Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı'nın hazırladığı "Şiddete Karşı Anlatılar-Ayakta Kalma ve Dayanışma Deneyimleri" kitabı Mor Çatı'ya başvuran şiddet görmüş 15 kadınla yapılan görüşmelerden oluşuyor. Kitabın yazarlarıysa Necla Akgökçe, İnci Aral, Handan Çağlayan, Ayşe Düzkan, Siren İdemen, Müge İplikçi, Şebnem İşigüzel, Karin Karakaşlı, Handan Koç, Pınar Öğünç, Hande Öğüt, Yasemin Öz, Nükhet Sirman, Tuğba Tekerek, Candan Yıldız ve Meltem Ahıska. Öğüt'ün "Adam Kadını Dövdü" başlıklı görüşmesini kitaptan alıntılıyoruz.
Kadınların varoluşunun cinsel varlıklar olarak tanımlanması gibi, kadınların varlığının birer nesne şeklinde tanımlanmasında da dil, şiddetin bir öznesi/âmili'/uygulayıcısı olduğu gerçeğini ortadan kaldırıyor. "Şiddete maruz kalan kadınlar" ifadesi söz konusu olduğunda, erkeklerin kadınlara yaptığı bir şey, kadının doğasının parçası olan bir şey haline getiriliyor. Ve erkeğin bu süreçteki payını hepten unutuyoruz...
Sarah Hoagland
Önce gözlerine bakıyorum; küçücük hareli, sıcak, odaklı... Kıpırdanıp fırdönmüyor oyukların dışına kaçmak istercesine... Öyleyse dingin, huzurlu. Aynı sükûnet ve şefkatle karşılık veriyorum ben de. Şaşırıyorum; öyle minyon ve narin ki. Sonra şaşırmama şaşırıyorum. Ne bekliyordum ki, neyle karşılaşmayı? "Şiddete maruz kalmış bir kadın" illa ki, deprem görmüş kadim bir kent gibi yarı yıkık mı olmalı?
Ellerini tanıyor, tarıyorum gözlerinin ardından, küçük, ılık, sert ellerini. Kaç kez gökyüzüne uzandı, kurtuluş umuduna, duaya açıldı acaba derken... Gözlerinin çıplaklığıyla varlığını sıkı sıkıya kavramış ellerini bana doğru dönüp açarak, benim sesimle tedirginleşmiş sesini, zırhlarından soyunmuş zayıflığıyla açıyor... Biliyor ki, kişinin elinin incelik ve şefkatle yaptığı her hareket, ötekinin yaralanabilirliğinin kendisine yönelttiği buyruğu tanır... işte o an fark ediyorum izleri... Gözlerinin ilk bakışta açık etmediği tüm izleri... Gözler, eller, beden saklayabilir belki gülüşler örtebilir acıyı ama ten asla unutmaz geçmişi; biliyorum, hafızasında bir çocuk inadı vardır... Hayatına girmiş tüm erkeklerin, babanın, ağabeyin, dayının, amcanın, kocanın iktidar izleri ten aracılığıyla işlediği sürece örtse ne olacak hem? Ne yazmıştı Merleau-Ponty, Görünür ve Görünmez'de?
"Beden yaşadığı dünyayı yönelimleriyle dokur ve bu dokuma faaliyeti dolayısıyla dünyayla aynı etin dokusunu paylaşırız. Dünya, bedenimi yansıtır, etime geçer; dünya ile etim arasında birbirine geçme, birbirine el koyma ilişkisi hâkimse dünyanın elde edilme isteğinin, et aracılığıyla karşılanması normal değil midir?"
Bir etten farkı var mıydı onun da bu coğrafyanın tüm kadınlar gibi... Bir kız bebek olarak doğduğu gün itibariyle geleceği de yazılmıştı alnına; göbek bağı düğümlenirken şiddetle fırlatılmıştı yazgısı kendi etinin çeperine. Kördüğüm olmuştu içi...
Şimdi karşımda oturmuş, sakin, odaklanmış bakışlarıyla sigarasını içerken düğüm yine boğazında.
Gözler, "masum, saf, temiz" sözcüklerine öfkeli. Akıl biliyor çünkü, onların anlamlarındansa atıflarının egemen olduğunu... Kadını baskılamak, örtmek, sindirmek, yok etmek için toplumsal hafızaya sinmiş kullanım biçimlerini...
Masum bir kız, saf bir kadın, temiz bir hayat... Göz biliyor ki bunlar ancak ve ancak bir efsane olabilir, çünkü herhangi bir şeyi görmeden önce, daima, zaten belli bir derecede bilme, inanma, isteme ile mücehhez haldedir göz. Yerleştiği çukuru doldurabilmek için konuşmalıdır o vakit; söz besinidir bakışın.
