Fotoğraf: Alp Esin
Beden, coğrafya, tarih, mekan, hafıza, yüzleşme... Sur doğumlu sanatçı Fatoş İrwen'in eserlerinde çokça karşımıza çıkan meseleler. Çocukluğundan beri nesnelerle özel bir bağ kuran İrwen, hep toplayıcı olmuş. Bunu işlerinde de görmek mümkün. Böcekler, saçlar, duvar katmanları ve bitkiler...
"Babam da toplayıcıdır. Bu durum iyi ya da kötünün ötesinde bir durumdu. Biz birlikte taş, bitki toplardık Kırklar Dağı'ndan, nehirden, mezarlıklardan, gezdiğimiz yerlerden" diye anlatıyor.
Sanatçının Depo ve Karşı Sanat'ta açılan yeni sergisi "Olağan Zamanın Dışında" 2010 yılından 2017'ye kadar olan cezaevi dönemi öncesi ve içerideki üretimlerinden oluşuyor. Sanatçı, Diyarbakır'da 2012'deki Açlık Grevi eylemlerinde gözaltına alınmıştı. Bu yönüyle sergi Fatoş İrwen'in kişisel tarihi gibi de. Bu nedenle de iki mekana yayılıyor.
"Çünkü sürecimi cezaevine indirgemek en başta kendime, sonra bütün bir geçmişe, o geçmişin geçtiği coğrafyaya, hafızama haksızlık olurdu. Biyografik yönü de olan sergi çünkü. İş yoğunluğu çok fazla ve sade bir seçki yapmakta zorlandık. İki sergi fikri çok sert ayrıma girmeden cezaevi ve önceki dönem şeklinde formülize edilince hem bizim için hem de izleyici için daha rahatlatıcı, tamamlayıcı, kafa karışıklığı yaratmaması bakımında daha etkili ve bu yüzden önemliydi" diyor.
Ezgi Bakçay ve Mahmut Wenda Koyuncu'nun küratörlüğünde açılan sergi 27 Haziran'a kadar ziyaret edilebilir.
Fatoş İrwen sergiyi ve içeride üretmeyi anlattı:
Sur'da dünyaya geldiniz. Kaç yaşınıza kadar Sur'daydınız? 2015'in sonu, 2016'nın ilk ayları sizin için nasıl geçti?
Evet, kuşaklar boyu Suriçinde yaşadık, halâ da bir ayağımız orada, evimiz orada halâ. Bağımızı hiç koparmadık zaten. 2017'den önceki birkaç yıl İstanbul'da yaşadım. O arada da sürekli İstanbul- Diyarbakır arası git gel durumu ve o tarihlerde savaş ortamı olduğu için daha sık Diyarbakır'a gitmeler daha uzun kalmalarla geçti. Zor zamanlardı ve ağırlığını halâ hissettiğimiz bir dönem. Söylenecek çok şey var ama hiçbir şey de yok.
"Sizden çalınan hayatınız, bedeniniz ve zaman"
Üç seneyi aşkın süre boyunca tutuklu kaldığınız Diyarbakır E Tipi Hapishanesinden 2020 Mart ayında serbest bırakıldınız. Bu üç yıllık süreç bir sanatçı, bir kadın için nasıldı? Neler değişti hayatınızda?
2017'de başlayan cezaevi döneminin ardından 2020 Mart ayında tahliye oldum. Girdiğim ilk günü hiç unutmuyorum. Hayatım altüst olmuştu fakat karşımda birden 30'dan fazla kadınla karşılaşınca kendimi unuttum zaten. Çabuk toparlanıyor insan bu kadar insanla birlikteyken. Farklı hayatlar ortak paydaların getirdiği bir aradalıklar güçlü kılıyor en başta insanı. Ve bu kadınların gündelik hayatta isteseler de bir araya gelmesi olanaksızken yan yana olmaları müthiş bir enerji taşıyor, dostluğu, yoldaşlığı daha fazla öğreniyor, içselleştiriyor insan, insanı güçlendiriyor.
"Üç yıl paraya dokunmamak..."
Mesela 3 yıl paraya hiç dokunmamak şahane, paradan, teknolojiden uzak kalmakla bir tür arınma halinin rahatlığını inkâr edemem. Fakat koşullar kötü, hem de çok kötüydü. Dışarı çıkınca da sıfırdan başlamak çok yorucu artık. Akıp giden ve sizden çalınan, gasp edilen hayatınız, bedeniniz ve zaman.
