Artık 19 Mayıs tarihi denildiğinde yalnızca Gençlik ve Spor bayramını değil kırılan binlerce koltuğu, sahaya yağdırılan on binlerce su şişesini ve bir stat dolusu çığırından çıkmış Galatasaraylıyı da anımsayacağız. Stattakiler Özhan Canaydın'ın göreve geldiği 2002 yılından bu yana biriktirdikleri öfkelerini öylesine sert dışa vurmuşlardı ki kimse bu kadarını tahmin bile etmiyordu.
Kanımca futbolu endüstriyel bir oyuncağa çevirenler dahi bu manzara karşısında nasıl bir canavar yarattıklarına inanmakta zorlanmışlardır. Oysa yıllardır kurdukları şeytan üçgeninde (Türkiye Futbol Federasyonu, üç büyük İstanbul kulübü ve onların taraftar dernekleri) al gülüm, ver gülüm bir mutluluk içindeydiler. Teşvik primleri, şikeler, dopingler, kara para aklamalar ve hatta vergi kaçırmak için ödenen transfer paralarını yarı yarıya göstermeler bu mutlu ve büyük fotoğrafta hiç gözden kaçacak şeyler değildi.
Ama dedim ya artık futbol bir oyuncaktı. Taraftarın -ki onlar "müşteri" derler- bu oyuncaktan çabuk sıkılmamaları için örgütlenmelerine dahi yardımcı oldular. Paraysa para, biletse bilet!
Çok geçmedi statlarımızda maçlar İstiklal Marşı ile başlandı. Ardından da "ya Allah, bismillah, Allahu ekber" nidaları geldi. İşin ilginç tarafı tam bir Türk-İslam sentezi ile yoğrulan taraftarlar bu eylemlerin hemen ardından ya koro halinde küfretmeye başlıyor ya da bu haykırmalara sesiyle destek vermeyenlere hadlerini bildiriyorlardı. Oysa dünyada bizden başka hiçbir ülkede İstiklal marşıyla başlayan bir lig yok. Çünkü herkes bilir ki bu marşlar iğdiş edilemeyecek kadar değerlidir. Ancak biz, sadece bize mahsus olacak bir titizlikle her maçta İstiklal marşı ve tekbirle başlayıp, hemen ardından da küfür ve şiddetle devam ediyoruz! Konu çok derin ve bir o kadar da sosyolojik.
Şimdilerde futbolun malum patronları yarattıkları bu canavarla nasıl baş edeceklerini mecburen düşünmeye başladılar. Çünkü artık ucu kendilerine de dokunmaya başladı. Geçtiğimiz Cuma Fenerbahçe Faruk Ilgaz Tesislerinde Yüksek Divan Kurulu Başkanları eşliğinde biraraya gelen üç İstanbul kulübü, futbolda yaşanan şiddeti masaya yatırıp çözüm aradılar.
Elbette bir şekilde kulüplerimizin bu sorunu ortadan kaldırmak için ortak çalışma yapmaları doğru olandır ancak bunun için ne kadar geç kalındığı ve kendi koltuklarının sallanmaya başlandığı günlerde bu konuyu dert edindikleri için samimiyetleri konusunda şüphelerim var.
Galatasaray kulübü bu sorunu en yakıcı şekliyle yaşadığından olsa gerek kulüp-taraftar bağını yaptığı transferler ile yeniden kurmaya çalışıyor. Hatta büyük ölçüde de bunu başardı sayılır. Özellikle Lincoln transferi ile patlama yapan kulüp diğer alınan oyuncularla da bu yıl zirveye oynayacağını kanıtladı. Perşembe akşamı sevgili Fırat İşbecer'in Lig Radyo'da ki Verkaç programına telefonla katıldığımda henüz Lincoln transferi kesinleşmemişti.
Ama Galatasaray'ın resmi sitesinde yeni teknik direktörü Kalli'nin (Karl Heinz Feldkamp) Cuma akşamı Türkiye'ye gelip işbaşı yapacağını okuduğumda bu transferin büyük olasılıkla bitmiş olduğunu düşündüm. Bu yüzden de bunu canlı yayında söylemekten kaçınmadım. Ancak acaba bunu söylemekle acelemi ettim diye düşünürken yaklaşık bir saat sonra Çorlu'da ki Galatasaraylılar Derneğinin açılışında başkan Canaydın'ın "Lincoln bizimdir" açıklamasıyla ben de rahatladım; Galatasaray camiası da rahatladı.
Bu noktada önümüzde ki günlerde Galatasaray taraftarlarının hangi refleksler ile davranacağı tam kestirilemiyor. Sezon boyunca Özhan Canaydın'ın istifası için gazetelere tam sayfa ilanlar veren, www.canaydinistifa.com diye siteler kuran ve hatta yaşanan olaylar neticesinde 19 Mayıs gününün yeni anlamlar kazanmasına sebep olan zihniyet, bu transferler ve Seyrantepe projesinin hayata geçmesinden sonra ne tavır alacak merak ediyorum. Yeni sezonda ki maçlar hiçbir şey yaşanmamış gibi "En Büyük Başkan Bizim Başkan" sloganları ile başlarsa hiç şaşırmayın derim ben. Çünkü Çorluda ki taraftarın ruh hali aynen böyleydi.
Barış Lincoln ile geldi ve şimdilik sular duruldu; bakalım nereye kadar?(ET/EÜ)