Anlatacak, anlatacak elbet bir kez daha. Ama nerden başlamalı söze ve neden başlamalı yeniden? Neden dönmeli en başa, yenilenmişken bakışı, cümle kuruşu... Sözcükleri değişmişken ve soruları... Neden hâlâ dayatılmakta ki sanki örtük bir şiddetle bu sorular ona? Nasıl incitmeden sormalı yaşadıklarını? Nasıl kurmalı sözdizimini? Nasıl uzaklaşmalı şiddete içkin anlamlardan? Çocukluk! Belki çocuk yılları mutlandırıcı, gülümseticidir; belki alıp götürür bizi soğuk uzamın çerçevesinden...
Ne zaman doğduğunu dahi tam bilmeyen bir çocuk başarabilir mi bunu peki? iki erkek, bir kızı geride bırakıp kaçmış bir anneye duyulan öfkenin zifirinde yaşanmış bir çocukluk ve hiç küçük olmamış bir çocuk? O üç yaşındayken kaçmış annesi evden; bıkmış eziyetten, şiddetten. Kaçıp kendini kurtarırken çocuklarını bırakmış ardında canavar babaya...
"Annem korktu galiba başkası ile evlenmişti. Geri dönmeye korktu, bizi aramaya korktu. Evlendiği adam vefat etti, bu kadar zaman içinde geri dönmeyi gurur meselesi mi yaptı, bizim onu istemeyeceğimizi mi düşündü bilemiyorum. Sonra nüfus idaresinden kimlik kaydından kardeşim buldu. 22 yıl annemi hiç görmedim ben. Ama bu 22 senede babam da bize cehennem azabı yaşattı."
Çocukluğunu, genç kızlığını annesi olmadan yaşayan bir genç kadın o. Değil anne, yanında bir abla, bir arkadaş, sevecen bir bakış, bir yumuşak kalp olmadan. Yüreğini hep kendi çiftlemeye çalışan... Elleriyle kazıyarak, kendinden bir ben yapan; yaşından yaşlı, yorgun elleriyle...
"Babaannem büyüttü bizi, amcamlarda kalıyorduk.10 yıl sonra babam evlendi. Kadın çok iyi görünen ama beni hiç istemeyen bir kadındı. Sürekli benim'evlenmemi, o evden çıkmamı istiyordu. Bana bunu belli etmiyordu ama sonradan öğrendim. Bir kere evden kaçtım, abim o zaman askerdeydi." Baba dayağından bezip evden kaçıyor gideceği yeri olmayacağını ama dönüşünün çok daha şiddetle onaylanacağını bile bile...
"Benim babam eliyle dövmezdi. Hiçbir zaman bana eliyle vurduğunu hatırlamıyorum, ya kemerle döverdi, ya yemek karıştırdığımız bir tahta kaşığımız vardı onunla döverdi. Hem çok sarhoş olduğu için, hem de onun kızı olmadığımı düşündüğü için... Artık belli bir zaman sonra yüzümü korumaya başlamıştım. Çünkü sürekli morluklarla geziyordum. İnsanlar soruyor tabi... Gözün mor, yüzün mor. Babamın dövdüğünü biliyorlardı ama... Biraz büyüyünce, ergenliğe girince bu şekilde dışarı çıkmaya utanıyordum. İnsanların sorularına cevap vermek zordu, içine kapanık bir insan olmuştum. Artık herkesten nefret ediyordum. Hiç kimseyi sevmiyordum. Böyle geçti çocukluğum."
Artık yüzü gözü mor değil ama boynundan göğsüne bir fular gibi uzanıyor darp izleri... Gözümün, ara ara takıldığı, hikâyesinin ise koskoca bir geçmişe bedellendiği izler bir acı bilgi. Bu hikâyenin, onun hikâyesinin harfsiz sözcükleri, tensel imleri... Dayak, örselenme, şiddet: bedeninin yazısı, ten ile kalp arasında kalan bir perde; bu dünya ile ötedünya arasında bir geçit, bir berzah... Akıldan çıkmayanın sureti...
Sözcükler önce tedirgin, kırık sonra zıpkın gibi saplanıyor yüreğime. Bir ân önce bitirmek için hızla anlatıyor hikâyesini. Orta yerinden bölüp anlamaya çalışıyorum, "o dereceye" nasıl gelindiğini?
Ateşin birdenbire yükselip geçmişin hiç sönmeyen küllerini de alevlendirmiş olmasını niye kabul etmiyorum?
"Her şeyin akışı, seyri usul usul olmalı" içbilgisinden mi?