Cezaevinde olmakla, sizi yok sayan iktidar karşısında roller değişiyor bir süre sonra. Daha fazla var olduğunuzu hissediyorsunuz. Akıl ve mantık sınırlarını aşan yasaklar, uygulamaların her biri karşısında zihnen ve bedenen değersizleştirilmeye çalışıldıkça daha fazla var oluyor insan. Varlığımız yüzünden bunca yasak ve baskı yöntemi, çabası geliştirdikçe yok sayılan varlığımız daha da tehditkar ve biricik olmaya başlıyor onlar karşısında. Ve güç denilen şeydeki acizlikle bakışıyorum, tebessüm oluşuyor yüzümde. Bu durum öyle "ceza yata yata biter" mevzusuyla gelişmiyor tabi. Üretimle ve üretim tavır ve ısrarıyla, bu üretimin niteliğiyle yaratılan bir direnişle ve bunun otoritede yarattığı huzursuzlukla ortaya çıkıyor. Amaçladığı şey ters işliyor böylece.
Tam da salgının Türkiye'de görülmeye, karantinanın/kapatılmanın başladığı bir dönemde çıktınız. Üç yılın sonunda bu şekilde "dışarıda olma" hali nasıldı sizin için?
Tuhaftı, tanımlayamadığım bir durumun içine düşmüştüm yeniden. Bir yandan hayal kırıklığını derin hissettiğim bir dönem. Bir yandan kapalı kalmanın yarattığı bazı alışkanlıkların avantajları ve dezavantajlarıyla baş başaydım.
Pandemi sürecine denk geldiğimde etrafımdaki insanlara üzüldüm daha çok. Çünkü cezaevi süreci kendimi okuma ve üretme konusunda disipline ettiğim bir süreç olduğu için avantajlı durumdaydım. Yaşlılara ve onların maruz kaldığı faşizme, insanların birbirine polisten daha polis, devletten daha devlet olmalarına, ilişkilerdeki birden gelişen mesafenin yarattığı deformasyonlar, azalan ilişkilerde artan şiddet, evlerin birer cehenneme dönüşümü uç boyutlarda yaşanmaya başlamıştı...
"Evin içinde volta attığım zamanlar"
Cezaevinde yaşadığım yoğun arkadaşlık ve yoldaşlık duygularıyla çıktıktan sonra bunlarla karşılaşmak çok incitici olmuştu. Pek çok tanıdığım insanla kopuşlarım da gerçekleşti. Benimle tak diye iletişimini kesen pek çok "arkadaşım" oldu. Ve buna benzer olumsuzluklar yüzüme çarpa çarpa geldi. Fakat Nietzsche'ci felsefeyle karşılıyorum bu durumları: "Yıkılacak ne varsa varsın yıkılsın, kurulacak nice şeyler var daha."
Kısacası, pandeminin ilk günlerinde tahmin ettiğim bir gidişattı ve yeni bir düzenle bu kadar çabuk bir entegrasyon içinde olunması karşısında kızgınlık duyuyordum. Sağlık üzerinden tüm toplumun kendini koruma içgüdüsünün çok zalimce istismar edileceği yeni bir dönem başlıyordu. Bu durum yeni yönetim modelleri için bir tür oryantasyon çalışması gibi gelmişti bana. Bu kez evin içinde volta attığım zamanlardı ve babamla baş başa aylar geçirdik.
"Üretmek karar meselesi değil"
Hapishane koşullarında da üretmeye devam etmişsiniz. Sergideki eserlerin büyük bir bölümü o üç yılı kapsıyor. Hangi aşamada hapishanede üretmeye karar verdiniz? Ve bunun sürekliliği, koğuştaki insanlara yansıması nasıl oldu?
Evet, üretmekten başka yolu yok ya da üretme çabası yaşamak için başlı başına bir neden ve direnişin kendisi demek olabiliyor. Eserlerin büyük kısmı değil de Depo'daki serginin genel çerçevesi cezaevinde ürettiklerimden oluşuyor fakat Karşı Sanat'taki eserler 2010 yılından 2017 yılına kadar yani cezaevi döneminin öncesine ait. Ayrımı genel hatlarıyla belirledik ama esnek tuttuk. Bazı üretimleri iki mekana da yaydık.
