Umarsızlık içinde kıvranan anne, günün birinde aklına esen bir garip rüzgâr ile ışır: Vücut hatları keskinleşmeyen kızını, saçlarını kesip kıyafetlerini değiştirerek erkek yapacaktır. Osama adı yakıştırılan küçük kız, bir yandan mahallenin sütçüsünün yanında çalışır, bir yandan diğer oğlan çocuklarıyla birlikte medreseye götürülür, ki burası aynı zamanda Taliban askeri eğitim merkezidir.
Bu yıl, Uluslar arası İstanbul Film Festivali'nde izleme "şansına" nail olduğumuz "Osama", bir film olarak Afganistan ile aramıza binlerce kilometre; görünen ile gözümüzün gördüğü arasına, ekranın uzaklaştırıcı şeffaf mesafesini koymasına rağmen, gerçeğin kurguya galebe çaldığını çok sert bir tokat atarak imliyordu.
Siddiq Barmak'ın, 2003 Cannes Gençlik Ödülü dahil, pek çok ödüle layık görülen filmi, görünmez kılınan kadınlık üzerine yakılmış bir ağıt değil, gerçeğin ta kendisiydi. İsimleri ne olursa olsun, sonunda birer "Osama" olmaya zorlanan tüm Afgan kadınlarının direnişinin tek olanağı kılman şeytan üçgenine -fahişelik, ölüm, erkek kılığına girme işaret ederken yüreğimizi kanatan bir eser de Deborah Ellis'ten geldi: "Parvana".
Yaşanan trajediyi, akıcı, sade ve naif bir dille aktarırken neyin gerçek neyin kurmaca olduğu sorusuna da net bir cevap veriyor, bu kısa roman: Anlatılan her şey gerçektir!
Afgan mülteci kamplarında, tıpkı Parvana'nınki gibi gerçek hikâyeler dinleyen Deborah Ellis, yaşadıklarından damıttığı özü, kadınların hayatta kalma savaşımının ve mücadeleci ruhunun güçlü umuduyla aydınlığa bağlıyor ama yine de bu nikbinlik; kadın bedeninin, savaşta fethedilmesi gereken toprak parçasıyla aynı işlevi gördüğü; tüm savaşların olmazsa olmaz işkencesi cinsel şiddet ve tecavüzün, kadınlara bizzat devlet tarafından uygulanan sistematik bir ceza ve yıldırma politikası olduğu gerçeğini unutturmuyor, bizlere.
Yaşamı bir ucundan tutmak
Taliban yönetiminde okulu bırakmak ve sakatlanan babasının çalışmasına yardımcı olmak zorunda kalan 11 yaşında bir kız çocuğu, Parvana. Babası, salt İngiltere'de eğitim gördüğü için tutuklanıp annesi radyodaki işinden olunca, ablası ve iki kardeşinden ibaret ailesini geçindirme vazifesi ona düşüyor.
Ama kızların sokağa çıkması yasak. Derken annesiyle komşuları Vira'nın aklına bir fikir geliyor, Parvana artık Kasım, yani erkek olacaktır. Önce babasının işini idame ettiren sonra daha fazla kazanmak için mezar kazıp kemik çıkartan Parvana, Kabil'de erkekleştirilmiş başka kızlar olduğunu görmekte gecikmez.
Çift cinsiyet yaşadığı bu süreçte, pek çok korkunç olaya tanık olur; takma bacaklarını satmak zorunda kalan kadın ve erkekler, kaçırılan kadınlar, birbirine casus kesilen komşular, çocukları parçalamak için oyuncak süsü verilen mayınlar ve binlerce kişinin gözü önünde stadyumda katledilen rejim muhalifleri...
Kendini çok yalnız duyumsasa da direncini asla yitirmeyen Parvana'nın, çelik iradesini, olgunluğunu derin bir saygıyla izlerken; erkek olmaktan duyduğu "mecburcu" sevinç ve yaşam hakkını gasp eden erkek egemen tahakküme yine onların oyunuyla karşı duruşu karşısında kaskatı kalarak susuyor; rızanın böylesine dönüşümünü, pek çok kadının tek umar olarak elzemleştirilişine isyan etmekten alamıyorum kendimi.
Ancak giderek hiçleştirilen, yok edilen kadınların yaşamı bir ucundan tutmak için verdikleri mücadelede, Parvana'nın ve yüzlerce kaderdaşının erkek kılığına girmesinin eldeki tek "mubah" çözüm olduğuna kanaat getiriyorum. Kurbanın, kendini kurban edenin tahayyülüne bir imkân dahilinde eklemlemesi, elbette bir kurtuluş değil ama belki de özgürlüğün başlangıç noktası.
Erkek kılığına giren ama asla erkekleşmeyen Parvana, hiç değilse eril dünyanın dolaşımına bir meta olarak sokmuyor kendini. Zira, Afganistan Kadınlarının Devrimci Birliği'nin (RAWA) yayımladığı bir rapora göre, ölümden kurtulabilmek için yüzlerce Afgan kadını fahişeliğe yöneliyor ve bu mesleği sürdürebilmek adına da değişik kimlikler kullanarak Taliban'ın zulmünden sıyrılmaya çalışıyor; "sıcak savaş" ülkelerini terk etmiş olsa bile.