Oysa kimilerinin hayatı acı bilgi; yakıcı ve başdöndürücü bir hızın içinde kasıp kavuruyor geçtiği her yeri. Geriyeyse zaman kiplerinden iz kalıyor yalnızca; simsiyah bir leke... Leke varsa orada temizlik de vardır; silme, süpürme, toz alma, yıkama, yıkama... Yıkımı durdurma, kirliyi arıtma...
Genç kızlığının tek işlemi bu; bir kadının işlevi bu:
"Temizliğe vermiştim artık kendimi. İlkokuldan sonra babam okumama izin vermediği için eve kapandım. Gezmemiz, dışarı çıkmamız yasaktı. Kocaman evin sorumluluğunu tek başıma üstlenmiştim. Sabah kalk kahvaltıya yardım et, bulaşıkları yıka, öğle ve akşam yemeği hazırla... Sarhoş babanın pisliklerini temizle... İki sene hiç su akmadı yaşadığımız mahallede, su taşı, evi süpür, sil, akşam yemek ye, yat. Artık rutin bir şey olmuştu hayat."
Mitolojik bir kahraman sanki; çağdaş bir Sisiphos... Taşıma suyla, kocaman evin temizliğini elleri parçalanarak kotaran, her gece ya televizyondaki gülümseyen kuklaları seyrederek yaşanmamış bir çocukluğun yasını tutan ya okuyup çocuk psikologu, hemşiresi, doktoru olma hayalleriyle içini yeşerten bir kül kedisi...
Temizlikle şiddetin ikonografisi arasındaki bağıntı ne garip; benzerlikleriyle benzememezliklerinin mesafesi ne büyük...
Bütün hayal kırıklıklarını, dışarıda biriktirdiği öfkeyi, çaresizliği evinden, kızından çıkarıyor baba. Kızın tüm gün temizlediği evi kirleterek, onun bedenini kanatarak...
Temizliğe tezat üç temelle: Bir varlığın nefes alıp veren, acı çeken bir canlı olarak değil de bir nesne olarak görülmesini sağlayan nesneleştirme; bir varlığın bütünlüğünü ortadan kaldıran parçalama ya da kesip biçme; son olarak da tüketme...
Tükenerek büyüyor; etinden yiyerek besleniyor ve içini kendini boşaltarak dolduruyor o; yarasını yalayarak gideriyor susuzluğunu. Kanıyor, hep kanıyor...
"Bir gün sabah bir kalktım, leke gelmiş. Nasıl korktum ama. Kimse bana bir şey söylemedi. Hastaneye gittim, kadın doğuma. Korkuyorum da, adama sormaya, bu neyin nesidir diye... Gazete koyardım, ped aklıma gelmiyor. Ne bulursam artık, ama korkudan ağlamaktan da aklım çıkıyordu, 'ben öleceğim' galiba 'bana ne oluyor böyle', 'bu neyin nesidir' diye..."
İlk reglini böyle yaşıyor işte. Korkarak, korku hüküm süren tek duygu. Korkuyor, bir suç işlediğinden, artık "kız" olmadığından...
Yıllar yılı koruduğu zar parçasının yırtılıverdiğinden... Sene be sene yediği dayaktan sızandan farklı bu, çünkü orasında.
En gizli, en saklı, en koruması elzem yerinde:
"Mahrem bölge ya; ahlakdışı gibi. Zaten babaannem büyütüyor bizi. Hep böyle cinselliğe karşı, erkek eli tutmayın, erkeğe değmeyin, göz süzmeyin. Erkeğin yanından bile geçerseniz hamile kalırsınız... Böyle bir baskı altında büyüyünce, bana ne oldu acaba diye çok ağladım."
Amcasının kızı tesadüfen haberdar oluyor tuvalette kan görünce. Bilgileniyor biraz olsun; gazete kâğıdı yerine ped kullanmayı öğreniyor.
Regl kanını, üzeri kanlı haberlerle bezeli gazete kâğıtlarıyla örtmüş defalarca; kendi gibi dayak yiyen, şiddete uğrayan, öldürülen kadınların, gözleri bandlı fotoğraflarını manşet yapan gazete kâğıtlarıyla...
Etine karbon kopyası çıkmış kadınların kanının... Şiddetten nemalanan medyanın azgın dişleri bacak aralarını berelemiş. Kanını, acısını, yaşadıklarını bir bir örtmüş zamanında ama, şimdi örtmeye yeltenmiyor darp izlerini. Gönül indirmiyor geçmiş acıya, uğuntuya...
Benimse gözüm takılıyor çapak çapak, çıplak çıplak; silinmek istenene içrek bu izlere; yaslı geçmişinin dövmelerine...
Unutmak istiyor tene mühürlü sözcükleri de mümkün mü bu?
Bizler sordukça... Tanıştığı her yeni insanın gözlerine bir kuşku serilince, yeni bir iş, yeni bir ev, yeni bir hayat, yeni bir sayfa onun geçmişinden beslenerek kurmayacak mı kendini?
