hem daha verimli, hem daha insani bir toplumun ortaya çıkmasını da sağlamış olacağız. (İT/AD)
(*)Doç. Dr. İsmail Tufan, Akdeniz Üniversitesi Gerontoloji Bölümü