Bu haberlerden birini daha hazırlamam gerekiyordu. En azından haberlik bir şey var mı, gidip kolaçan etmem. Benim, İstanbul'un Ramazan'ına ilişkin tek hatıram, babaannemle indiğimiz Eminönü'nde, boyuma denk geldiğini sandığım bir pastırma çengelinin önünde duruşum. Aradan 22 yıl geçmiş. Sorup soruşturuyorum, "İstanbul'da Ramazan'ın gelişi Feshane'den belli olur" diyorlar. Ver elini Eyüp...
Bir vapurun ucunda, burnumun direğini sızlatan kokunun başındayım, Eyüp'te. İlk gençlik tatillerimin kaçamağı, babaannemin çocukluğu, genç kızlığı, loğusalığı.... Unlu tereyağlı halkalar... "Kalimera kalispera"... İlk "gavurca" kelimelerim.
Babaanne evinin altında uzayıp giden ve bahçesine giren çocuklara Ermenice "eşek" diyen Nanço'nun bostanı... Şimdi "Oruç tut sıhhat bul" diyen ışıklı taklar altında, mahremiyetine çomak sokulmuş, uyukluyor...
Ramazan akşamlarından birine tanıklık etmek için seçtiğim semt ile aramdaki eski bağ, beni, gazeteciliğin klasik rutininden çekip alıyor. Bugün burada yalnızca, Feshane'deki Ramazan eğlencelerini izlemeyeceğim.
Benim çocukluk hikayelerime özlemle, ince ince "akşamları üzerine vuran güneşten sarı sarı ışıldayan Altın Boynuz" olarak yerleşen, Dalan döneminde kepçelerle içi kazınmış, sonrasında simsarların yalancı refahı ile şekillenmiş Eyüp'e tanıklık edeceğim.
Üç göbekten Kızıl Mescit sokağı yerlisi babaannem, şimdi Ankara'da hasta yatağında. "Ben bugün haber için Eyüp'e gidiyorum var mı bir isteğin?" deyince, hepi topu üç yıl evvel miras narına satılan Cumhuriyet'ten eski evlerinin yerinde olup olmadığına bakmamı istiyor.
"Bulursam bakarım" diyorum. Tüm telaşıyla, "bak bir bakalım bahçe yerinde mi? Kuyusundan su çıkarıp satıyorlarmış galiba" diyor, duraklayarak ekliyor, "Nanço bostanını Patrik'e devretti, ona bir şey olmamış en azından"...
Üzerimde, babaannenin emir ricası ile çıkıyorum Eyüp turuna...
Mini mini kızlar çapkın beyler
Pastanede profiterol yemeyi "hafiflik" sayan, onun yerine Gezi Parkı'nda çay içmeyi salık veren bir kadının torunu olduğum için, İstanbul'a ait bilgim, daha çok onun anlatımlarıyla şekillendi.
O yüzden Feshane'de kutlamalar yapıldığını duyunca, ne yalan çok heveslendim. Babaanne anlatımlarıma göre, Ramazan, ateş yutanlar, Karagöz Hacivatlar, Kantocular, meddahlar, faytonlar, ille de macuncular arasında tam bir seyirlikti.
Öyle şevkle anlatırdı ki babaannem o günleri, "azınlıklar ne olurdu Ramazan'da" deyince, şen şakrak, "Rumlar, Ermeniler saygılarından yemek kokutmazdı ortalığı, beraberce çok oturduk sofralara, beraberce gezdik, yoktu ayrı gayrımız" deyiverirdi.
Bu yüzden kutlama deyince aklıma neler neler gelmedi ki? Gözlerimin çocukluğuma döndüğünü fark etmeyip, Eyüp'e giderken, karşıma "Yangın Var!" diyen kantocuların çıkmasını, bir meddahın omzuna mendilini atıp "vesselam" söze başlamasını, ille de demirhindi şerbeti bulmayı, çekiştire çekiştire macun yemeyi bekledim...
Vapurdan inerken çok güzel bir iş yapmanın mağrurluğu içindeydim. Hemen meydana çıkalım, güvercinleri görelim, sessiz Eyüp Sultan Camii avlusuna girelim istedim. Saatimiz 18.35'i gösteriyordu.
Daha iftara yarım saat vardı. Camiler ve türbeler başkenti Eyüp'ün karşıcı Siyavuş Paşa türbesinin köşesine vardığımızda, türbenin duvar kenarına kilimlerini sermiş bir aile ile burun buruna geldik. Önlerinde iftarlıkları öylece ezan bekliyordular. "Ne garip iftar açmak için seçtikleri yer" diye geçirdim içimden.
Eyüp Sultan meydanına yaklaştıkça, önüme çıkan kilimler artıyor, bir piknik manzarası ortalığı kaplıyordu. Üstelik, caminin içinin içine dahi taşmıştı bu durum. Sessizliğine hayran olduğum Eyüp Sultan Camii'nin çok uzun yıllardır değiştiğini, tahta oyuncakçıların zikir ölçer aletler satan türedi satıcılarla yer değiştirdiğini biliyordum.
Yine de, İstanbul'un fethedilmesinin kilidi sayılan, Osmanlı'dan bu yana bayram namazlarının, sünnet törenlerinin değişmez mekanı olan Eyüp'ün iftar açanların mesire yeri olmasına şaşırdım.
Önlerinde Cola Turka'ları ile iftarı bekleyenlerin bir kısmı kendi yemeklerini getirmiş, bir kısmı hayırseverler tarafından dağıtılan yemekleri almıştı. Zaten uzun saçı ile manzarayı bölen arkadaşım, "bari iftar saatinde ortalarda dolaşmayalım biz de yemek yiyelim" deyince, bir yere oturduk.