İnanma kapanına kıstırabilsem bilincimi, inanabilsem ben de onun gibi yeniden başlanacağına... Tek sığınağın bellek, durmadan üst üste yığılan acıların sonsuz, silinebilenlerinse ne kadar azınlıkta olduğunu unutsam. Kalbimi açabilsem, ruhumu duyabitsem sözcüklerin kıskacından, aklın realitesinden kayıverip....
Bir sigara daha yakıyoruz dumanlarında boğularak, gitgide uçuklaşan hatıraları yeniden canlandırarak. İki kez nişanlamış babası onu zorla; para karşılığında, daha çok içebilmek uğruna...
"Babam parayı seven bir insandı. İlk nişanda çocuğun tarlası falan var hesabı, daha sonra daha iyi bir kısmetimin çıktığını söyledi. İlk çocukla nişanı bozdu, ikinci çocuğa verdi. Ben evlenmeyeceğim deyince, beni dövmeye başladı. Hep 'annen gibi mi olacaksın" diyordu. Annemin kaçmasını hep benim üzerimde yorumlamaya çalıştı. Ertesi gün parmağıma yüzük takıldı. Ne olduğunu anlamadan. Sonra ne olduysa, aradan birkaç hafta geçti babam 'bu nişan olmaz' dedi. Sonra ben çocuğu bir daha görmedim. Yüzüğü, getirdikleri birkaç parça bir şeyi geri verdik. Araya çok bir zaman girmedi, diğer nişanlandığım çocuk çıktı. Onla nişanlandık." Üvey annenin bir akrabası, ikinci nişanlı... Babaya daha çok para vaat edilince ilk nişan bozulup ikinciye hayır duası kesiliyor. Hepi topu iki ay... "Beni evlendirecekler, beni evlendiriyorlar. Hiç istemediğim birileri ile evlendiriyorlar. Beni kurban ediyorlar."
Bir kez daha evden kaçıyor; ağabeyi askerde. Yengesi akşamına kapıya getiriyor yine. Yoksa baba, ikisini birden vurur. Bir kez ölmeye razı ama artık, her gün ölmektense... Gazeteler yetmiyor acıyı örtmeye... Acı sızmaya başlarsa hayatın orta yerine ardı arkası kesilmez kimileyin; kurban kültünün m istifi kasyonu aya yıla değil, bir ömre bedellenir. İkinci nişanlılık evresinde, on yedi yaşının eşiğinde bir başkası giriyor devreye: babanın kaynı... Her şey babanın gözetiminde olup bitiyor; ırza geçme töreni de...
"Adam üzerime saldırdı. Adam bana tecavüz etti. Ve babam bunu çok iyi biliyordu. Ve nişanlıydım ve o adam vardı. O kadar bağırmama rağmen babam duymadı. Analık da evde üstelik. Ve adam gelip bana saldırıyor, bağıra çağıra ırzıma geçiyor."
Canı çok acıyor, ikiye ayrılıyor acıdan; daha ziyade korkuyor aslında. Bir an önce görmek istiyor, acının bitmiş resmini, kanın yine oradan ama bu kez bambaşka bir sızıyla gelişini...
Ürküyor göreceğinden; çünkü bu kez başka bir sancıma... Bu (kez) geriye dönüş yok, bu kez hiçbir örtü saklayamaz açığa çıkanı.
Çaresiz, titriyor, buz kesiyor her yeri, elleri tir tir titrerken koşturuyor deliler gibi gözleri odanın dört bucağında. Yatağa lehimlenip kalmış, alt tarafı felç, duygular kezzapla yakılmış adeta...
Dili ısırılıp bastırılmaktan ezilen, yamulan bir tıpa; mührü ağzının. Bağırmamalı, susmalı; bu onun utancı! Kız değil artık yırtıldı ikiye, ayrıldı düşleri yaşamdan ölüme.
"Çok kötüydü. Kendime çok zor geldim. O adam iki seneye yakın bana cinsel tacizde bulundu. O iki sene, hayatımın aslında en büyük cehennemlerinden biriydi. İşte o yüzden evden kaçmıştım ben. Beni kurtarsınlar diye. Bunu söyleyemiyordum. Hiç kimseye söylenmiyordum. Çünkü baban yapıyor bunu biliyorsun, kime ne anlatacaksın?"
İnsanın, insan bedeninin böylesine değer yitirdiği bir dönemin muhafızı olan baba, kendi etinin iştahını doyurmakla kalmayıp, şiddetten gözü dönmüş tüm leş kargalarını besler, bile isteye gerçeklenen bir kıyıma katılmış olmaktan zerrece korkmazken, tenin kırıldığı aralıklardan, öngörülemez olanın, yeni bedensel ve içsel deneyimlerin lanetlenmiş topraklara uzanan bir güzergâhın görüntüsü ışıldamaktadır. Kararlıdır artık genç kadın bu işkenceyi bitirmeye...