Üretmeye karar vermek diye bir şey yok. Karar meselesi değil. Koşullar uygun değil bir kere. Cezaevine girmeden bir gün önce Suriçi'nde bir performans gerçekleştirmiştim. Cezaevine girmenin ilk kısa süreli şokunu atar atmaz üretime devam ettim. Ve o sokak performansımda kullandığım beyaz elbisem performansın devamı olarak dönüştü. İşledim bu elbiseyi saç tellerimle. Çocukluğa sığınır gibi oradan yeniden doğmak gibi bir üretim süreci oldu.
Cezaevinde kişisel sergi
Gözünün önünden geçen bir hayat tel tel saçlarımla dokuduğum yeniden biraraya getirdiğim yaşam belki de yaşamı toparlama arzusuna eşlik eden sabırla ilerleyen günler, zaman...
Tabii koğuşlar çok kalabalık ve alan problemi var, bu nedenle üretirken var olan alanı daha da daraltmadan ve gerekli hassasiyeti göstererek çalışmak benim için önemliydi. Hastası, yaşlısı, hassasiyeti olan olmayan her tür durumla birlikte yaşarken insan düşünmek durumunda birden fazla her şeyi. O nedenle bazı işler aylar alıyor günlük işler dışında.
Bir de üretimlerimin sürprizi kaçmasın diye bitmeden herkese göstermiyordum çünkü bu sayede 4 kişisel sergi yaptım. Ve bu sergiler bir galeri açılışındaki heyecandan daha fazlasını taşıyordu. Çünkü cezaevinde olduğumuz gerçeğini biliyor fakat bu ağırlığın altında ezilmemek gerektiği konusunda kararlıydım. Sergiler bu duyguyu yaşatıyordu tüm arkadaşlara ve bana. Sanatsal, entelektüel tartışma zeminleri yaratıyordu. Özgür zihinler ya da özgürlük derdi olan zihinler bir arada olunca kapatılsa dahi özgürlüğü hissederek yaşıyor durumu, romantik bir söylemin ötesine geçiyor, somut olarak yaşıyorduk böylece. Çünkü kadınlar pratikleriyle konuşan özneler.
"Cezaevi yönetimi biriktirdiğim saçlarıma el koydu"
İlk kişisel serginiz "Olağan Zamanın Dışında."Tanıklık, adalet ve merhamet kavramları sergiyi oluşturuyor ancak bir noktada huzursuzluk, rahatsızlık hissi de izleyene geçiyor, ne dersiniz?
Doğru. Yaşamımıza yayılan hissiyatlarla yaşayınca bu çok doğal fakat yeterli değil elbet. Çünkü sanat bundan fazlasını söylemek durumunda. İş ne söylüyor, nasıl bir temas kuruyor önemli. Mesela 'Öteki tarih' 40 metinden oluşuyor. Bu metinlere el konuldu çünkü ne yazıyor bu metinlerde diye soruldu. Ben de "bu metinleri okuyabilecek kudrete siz sahipsiniz" şeklinde ironik bir cevapla karşılık verdim. Ama okuyamıyor, öfkeleniyor. Okuyamamanın huzursuzluğu sizi okuyamamanın sıkıntısıyla kriz yaratıyor tüm bedeninizle tutsak olsanız dahi. Sahte belgeler mi? Hayır. Resmi ve yazılı olanın sahteliği karşısında yarattığı belirsizlikle çok şey içeren gerçek metinler. O metinlerde yasaklı tarih var, kadınlar, o boşluklarda ben varım, lanetliler var. Aynı durum 2012'de performe ettiğim 'Şiryan' videosunda var mesela, parmak izlerimi yok edip deforme ettiğim performans. Gene ellerindeydim ve bu kez bedenimi okuyamama, kayıt alamama krizi yaşatmıştım. Oysa o zaman da tutsaktım.
Resimler gene kullandığım malzemeden yarattığım imgelere kadar bu duyguyu yaşatıyor. Cezaevi yönetimi benim biriktirdiğim saçlarım, böceklerim vb. her şeye el koyup kriminal incelemeye gönderdiğinde "ama bu sadece bir çekirge" deyip itiraz ettiğimde onların yanıtı "bu bir çekirge olmayabilir" oldu. Yani dayatılan anlamsızlık aleminde iktidarın size aslında ne büyük anlam yüklediği durumuyla karşılaşıyorsunuz bu kez ve kendi içindeki bu çelişkiyle cebelleşmesi hedeflediğim bağlama ulaşıyor ve benim hoşuma gidiyor. Karşılıklı bir huzursuzluk, rahatsızlık durumu oyuna dönüşüyor. Ben tutsak olabilirim ama üreten, dönüştüren taraftayım. Tutsaklık yer değiştiriyor.
