Ergenekon davası ve soruşturmaları Türkiye solunda yoğun olarak tartışılıyor. Operasyon ve soruşturmalarda çıta yükseldikçe ivmelenen tartışma, böyle giderse daha da hararetlenecektir.
Türkiye solunun Ergenekon’a ilişkin kavrayışları ne kadar özgündür, gerçekliği ne kadar yansıtmaktadır, ayrı bir konu.
Ancak ileri sürülen tezlerin ve takınılan tavırların solun kendi içinde barındırdığı farklı ideolojik meşrepleri ve politik tutumları bir kez daha görünür kıldığı kesin.
Görünen nedir?Başlıca üç ana eğilim söz konusu:
- Devlet içinde yuvalanmış, kökleri Teşkilât-ı Mahsusa’ya kadar uzanan çeteci ve darbeci yapılanmalara yönelen soruşturmalar hem hukuken hem de siyaseten meşrudur. Bu sayede siyasal alan yeniden düzenlenebilir; ciddi ve kalıcı demokratik kazanımlar elde edilebilir. Yeter ki soruşturma hakkıyla yürüsün ve derinleştirilsin. O yüzden sol sürece müdahil olmalı, ikirciklenmelerin, isteksizliklerin ve örtbas etme eğilimlerinin üstesinden gelmeye bakmalıdır.
- Ergenekon süreci, Türkiye Cumhuriyeti’ni kayıtsız koşulsuz teslim almayı aklına koyan emperyalist güçlerin ve yerli işbirlikçilerinin bir huruç harekatıdır. Asıl amaç çetecileri değil, Türkiye’nin tam boy teslimiyetine karşı direnenleri tasfiye edip, Türkiye toplumunu da, her türden emperyalist ve gerici uygulama için tesviye etmektir. Sol bu ideolojik ve siyasal temizlik harekatının iç yüzünü teşhir etmeli, giderek büyüyen ve hatta gerçekleşmeye başlayan emperyalist kundaklama tehlikesine karşı kitleleri uyarmalıdır.
- Egemen sınıfların bir iç hesaplaşmasıyla yüz yüzeyiz; o yüzden sürecin iki kutbundan birine eklenemeyiz. Solun işi, üçüncü bir kutbu yaratmak, emekçilerin ve ezilenlerin cephesini açmaktır.
Kolayca görüleceği gibi, bu tezlerden ilk ikisi yalnızca sola ait değildir; ilki liberaller, ikincisi ise Kemalistler tarafından da savunulmaktadır.
Bu savunuda, solun kendine özgü duyarlılıklarının baş göstermesi ya da Marksist terminolojinin kullanılması, aradaki ciddi örtüşmeleri ortadan kaldırmaz.
Sonuncu tez ise, kendilerini genel olarak işçi sınıfı siyaseti içinde tanımlayan bazı sosyalist çevrelere aittir ve bu haliyle bir başka akım tarafından paylaşılması da olanaklı değildir.
Peki gerçek olan hangisi?Eğer gerçekliğin dilsel ve ideolojik bir kurgudan ibaret olmadığını, bilme durumunu koşullandıran bir nesnelliğin varlığını kabul ediyorsanız, son derece haklı bir sorudur bu.
Tamam, Marx’ın 1844 Elyazmaları’ndan bu yana, bilginin, bilgi nesnesiyle pratik olarak kurulan ilişkiden bağımsız düşünülemeyeceğini biliyoruz. (Bir mineral tüccarının baktığı taşta, güzellikten önce mübadele değerini göreceğine dair örneği anımsayınız.)
Ancak bu epistemolojik koşullanmışlıktan kalkarak gerçeklere, tıpkı kurbanlarının boylarını elindeki yatağa göre kesip biçen haydut Prokrates gibi davranabileceğimiz sonucu da çıkarılmamalı.
Unutmamalı, gerçekliğin çelik uçlu mızrakları karşısında sonsuza dek dayanabilecek bir ideolojik zırhın olmadığını döne döne bizlere anlatacak olan da aynı Marx’tır.
Evet, farklı ideolojik değer yargıları olabilir, farklı politik tercihler de.