"O arada, bir gün sabah adam geldi bana saldırdı, ben elime bıçağı aldım öldüreceğim seni dedim, o sırada tenim sıyrıldı, adamın tırnakları geçti. Yengem gördü, dedi ki 'Orandaki ne?'. Tüm korkuma rağmen her şeyi anlattım. O da bana okkalı bir tokat attı, neden şimdiye kadar bir şey söylemedin diye. Çünkü korkmuştum, gerçekten çok korkmuştum. Nasıl tepki vereceğimi bilmiyordum ki. Bu adam bizim akrabamızdı ve benim abiye, dayıya, amcaya ihtiyacım vardı. Babam evlendiğinde, ailesindeki tüm adamları kendi abim gibi görmüştüm."
Virginia Woolf'un bir hikâyesini anımsıyorum soğumuş çayın son yudumunu içerken. Bıkkın, bezgin, yorgun bir kadın, duvardaki gölge mi, leke mi, ne olduğu belirsiz bir iz üzerinden umutsuz hayatın sonrasında, kalın yeşil sapların eğilmesiyle bir çiçeğin kadehinin devrilişini görür...
Mor ve kırmızı ışıklarla ıslanır sırılsıklam. Leke bir gül yaprağının minik parçası oluverir. Yaralı bereli hayatı aydınlanır gibi olur bir ara kadının... Çiçeklenir, mevsim bahar olur. Karşı inşaatta çalışan bir cam ustası, çiçeklerle boyar tinini, teni rahiyadan boğulur.
Onu çok sevdiğini haykırır; yetmez duvarlara, sokaklara çiziktirir, çiçek çiçek. Tohumlar peş peşe devirir kadehlerini özleriyle esrimek istercesine...
Ama yaralıdır kadın, güvensizdir. Gönlünü okşamaz bu çabalar, değil mi ki o da bir erkektir; değil mi ki erkekler severken öldürür... Değil mi ki mitolojideki kimi tanrılar insanları köklenip ayaklar altında çiğnenecek, kopartılacak birer çiçek gibi görürler. Gözünü yere, başını yana, ellerini içine gömer yine kadın. Korku artık duygu değil bilgidir çünkü... Güzellik iyiliğin çiçeklenmesidir elbet, ama bazen de bir silaha dönüşür çiçek.
"Cam takarken görüyor beni. Çıktığı kızlara falan benzetmiyor. 'İstanbul kızları çok oynaşık, onlar evlenilecek insanlar değil. Ben seni ailemin karşısına daha rahat çıkartırım, sen bir ev kızısın' deyip kafasında sabitleyerek düştü peşime.. Hatta beni istemeye falan da geldi, ailesini de çağırdı Kırşehir'den. Babam vermedi, bu kafasında sabit bir fikir olaraktan beni götüreceğini koydu. Ben o dönem evden kaçtım, abimin nişanlısının yanına gittim. Evlenmeyi kesinlikle düşünmüyordum, hiçbiriyle evlenmeyi düşünmüyordum. Yani ilk gece muhabbeti vardır ya. Ne anlatacağım ben adama?"Sonra birileri çeler kafasını, cesaretlendirir, güç, güven verir:
"Al karşına konuş. Seven erkek her şeyi kabul eden erkektir, en azından babanın zulmünü biliyor ama istanbul'da seni harcarlar, hani gençsin, güzelsin, 17 yaşındasın. Hiçbir şeyin kalmaz. Hani bir bakarsın ki fuhuş batağına düşersin. Alışırsın zamanla seversin."İnanır kadın, inanmak ister, zira inanacak hiçbir şeyin kalmadığı sınırları batak dünyasında sadece-inanma duygusuna...
"Ben de evden kaçtım. Ve o adamla öyle evlendim."
Evlenmeden önce buluşurlar, herşeyi anlatır kadın, kabul eder adam. Evlenirler; imam nikâhı. Adamın memleketine giderler. Kırsala kentten gelin gelmiştir hem de kız olmayan bir şehirli gelin!
"Ben başka bir şeyden kaçtım, başka bir zulmün içine girdim. Bu kadarını beklemiyordum."
Konuştukça açılıyor o, benimse dinlemeye dahi mecalim kalmadı artık. Etimi ısırıyorlar, tenimi dağlıyorlar o anlattıkça. Yoruluyorum, büzülüyor yüreğim, soluksuzum. Hikâye bitti sanırken yeni başlıyormuş meğer... Şiddete maruziyeti bundan ibaret değilmiş meğer...