Parvana, geçim derdiyle erkek kılığına girerken; eve hapsolmuş ama Afgan Kadınlar Birliği üyesi olmaktan alıkonulamamış, fikirleri dikenli tellerle çevrilememiş annesi Patana ve komşuları Vira'nın, olup biteni dünyaya duyurmak, yarayı, metastaza dönüşmeden otamak amacıyla dergi çıkartıp kızlar ve kadınlar için gizli bir okul açmaları; Afgan kadınının, hem içerdeki hem de dışarıdaki işgalci güçlere karşı koyusunun en önemli göstergesi. Çünkü Afganistan, Parvana'nın babasının da dediği gibi, dünyanın en cesur kadınlarının yuvası.
Cinsiyetin ikâmesi
Tarihi boyunca pek çok fetih gücünün hedefi olan Afganistan'da, 1978'de solcu subaylarca kurulan Stalinist rejim, toprak reformu, eğitim ve kadınlara ilişkin ilerici önlemler de dahil olmak üzere bir dizi reform gerçekleştirdi. Bu da elbette, toprak sahiplerine, mollalara, monarşik yönetime, özellikle de Amerika'ya yönelik bir tehditti. Ve Amerikan emperyalizmi, Kâbil'deki devrim yanlısı yeni rejime amansızca karşı durdu.
Doktor Zayar'ın "Afganistan: Tarihsel Bir Bakış" başlıklı makalesinde belirttiği gibi, Afganistan devrimine karşı gericiliğin en barbar koalisyonunu silahlandırarak finanse eden Amerika Birleşik Devletleri (ABD) emperyalizmi, milyarlarca dolar harcayarak mücahitlere askeri yardım sağladı ve kendi canavarını yarattı.
Genç kızların okula gidip kadınların çalışabildiği 1979 yılında, Afganistan'daki karşı-devrimci harekete kaynak akıtan Amerika, '94'te yönetimi ele geçiren Taliban ile mücadelede, yine savaşta ilk kurtarılacak olanlar, kadınlar ve çocuklar üzerinden sağaltmaya çalışıyor kendini.
Farkındalığı erdem edinen Afgan kadını ise İslami rejim, Cruise füzeleri ve Kuzey İttifakı'nın militarist politikaları arasına sıkışırken RAWA, bu kara kaderi kabullenmemek için toprağı tırnağıyla kazımaya devam ediyor.
Kendilerini yürüyen bir çadıra dönüştüren ve sadece bedeni değil; ruhu, benliği, varlığı kapatmaya didinen burka üzerinden ilerleyen siyasalara "hayır" diyebiliyor, ölüme itilen kadınlar.
İşte "Parvana" da yumuşak karnında umudu saklayan kadınların mücadelesini dile getiren, dilden, imkân olarak destek alan ve kadınlık ile erkekliğin, toplumsal kuruluşundaki "patolojiyi" gösteren bir söylem biçimi. Zira cinsiyetini değil ama, cinselleştirilmiş görünümünün izlerini, imlerini, farklıklarını yani simgesel belirlenmişlikleri, kabulleri değiştirir, Parvana.
Dolayısıyla erkeklik ile kadınlık, yer değiştiren bir gölge olup ikâmede arar cinsiyetsizliğin temelini. İnsanın, totaliter sindiriciliğin ayrımına varması ve özgürleşmesi için şarttır belki de, iki cinsiyetin bir bedende buluşması...
Nitekim Murathan Mungan'ın, bu ikilemi, incelikle irdeleyen uzun anlatısı "Çador"un kahramanı Âkhbar, burkanın neyi örtüp neyi çoğalttığına dair düşünürken burkanın penceresinden görünen dünyayı merak eder. Âkhbar, sürgünlüğü, en iyi kadınların anlayacağını düşünür. Aradığı şeyin, annesi, ablası, sevgilisi olmaktan çıkıp tüm bir kadınlık olduğunu sezdiği ânda, burkanın içine gizlenmenin, büyülü olanağını keşfeder.
Erkeğin, kadın imgesini, ona dönüşerek aradığı, kadınınsa kendi imgesini, karşıtına dönüşerek saklayabildiği bir dünyada; kadınsılık/erkeksilik sorununun -cinsiyetler arasındaki kutuplaşmanın tuzağına düşmeden, cinsiyetin ayırt edilmediği bir "oyun" olduğuna inanır ve pratiğe dökersek belki ancak o zaman, tüm "mülksüz"ler için bir imkân yaratabiliriz. İşte "Parvana", bunu düşündürdüğü için yabana atılmaması gereken bir roman. (BB)
* Parvana; Deborah Ellis, çeviren Zarife Öztürk, Çitlembik Yayınları, 2004, 173 sayfa, 8 milyon lira