Ancak sonuçta kimse liberaller için bir Ergenekon, cumhuriyetçiler için apayrı bir Ergenekon olduğunu savunamayacağına göre tekrar soralım, gerçek hangisi?
Durulup netleşeceğine, tozu dumanı her gün biraz daha fazla savrulan bir süreçtir karşımızdaki.
Buna, bir kamyon kasası büyüklüğündeki dava dosyasını ve hukuksuzlukta da, ahlaksızlıkta da sınır tanımayan medya savaşlarını ekleyiniz. İşimiz zor gerçekten de!
Bu noktada durup, geçmişin sistem ve yöntem kurucusu büyük filozoflarından esinlenebiliriz.
Bir çokluklar ve görünüşler dünyasında, apaçık olanı, vazgeçilmez olanı, kendisinden daha geriye gidilemeyecek olanı aramıştı onlar.
Felsefenin bu konudaki hezimetini biliyoruz. Ancak bizler metafizik hakikatlerin sonsuz dehlizlerinde değiliz; zaman ve mekân içinde tanımlanabilecek olan, güncel olan, somut olan bir durumdur karşımızdaki.
Açıkça yalan söylemeyen, gerçeklik duygusuna sahip herkesin biraz dikkat sarf ederek kabul edebileceği türden gerçekler vardır ortada, öyle olmalıdır.
O halde yapılması gereken, önce bu gerçeklere bakmak, sonra da solun farklı kavrayışlarına bu gerçeklerin ışığında eleştirel yaklaşmak olmalıdır.
İşte bazıları:
1. Gerçek: Öncelikle şunu görmeli: Bu kadar kapsamlı ve kritik bir soruşturmanın, tümüyle uydurulmuş, eskilerin demesiyle külliyen muhal bir takım suçlamalar üzerinden yürütülmesi olanaksızdır. Unutmamalı, karşımızdakilerin büyük çoğunluğu iyi eğitimli, tanınmış, hatta nüfuzlu şahsiyetlerdir. Onları yargılamak, 12 Eylül’de yaka paça darağacına gönderilen devrimcileri yargılamaya benzemez, asgarisinden de olsa bir hukuksallık düzeyinin tutturulması gerekir. İstendiği kadar siyasallaştırılsın, hukukun kendine özgü bir nesnelliği vardır; göreli bir bağımsızlığı, bir akılsallığı, bir “hikmeti” vardır. Özellikle herkesin gözünü diktiği bir davada, bu nesnelliği çiğneyip geçmek o kadar da kolay değildir. Pek tipik bir örnek, Reichstag Yangını davasında Dimitrov’un, önce Göring’i mahkeme salonundan kaçırtıp, sonra da III. Reich adaletine kendisini aklatmasıdır.
2. Gerçek: Ergenekon sanıklarının ve zanlılarının hiç de öne sürüldüğü gibi “beş benzemez” olmadıklarıdır. Birbirinden alabildiğine farklı yığınla şahsiyeti tek tek ele almak hem olanaksız, hem gereksiz. Bu insanların dosyalarındakileri bilemeyiz, şimdilik bilmemiz de gerekmez, modern hukukun en önemli evrensel ilkelerinden suçsuzluk karinesi de unutulmamalı bu arada. Ancak soruna siyaseten bakıldığında göze çarpan iki ortak payda var ki çok açık;: Birincisi bu insanlar, AKP politikalarında, AB ile bütünleşmenin halihazırdaki seyrinde ve ABD’nin bu doğrultudaki destek ve yönlendirmelerinde, Türk Ulusu’nun bekası ile, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurumsal-politik güvenliği bakımından ciddi tehdit unsurları görmektedir. İkincisi: Bu tehdit unsurlarının bertaraf edilmesi için “ordu göreve” sloganı etrafında varılan mutabakattır.
Bu aşamada bir parantez açmakta yarar var: Özellikle 10. dalga ile birlikte Veli Küçük veya İbrahim Şahin gibilerle bir araya gelmesi olanaksız kişilerin nasıl olup da operasyona uğradığı soruldu. Soru önemlidir ve tartışılmalıdır:
Önce şunu anımsamalı: Türkiye’nin ortalama siyasal algısında “ordu göreve” sloganı sağı değil, solu çağrıştırır. Neden olmasın? “Ordu göreve” pankartları taşıyanlar “şeriatın karanlığına karşı Cumhuriyet Devrimlerini, Aydınlanmayı ve laikliği savunmak” adına yaptılar bunu, kendilerini solda gördüler, öyle gösterdiler.