Asıl trajedi, asıl işkence sahneye kocanın gelişiyle doruğa çıkacakmış meğer...Gölgeler daha da kısalacakmış...
Kalabalık bir ev, kaynana, kayınbaba, kayınçolar, eltiler, görümceler, yengeler, kardeşler, ablalar, ağabeyler, çocuklar, torunlar, gelinler... Aşiret kuralları, yasa... Kadınların hiçbirinde resmi nikâh olmaması onur. Çocuklara kimlik çıkarılıyor, kadınlar kimliksiz... Resmi nikâh istemenin cezası ölümcül dayak!
"Buraya geldin, sen bizim namusumuzsun, sana burada hiçbir şey olmaz, gelinlikle girdin, kefenle çıkacaksın, resmi nikâh neyin nesi, bir imzaya mı güveniyorsun?"
Yeni gelin -evden kaçmış bir annenin kızı-, İstanbullu diye, çok bilip resmi nikâh istiyor diye küçümseniyor, itiliyor, örseleniyor.
Giderek daha yalnız daha küçük bir alem dünyası (Dünyası, giderek küçülen bir âlem), dört duvar. Duvarda geceden geceye büyüyen, koyulaşan sessizliği, içindeki küçük kızla konuşarak kırmaya çabalıyor kadın. Bir kız bebekle! Bir düşüğün ardından gelen kız bebek doğunca adı konuluyor yeni gelinin:
"Uğursuz!" "ilki düştü; 'erkek' dedi kaynanam. 'Erkek çocuğu taşıyamıyor' dedi. Sonra, sonra ikincisi de kız oldu. Az kalsın öldürüyorlardı bebeği..."
Kız doğurmuş bir yeni gelin olsa da kocasıyla arası iyi yine de, evliliğin sene-i devriyesine dek. Sonra, arada sırada patlak veren şiddet ateş alıyor...
"Benim tecavüz olayımı hiç unutmadı. Unutmamış daha doğrusu. Sürekli bunun hesabını yıllarca sordu benden. Sanki ben istemişim, sanki o adamla severek birlikte olmuşum gibi. Yıllarca sordu. 20-25 yaşıma gelene kadar ona hiç anlam veremedim. Sonra sonra anlamaya başladım. Dayağın şiddeti artınca..."
Onunla buluşmaya gelirken gözümün önünden hiç gitmeyen sahneler yeniden renkleniyor. Karısını sürekli döven bir adam ve ona duyduğu patolojik sevgi dolayısıyla umudunu hiç yitirmeyen kadın...
Kadına uygulanan şiddet meselesi üzerine izlediğim en yoğun filmdi Iciar Bollain'in "Gözlerimi de Al"ı.
Antonio'nun Pilar'a yönelttiği fiziksel şiddetin yarattığı korku kadar Pilar'ın onu affetmesinin üzerimde yarattığı korkunun çok daha ürkütücü olduğunu anımsıyorum. Bedenine yönelik öldürücü şiddetin yanı sıra kişiliğine yönelik aşağılama ve hakaretlerin yarattığı yıkım, fiziksel şiddet kadar kalıcı ve yaralayıcı idi. Antonio, Pilar'ı geri kazanmak için kadınlara şiddet uygulayan, iletişim kurmayı beceremeyen, sorunlu erkeklerin katıldığı bir terapi grubuna devam eder. Ama şiddetten asla kurtulamaz.
"Önceleri özür dilerdi. 'Kusura bakma, ben seni çok seviyorum, çok sarhoştum' derdi. Sonra özür kalmadı. Sanki ben onun için kum torbasıydım. Ve o beni dövmek zorundaydı. Yediğim dayağın nedenini hiç bilmedim. Ama ondan da bir türlü ayrılamadım."
Genç kadın anlattıkça film yeniden yeniden sahneleniyor karşımda. Oysa bu bir film değil ve yaşanılanların kurmacayla hiçbir bağıntısı yok. Ve burası, gözleri her cümlede, tüm olanları geride bırakmış olmanın huzuruyla menevişlenen kadının kocasının da terapiye gidebileceği bir memleket değil. O, dayanma gücünü, belki bir gün değişir umudundan alıyor, etrafındakilerin "koçandır, hem sever, hem döver" savsözlerinden değil.
İçindeki güçle, çocuklarına sunacağı yenibaharın kokusuyla filizleniyor kökü kurutuldukça yeniden yeniden; geleneğe içrek nidadan değil. Sevgiden hiç değil, çünkü biliyor bu sevgi değil.
"Döverek beni kendine bağlayamaz, böyle tuhaf bir şeydi. Beni döverek zaten kendine bağlayamazdı defalarca konuştum, cebine not yazdım o zaman telefonlanm falan yoktu. Arkadaşlarına, patronuna dilim döndüğünce anlatmaya çalıştım ki hani ona anlatabilsinler diye ama o bunu hiç anlamadı."