Biz oturasıya beni yerimden hoplatan top atıldı. Hurmalara gömüp burnumuzu, yemeğe başlamışken, çarşının içinden geçen şalvarlı sakallı biri, 1917'de kurulan Eyüp Sultan Eczanesi'ne doğru parmağını sallayıp "Kapayın kepenkleri" diye seslendi.
Sağıma soluma bakınınca gerçekten lokantaların dışında açık olan bir dükkan olmadığını fark ettim. Ama burası eczaneydi, ama iftar saatinde de hastalananlar olurdu, ne gam?
Medine'den buzlu hurma İsparta'da güllü tesbih
Tesettürlü bir genç kadın yavaş yavaş meydanda geziyordu. Sesi çıkmadığını için önce ne yaptığını anlamadım. Gitti, bir başka tesettürlü kadınının yanında durdu, biri iki kelime bir şeyler söyledi. Sonra çantasından bir plastik eldiven çıkardı, eline geçirdi, kutu gibi duran öbür çantayı açtı, bir gözleme verdi kadına.
O kadar kendi halinde oldu ki tüm bunlar, yanına gidip sormaya cesaret edemedim "kim için satılıyor bu gözlemeler" diye. O da zaten erkeklerin ve başı açık kadınların değil, sözleşmiş gibi tesettürlülerin yanına gidiyordu.
Yemeğimizi yemiş, Feshane'ye inme kıvamına gelmiştik. Kapıdan girer girmez bir curcunaya düşeceğimizi umuyordum. Feshane'nin girişinde bula bula Opel-Chevrolet tanıtımı buldum.
Feshane, babaannemin anlata anlata bitiremediği Direklerarası'nın karikatürü gibiydi. Cepken giyip, fes takmak tat vermeye yetmiyordu. Ellerindeki macun çubuklarını öylesine karıştıran macuncular, pamuk şekerin dumanına gözü dalan şekerciler, halsizdi sanki burada bulunmaktan.
Palyaço bile yanına koyduğu üç beş palyaço burnunu satmak için, kendi kendine söylenir gibi "palyaço burun şapka" diyordu...
Bu "yapmamış demesinler" diye yapılan eğlence alanında, II. Mahmut Sergi Alanı'na girip bari orayı kolaçan edelim dedik. Burası dışarısından daha cansızdı. Alanda bir tek gül kokulu tespih ile buzlu hurma dikkat çekiyordu. Donuktu, soğuktu, durgundu her şey...
Bir çay içmeye oturduk, yanımıza genç bir çift geldi. Aralarında gençliğin getirdiği gerilim, "öpeyim öpme" tartışması sürüp gidiyordu. Kaçamak gözlerle ben onlara bakarken, oğlan da kaçamak bir öpüş kaptı.
Feshane biraz renklendi sanki... Kırmızı yanaklı davulcu geldi, ondan tam da şunu bekledim: "eski cami direk ister, söylemeye yürek ister, benim karnım tok amma, arkadaşım börek ister".
O biraz gümbüdügümbüdü yapıp "Orhan Hakalmaz" konserine davet etti. Gidip bari bir macun yiyelim istedik, muz, kivi, limon, bal, çilekten oluşan macunumuzu aldık, adam üstüne limon sıktı, saydı robot çabukluğu ile "41 çeşit baharat, 10 çeşit meyve özü" diye. O sıkılmıştı, biz hayal kırıklığına uğramış...
"Kavuk kimde?" tartışması nicedir sürüyordu, Hacivat-Karagöz de sinema perdesinden inip, buraya gelmemişti bu yıl anlaşılan...
Yeni bir ülke bulamazsın...
Babaannem yıkılmaya yüz tutmuş, içine ilk darbesini yemiş evinin önünde, aklıma ilk gelenin Hasan Hüseyin dizeleri olduğunu bilse gücenir... "Hala duruyor mu tellerinde/ o mavi kargaları Maraş topraklarının" sözleri uçuştu aklımda çocukluğumun tatil evini görünce.
Babaannem Cumhuriyetin kuruluşuna denk gelen çocukluğunda, "bobstil" kavramıyla tanışmış, çocuk oyunlarında "garson bira getir, garson şarap getir, garson yaşa çarliston" diyerek dans etmişti. Sonrasında karneye bağlanan ekmekler, uzun tayinler, darbeler arasında İstanbul giderek küçülmüş, Eyüp gençliğe ait eski bir anı olarak kalmıştı.
Artık kimsesi yok orda yaşayan. Eyüp'ü görmeyeli nicedir. Arayıp "Bugün ben Eyüp'e gidiyorum" deyince, "ah muhakkak evi gör emi" diyen babaanneme "ev, düzeltilmiş, restore edilmiş, boyanmış" dedim.
Gördüğüm yıkılmaya hazır bir evdi, kuyulardan, ceviz, incir ağaçlarından oluşan bahçesi kilitli bir ev. Dibinde öylece baka kaldım. Aklıma neden bilmem, "işte bir bayan pek mini mini/acep söylesem sever mi beni?" diyen babaanne şarkısı değil, Hasan Hüseyin geldi.
Zaten gelirken sızlayan burnum iyice sızladı. Bu olmamış Ramazan eğlencesinden, bu eskilerini yama gibi yenileyen semtten hemen kaçmak istedim.
Şiir kehanet oluyormuş, insan yeni bir ülke, yeni bir şehir bulamıyormuş, eski evini arıyormuş... Babaanne, geçmiş zaman olurmuş ki hayali cihan değermiş...Bir varmış evimiz, bir yok...(AÖ/EÖ)