Zaten sağın bu tür taleplerle sokağa döküldüğü nerede görülmüş? Bu sol, Kürt sorununda da önemli hizmetler sundu; örneğin Kürt muhalefetinin emperyalist bir komplodan ibaret olduğu yolundaki ortalama Türk aklının oluşmasında ciddi katkıları oldu, geleneksel faşist hareketin bile cesaret edemeyeceği işlere girişti, “Kürdün lahmacununu yeme,” “müziğini dinleme,” “Kürt’le evlenme” gibi uyarıları bu Türk solu yaptı.
Keza Misak-ı Milli aşkına, Türkiye’nin küçülmemesi uğruna, emperyalizme meydan okuyup, “Musul sendromunu aşmayı” ve de güneydeki “Kürdo-Judaik devletin” hesabını görmeyi de aynı nasyonal, hatta ultra-nasyonal sol anlayış önerdi. Bu ay yıldızlı ve kalpaklı solun kurucu babaları ve temsilcileri, Veli Küçük’le, İbrahim Şahin’le bir arada olabilir mi, bilinmez,. ama Veli küçük ve İbrahim Şahin gibiler niçin solun böylesine yardım elini uzatmasın?
3. Gerçek: Soruşturma savcılarının bu sürecin gerçek özneleri olmadığıdır. Ümraniye’deki bir gecekondudan başlayıp, Genelkurmay lojmanlarına ve Yargıtay Onursal Başsavcısı’nın konutuna kadar yükselmek… Sisyphos’un kayasını yuvarlamak daha kolay olmalı! Üstelik Şemdinli davası savcısının ihraç kararının mürekkebi henüz kurumamışken! Ya hükümet, sonuçta polis onun emrinde değil mi?
Zaten süreçle ilgili tepkilerde birinci dereceden muhatap hep hükümet oldu. AKP hükümetinin işin içinde olduğundan kuşku yok. Ancak Fehmi Koru aynı fikirde değil. Bakınız ne diyor Koru:
“'Ergenekon'da meydana gelen gelişmelerden kim daha fazla tedirgin; Baykal mı, Erdoğan mı?' sorusuna 'Erdoğan' demekte hiç tereddüt etmem. İktidarların denetimleri dışında cereyan eden her gelişmeden tedirginlik duyması doğaldır; Ak Parti iktidarı da Ergenekon operasyonunu denetleyemiyor işte.” (Yeni Şafak 09 Ocak 2009)
İktidar partisinin bu yarı resmi sözcüsünün, onca icraatın ardından, sırf ortamı daha fazla germemek için böyle yazdığını düşünmek saçma olur. Kaldı ki Neşe Düzel’le yaptığı röportajda Mahmut Övür şöyle diyor:
“Bu operasyonun nasıl yürüdüğünü hakikaten henüz kimse çözmüş değil. Türkiye’nin ve dünyanın değişen koşullarının ve siyasi iradenin tabii ki bir katkısı var ama... Operasyonların sürmesinde dış dünyanın da önemli bir etkisi var. Ergenekon’un teşhir edilmesinde bence ABD önemli rol oynadı. Ben dosyaların ABD’den de geldiğini, operasyonun sadece kendi gücümüzle olmadığını düşünüyorum. ” (Taraf 12 Ocak 2009)
Övür böyle diyerek Fehmi Koru’nun ağzındaki baklayı çıkarmış oluyor. Öyleyse bu işin bir Amerikan icadı olduğunu söylemek bir komplo teorisi değil, bizzat soruşturma cephesinden gelen mesajlar da, açık veya imalı olsun aynı doğrultuda.