Sordular, ben de "oku!" dedim
Söz ettiğiniz "Öteki Tarih" işi Braille – Körler alfabesini de hatırlatıyor. Bu işin bir cezaevi hikâyesi var sanırım...
Körler alfabesi değil çünkü onun da okunma durumu var. Özellikle o alfabedeki teknik olmamalıydı zaten. Çünkü o da okunması için tasarlanmış. Cezaevindeki ilk zamanlarım özellikle kadın tarihi üzerine yazıp çiziyor, düşünüyordum. Alternatif ne olabilir? Resmi ve yazılı, kabul görmüş olanın dışında olanakları nasıl bir formla ifade ederim diye. Cezaevi koşulları içinde bunlarla ilgilenirken gelen mektuplar, elimizdeki alternatif kaynaklar, sansürleniyor, en küçük detaylar suç unsuru kabul edilip soruşturma açılıyor, yok ediliyor, zarar görüyordu. İlk başta yırtık kâğıtları saçlarımla birleştirip diktiğim kendime zemin yarattığım işler ortaya çıktı. 'Çatlak Zemin'. Burası kendine ait bir alan olarak karşımdaydı ve bu durum ilerledi cezaevinin tarihiyle iç içe geçti. Diyarbakır 5 No'lu tarihi cezaevinin son siyasi tutsaklarıydık. Başka yere, yeni kampus alanına taşınırken burası 40 yılını bizimle doldurmuş oldu. Ve ben "öteki tarih" işini bu 40 yıllık yasaklı tarihe ithafen tamamlamış oldum. Sordular, ne yazmışsın bunlara? Ben de, Oku! dedim. Gerisini düşünün!
"Bu engel, tuhaf bir şekilde hoşuma gitti"
Cezaevinde ürettiğiniz işlerin malzemeleri oranın şartlarıyla sınırlı. Çarşaf, patiska, bebek tülbendi, çay, kına, duvar sıvaları, kitap sayfaları...Bir yandan da böcekler, saçlar, bitkiler... Küratör Ezgi Bakçay "Fatoş İrwen'in toplayıcılığı, arkeologluğu" diyor. Kullandığınız malzemelerle ilgili neler söylemek istersiniz?
Cezaevinde malzeme asla verilmiyor, OHAL koşullarında yaşanıyor hâlâ. İlk girdiğimde bunu duyar duymaz bu engelle karşılaşır karşılaşmaz tuhaf biçimde hoşuma gitmişti bu. Kendi kendime hadi bakalım! Şimdi ne yapacaksın? derken çocukluğuma gittim. Çünkü üretmek için bir konfor alanına hiçbir zaman sahip olmadım. Çocukluğumdan beri toplayıcı biriydim. Nesnelerle özel bağ kuran bir çocuktum. Politik ortamda dini anlatılarla büyüyorduk aynı zamanda. Kavanozlarla ve topladıklarımla Nuh'un Gemilerini yapardım. Anlatılar, pratikte yaşadığım mekânla bütündü.
"Babamla birlikte taş, bitki toplardık"
Babam da toplayıcıdır. Bu durum iyi ya da kötünün ötesinde bir durumdu. Biz birlikte taş, bitki toplardık Kırklar Dağı'ndan, nehirden, mezarlıklardan, gezdiğimiz yerlerden. Hikâyelerle, anlatılarla, hareketli ve tekinsizlikle yetiştiğimiz için kabına sığmama haliyle hayata akmaktı bu. Ve şey'ler de bu minvalde ilişki içinde yaşıyor. Anlamdan soyutlandıkça anlamın peşinden koşma, belleği diri tutma çabası bu.
Diyarbakır Cezaevinde açlık grevi döneminde gece nöbetlerinde o duvarlarla konuşurdum. O duvarlar ekran gibiydi benim için, tüm yaşananları izlediğim yüzey. O yüzeyin altında tarih gömülü, beni çağıran bir tarih. Ve o tarihe yolculuk ettim, arkeolog gibi çalıştım, 1980 dönemlerine o tarihlerde yaşamını yitirmiş devrimcilerin boyalamalarına ulaştım, yasaklı renkler kat kat kapatılmış yıllar yılı, deştim, dokundum, antik bir eser bulmuş gibi özenle saklayıp çıkardım. O mekânda uzun yıllar kalmış arkadaşlara armağan ettim.