Yıllarca devam ediyor hayatın çilesi, katlanarak yumak yumak, boğazda düğüm düğüm...
Gözlerini vermiyor ama, boncuk boncuk hayata kırpılan gözlerini saklı tutuyor adamdan. Benim gözlerimse tenindeki izlerde hep. Bakışımın nesnesi değil, bakışımın açısı utantırıyor beni. Bizler ne yazık ki yalnız ve yalnız bizden önceki insanların baktığımız nesne hakkında ne düşündüklerinin hatırasıyla kullanmaya alışığız gözlerimizi...
Oysa bakışım onun acısını sarar ve onlara kendi etini giydirken, o gizlemiyor kendini; tüm örtüleri birbir açıyor hatta... Bir müddet sonra İstanbul'a taşınılıyor yeniden. Bir ev tutuluyor iyi kötü, komşuların verdiği birkaç eşya, iki çocuk, yaralı bir kadın, her gece içen, şiddetle dolan, taşan bir adam; ağabeyinin oğlundan komşunun kocasına, marketteki çocuktan sokaktaki delikanlıya kadar herkesi bahane ederek dayak atan, şiddeti gitgide arttıran bir adam.
"Şunu düşünemiyorsunuz, ya benim yapmam gereken başka bir şey vardır illa ki. Benim bu adamdan kurtulmamgerek, bunu düşünemiyorsun. Hayır canım bu adama daha çok yapışmam lazım, yani tamamen sanki ona etiketlenmiş gibiydim. Bunu biliyordum ama; o yaşlarda buna aklım mı ermiyordu yoksa mantığım mı?"
Derken dövdükten sonra tecavüz başlar. Sonra porno filmler girer eve. Her gece sızana dek içip porno izler, kendisinden olmadığını iddia ettiği kızına el uzatacak denli fütursuzlaşır. Kafa kırılır, tüm beden kanar, yaralar artık iz bırakmaya başlar, gözler morarır, ses kısılır, eller, dudaklar, yürek çatlar, soluk durur; acı bir ömürdür, bir ömür acı...
Sonra taşınmalar başlar; Kırşehir-İstanbul-Ankara, yine İstanbul'un tüm gecekondu semtleri... Unu sulandırıp çocuklarını doyurur kadın, gözlerindeki gölgeden örtü yapar karda buzda onların üzerine... Açlık, sefalet, parasızlık ve oradan oraya sürüklenmenin naçarlığıyla yaşı büyür eti eksilirken; 25'i bulur. Komşular acır Hallerine, adamın patronu acır, ama ne adam ne kadının akrabaları oralı olmaz. Evdeki iki parça eşyayı almaya gelen icracıların, polisin, bakkalın, ev sahibinin karşısına çıkan hep kadındır. Gözlerini vermeyen kadın... Gözleriyle gün doğumunu seyretmek isteyen kadın... Evini de umutları gibi içinde tayışan kadın...
Öyle ya "Bir ev olmak gerekmez/Beynin koridorları vardır emsalsiz/Maddesel uzamı..." Emily Dickinson'ın 1860'larda yazdığı gibi...
"Ben kitap okumaya başladım. Sağdan soldan kitap almaya başladım o geliyor kaldırıyorum ama yine okuyorum, 'evet okumam gerekiyor' diyordum; 'benim okumam, kendimi düzeltmem gerek, bu adam böyle çekilmeyecek çünkü ya beni öldürecek ya da çocuklara zarar verecek."
Onun değil oysa adamın kendini düzeltmesi gerek; hiç olmayacak bir düş. Sanrıyla kopkoyu hayatın içinde filizlenmeyen bir hayal... Ama bir gün, bir bilinç aralığı kendine bir alan oluşturur, hem de bir kötülüğün içinden...
Bir icra memurunun sözleri aklına yapışıp kalır. Sığınma evine başvurmak! Ama bunu paylaştığı tüm komşuları, bu tür mekânlarda kadınların satıldığını söyleyerek korkuturlar onu.
Cinselliğini hiç bilmemiş, yaşamamış, bu en doğal hazzı bir işkence silsilesi olarak bedeni hep kusmuş kadın yine çekimser kalır. Hiç durmayan şiddet ama, arkası kesilmeyen dayak nihayet canına tak eder.
Kendini donattıkça, kitapların dünyasına girdikçe gerçeği görür gözünün önünde. Gerçek ile onun simgesi arasındaki mesafenin fark edilmesi, çoğu kez kinik bir duruşa neden olur; kinik özne bu mesafenin farkındadır, ama mesafe yokmuş gibi davranır.