4. Gerçek: Bu sürecin hukuksal gerekçelerle sunulan siyasi bir operasyon olduğudur. Eğer kendi hukukunu sistematik olarak çiğnemeyi devlet politikası haline getirmiş bir Türkiye Cumhuriyeti’nde, hükümetin, emniyetin ve savcıların ellerini taşın altına sırf kanun-nizam hakimiyeti aşkına soktuklarını düşünecek kadar saf değilsek, apaçık bir gerçektir bu. Gerçek operasyonel öznesi ABD-AKP ekseni olan, kovuşturduğu işler özü bakımından siyasi olan, tutup sanık sandalyesine oturttukları siyasi kimlik ve misyon sahibi olan bir sürecin kendisi de siyasidir doğal olarak.
Keza tüm ısrarlı taleplere karşın, kovuşturma ve yargılamaların halka karşı işlenmiş suçlarda değil de, hükümete karşı işlenmiş suçlarda yoğunlaşması, sürecin aslında “Olimposlular” arasındaki bir hesaplaşma olmasıyla ilgili siyasi bir tercihtir.
Ve devletin tepe noktalarında görülen her siyasi dava, düzenin ideolojisinde ve siyasetinde yeni sayfaların açılması demektir. İzmir Suikastı Davası öyledir, Yassıada ve 12 Eylül davaları öyle olmuştur, Ergenekon da öyle olacaktır.
5. Gerçek: Ortada “apaçık belirsizliklerin” ve tuhaflıkların olduğudur. Karşımızdaki, Türk hukuk tarihinin herhalde en uzun iddianamesidir ve arkası da gelecektir kuşkusuz. Ancak böyle giderse iddianameler, içinde her kesin istediği her şeyi bulabildiği ayet-i kerime misali belgeler olup çıkacaktır.
Danıştay Davası sanıklarından birinin ve artık Türkiye’de yaşamayan bir köstebeğin (Tuncay Güney) kovuşturmaların kilit isimleri haline gelmesi iddia makamı için ciddi bir zafiyettir. Eski Organize Suçlar Şube Müdürü Ahmet İhtiyaroğlu’na bakılırsa: “…çok şey bilmektedir bu adam ve adeta anlatsın diye gönderilmiştir.” (14 Ocak, NTV)
Ne ki 2001 yılında anlattıklarında, sonraki tarihlere ait bilgiler vardır! Ve Ankara’daki cephaneliklerle birlikte kutsal vatan toprağından Şühedanın (şehitler) yanısıra, esliha (silahlar) da fışkırmaya başlamıştır! Kepazeliğin finale grossosu ise şimdilik, Aksaray’daki “Ergenekon” apartmanının önünde bulunan el bombaları olmalıdır!
Bunlara bir de, ardı arkası kesilmeyen, dahası, apoletli medyanın polis kanadınca henüz yapılmadan, üstelik adı-sanı konularak duyurulan operasyon dalgalarını ekleyiniz. Ergenekon soruşturmaları ilk başladığında güzel kokular alanlara sormalı, “şimdi aldığınız neyin kokusu” diye..
Okuyucu 1. Gerçek bahsinde anılanlarla, bu 5. ve sonuncu Gerçek arasındaki çelişkiyi fark edecektir. Ancak yukarıda da dedik ya, “tuhaflık ve belirsizlikler bu sürecin bir başka apaçık gerçeğidir” diye.
Şimdi de, şu ana kadar saptayabildiğimiz bu apaçık gerçekleri hatırda tutarak solun yaklaşımlarına bakalım: ve ileri sürülen tezlerin hali pür melalini görmeye çalışalım.
Sol liberallerin genel olarak sorunu, güncel olanı ilk elde nasıl görünüyorsa öylece kabullenmeleri, “acaba bu işin bir de arka planı olabilir mi” sorusunu soracak entelektüel cesareti ve teorik derinliği bir türlü gösterememeleridir.
Ergenekon söz konusu olduğunda liberal anlayış, gözlerini yalnızca sanık sandalyesindekilere diker, iddia makamında kimin oturduğu, oraya oturana kadar ne işlerle uğraştığı ve dava dosyasını kapattıktan sonra yapmayı tasarladıkları pek ilgilendirmez onu.
Oysa, özü bakımından siyasi olan bir kovuşturmada, sanıkların kimler olduğu ve neler yaptığı kadar önemli sorulardır bunlar.