İnanılmaz bir duygusal atmosfer yaşanıyor o sıra tabi. Arkadaşlar bu fikre duydukları heyecanla çok yardımcı oldular tabi. O mekanın tarihi belleği olarak inanılmaz gerilimli ve zor bir pratik olmakla beraber buna değdi. Dünyanın belli başlı cezaevleri arasında bulunan bu mekânın Müze olma tartışmaları yaşanmış ve sonuçsuz bırakılmıştı. Tüm bunlara cevap niteliğinde performatif, eylemsel bir sürecin somut örneği oldu. Bu işin kendisi bir performans oldu diğer işler gibi. Bir direniş mekanında bir direnişin tarihini özgürleştirmek bir metafor değildi artık. Gene aynı süreçte açlık grevlerinde o duvarlar arasında direnen kadınların biriktirdiğim saçlarından yaptığım 'Gülleler' ile dışarıya bedensel, eylemsel bir çıkış yaptık. Kısacası bütün bu cezaevi süreci ve önceki süreçler kesintisiz ilerleyen eylemsel performatif süreçler ve bu süreçlerin ürünleri olarak ortaya çıktı.
"Yan koğuşun avlusundan gelen çocuk sesleri"
DEPO'daki serginin bir odası çoğunlukla çocukların ilhamıyla ortaya çıkan işleri kapsıyor. Elbise, patik, çorap gibi çocuk giysilerini betona uyarlamışsınız. Ve bazı isimler: Ceylan, Gülistan, Ronî... Hapishane ortamını çocuklarla yaşamak nasıl bir duygu, çocuklar için nasıl bir ortam?
Hapishane ortamı bir çocuk için tarif edemeyeceğim ve asla hayalini dahi kurmak istemediğim bir mekân fakat bir gerçeklik olarak içinde olmanın ıstırabı da tarifsiz. Koğuşta büyüyen çocuklar, yan koğuştan gelen çocuk sesleri, ağlayan bebek sesleri mekânın fonu adeta.
Yan koğuşun avlusundan gelen çocuk seslerine karşı duyarsız kalamaz elimizde kantinden aldığımız şeker, çikolata vb. ne varsa duvarı ve tel örgüyü aşacak güçte atmaya çalışırdık. Bazen yanlış yere gider nöbetteki asker yerdi onları. Ya da kamerada görünce müdahale ederlerdi. Komikti tabi bazı şeyler.
Ronî ve annesi
Cezaevi yönetimi kış aylarının korkunç cezaevi koşullarında çamaşırlarımızı kurutmamız için sözde kütüphane mekanını lütfedip çamaşır asma odasına dönüştürmüştü ve o odaya girene kadarki geçiş koridor ve merdivenleri boyunca yığılı halde çocuk giysileriyle dolu olurdu. Adli koğuşta çocuk sayısı çok fazlaydı. Bu kıyafetler çoklukla onlara aitti. Bu manzara karşısında dehşete kapılmıştım. Mekânda erimişti çocuklar ve sesleri dolaşıyordu. Hayaletler dolaşıyor gene derdim. Çünkü çoğunu görmüyorsun ama duyuyorsun. Yeni doğum yapmış bir arkadaşım bebeğinin mendilini, çorabını bebeğinin kokusuyla yollamıştı. Koklamak, duymak... Bu seri o zaman çıktı. Mesela, Ronî, ciddi sağlık sorunları yaşayarak büyüdü cezaevinde, gene sağlık sorunları yüzünden dışarıda akrabaları tarafından bakılıyordu. Ronî'nin annesi oğlu için ambalaj atıklarını saklayıp oyuncak yapıp yollardı ona, çoğu zaman gardiyanlar, idare izin vermezdi. Ve anne, her görüşte onun için yaptıklarını ulaştırma çabasına girer yanında bulunan tişörtünü koklardı. Bazı resimler farklı cezaevleriyle mektuplaşan arkadaşlara gelen ve gene cezaevinde yaşamaya mahkum birbirine ve kadınlara yoldaşlık eden çocukların portreleri. Çok erken yaşta yaşıyor bazı çocuklar her şeyi. Ve bunlarla büyüyen bir çocuk düşünün. Başka da ne söylense haddini aşmak olur.
(AÖ)