Mesafesizlik bir düzlem bozukluğuna, bölünmeye, yozlaşmaya yol açar ve katlanılmaz bir hal alır. Ama o mesafeyi aşar, hem de bu "yırtılma"yı korkutucu boyutları içerisinde öğrenerek...
Hayata yeniden başlayan bir kadın o şimdi.
Mor Çatı'nın altında... Bir süre sığınma evinde kaldıktan, günlerce uyuduktan sonra düzenini kurar. Bir iş, bir ev bulur, çalışır, çocuklarına bakar, geçmişin izlerinden kurtulmaya çalışır, onun acı bilgisini hazmederek. Hayaller kurar ilk kez, çocuklar gibi şen:
"İlkokul mezunu olmam hiç kimsenin umurunda olmayacak. Ve ben bir şeyler yapacağım ve ben bir yerlere geleceğim. Erkeklerin değil benim kurallarım var artık. Onlarsız da yaşayabilirim. Onların 'giremezsin' dediği ortamlarda çalışıyorum. 'Bir kadının ne işi var' denilen yerlerde sabaha kadar hizmet ediyorum. Gidiyorum paşa paşa işimi yapıyorum paşa paşa da evime gelip yatıyorum."
Sağlıklı, diri, kararlı, gücü de duygusu da esnek, gözleri ışık saçıyor şimdi. Yaşıyor... Aşkı da...
"'Neredesin, nasılsın, çalışma ben sana bakarım, sen benim herşeyimsin' diyen bir adamla birlikteyim. Bu yaşıma kadar hiç yaşamadığım duyguları yaşıyorum. Kararlarıma saygı duyuyor, benimle oturup tartışıyor, benimle bir şeyleri tartışıyor, yani kötü hiçbir sözü yok. Benimle bir hayat kurmak istiyor ama bunun için de çok erken. Çünkü zaten hayatına yeni başlamış biri için yeniden tam anlamadığın bir hayatın içine girmek bana göre değil."
Peki kocası nerede? Ne yapıyor? Bıraktı mı peşini? Ben en çok bunu diliyor ve umut ediyorum içimden, artık gözlerimi gözlerinin içindeki serin derinliğe bırakarak:
"6 ay öncesine kadar çok uğraştı. Hatta çocukları almak için 15 günde bir geldiğinde, elinde çiçek, parmağında yüzük olmasına rağmen uğraşıyordu benimle. Beni geri istiyordu. Aksi takdirde yüzüme kezzap atacağına dair tehditler savuruyordu. Beni öldüreceğini de bilsem geri dönmeyeceğim."
Çünkü adam alamadığı tek yeri ister, gözleri, bakışı... Bakışta oluşan geleceği... Ama korkmuyor kadın artık korkudan. 15 yıl boyunca aslında korkak bir adamın kahrını çektiğini biliyorve diyor ki "Keşke bunu daha önce yapsaydım. Ben keşke ondan hiç korkmasaydım."
Son bir cümle eklemek istiyor bugünün bilgisiyle yarınlara:
"Bütün kadınların akıllı olmalarını istiyorum. Evde oturan kadınları özellikle yakalamaya çalışıyorum. Yakalayabildiğim, görebildiğim herkese aynı şeyleri söylüyorum. Eğer kocanız adam değilse boşanın, hani hayat gerçekten o kadar korkulacak gibi değil."
O, dayak yiyen bir kadın değil. Kocası, döven bir adam... Benim eklemek istediğim son cümle de bu. Kurguyu "dayak yiyen" kadın üzerinden oluşturduğumuzda, savaşmaya, direnmeye çalıştığımız hegemonik dilin sınırlarında geziyoruzdur. Ontoloji ideolojiyi tekrarlıyor, ideoloji, görünürde ontolojik olanı yaratıyordur.
"Adam kadını dövdü" cümlesi ilkin "Kadın adamdan dayak yedi"ye, sonra "Kadın dayak yedi"ye, nihayetinde de "dayak yiyen/şiddete maruz kalan kadın"a dönüşüyor.
Kadınlara yönelik şiddetle "şiddete maruz kalan kadınlar" ifadesi arasında bir yer değiştirmece yapmadığımız sürece erkeklerin kadınlara yaptığı bu "şey", kadının doğasının parçası olan "şey" haline gelecek ve erkeğin bu süreçteki payını tümden unutacağız. Oysa unutmamız gereken patriyarkanın tüm kural, koşul, kanaat ve kurguları ile geçmişte kalan acılar... (HÖ/EZÖ)
* "Şiddete Karşı Anlatılar-Ayakta kalma ve dayanışma deneyimleri" Mor Çatı'dan temin edilebilir.
* Mor Çatı, Katip Mustafa Çelebi Mah. Anadolu Sok. No:23 D:7-8 Beyoğlu / İstanbul