Ne var ki, bir özgürlükler alanı olarak görüp kutsadığı sivil toplumun içerisinden tüm çirkinliği ve zalimliğiyle sırıtan sosyal sorun karşısında, ha bire bakışlarını kaçıran, hiç hoşlanmadığı ve sürekli sınırlandırmanın peşinde koştuğu politik iktidar ile sivil toplum arasındaki diyalektik bütünselliği, dolayımlayıcı ilişkiyi göremeyen, olgu ve süreçleri, geçmişleri ve gelecekleriyle bütünlük içinde kavrayamayan, yani tarihsel düşünemeyen ve en nihayet, içinde yaşadığımız coğrafyayı hallaç pamuğu gibi atan emperyalizm gerçeğine üfürükçü lakırdısı muamelesi yapan liberal aklın bu sorulara verilecek yanıtı yoktur.
Eğer Ergenekon süreci kendi maksadını hasıl edebilirse, “17. Türk devletinin” içine yuvalanmış kimi darbeci ve çeteci damarlar kurumasa bile büzüşecektir. kuşkusuz..
Bu arada kuruluş dönemi ve Soğuk Savaş bakiyesi son kamu hizmetlerinin tasfiyesi, artan sosyal eşitsizliklere, derinleşen emek sömürüsüne karşın devletin, sivil toplumu ebedi özgürlükleriyle, bitmek tükenmek bilmeyen ihtiyaçlarıyla ve de “yaratıcılıklarıyla” baş başa bırakıp, kendi “gerçek“yerine” geri dönmesi de tamamlanacaktır...
Ancak liberal akıl, tüm bunlara karşın, tıpkı Alice Harikalar Diyarında’ki, kendisi ortadan kaybolduğu halde gülümsemesi havada asılı kalan o münasebetsiz ve küstah kedide olduğu gibi, bir çok alandan buhar olup uçsa bile, devletin ceberut suretinin tüm haşmetiyle ortada durduğunu görerek büyük hüsrana uğrayacaktır. O zaman söyleyebileceği tek şey “bu yeni iktidar sahipleri de eskinin Jakoben ve Teşkilât-ı Mahsusacı alışkanlıklarından kendini kurtaramadı” mahut terennümünden ibaret olacaktır.
Ancak bu anlatılanlar, ulusalcı solcularımıza ve “Cumhuriyet’i sahiplenme iradesi gösteren” komünistlerimize haklılık duygusu vermemeli, çünkü o cenahta da liberallere rahmet okutacak sorunlar var:
Sanki ortada hiçbir şey yokmuş da, birilerinin aklına ansızın emekli ve muvazzaf askerleri, cumhuriyetçi aydınları ve birtakım vatanperver insanları toparlamak esmiş gibi konuşan Kemalist çığırtkanlığı bir yana bırakalım, “1. Gerçek” paragrafında bu konuya değindik. Ancak bu konuda daha incelikli savlar da var. Bakınız TKP 8 Ocak tarihli bildirisinde ne diyor: “İşleyen yargı süreci değil, AKP'nin gücünü emperyalist merkezlerden alan gerici operasyonudur. Gözaltına alınanlar da işledikleri suçlardan değil, AKP'ye muhalefet ettiklerinden, ABD projeleri konusunda itiraz ya da çekincelerini dile getirdiklerinden Ergenekoncu olarak nitelenmektedirler.”
Bu satırları kaleme alanların şu soruları hiç ikirciklenmeden yanıtlaması gerekir:
1- Bu insanlar muhalif duruşlarını ve çekincelerini ifade etmek için neler yapmıştır? Kongreler-konferanslar düzenlenmiş, bildiriler basılmış, köy-kasaba, işyeri- sendika, mahalle-sokak gezilmiş, AKP’ci ve ABD’ci olmayan politikalar için propaganda ve kitlesel örgütlenme çalışmaları mı yapılmıştır? ABD-AKP eksenli operasyoncu kanat, anayasal sınırlar içinde yürüyen olağan siyasi faaliyetlere bu türden bastırma harekâtlarıyla yanıt verebilecek kadar mı gözü kara ve güçlüdür? Yoksa Ergenekon zanlıları arasında, burjuva yasallığını geride bırakan devrimci bir illegalite anlayışı mı vardır?
2- Hem bu muhalefetin ve çekincelerin içeriği nedir; kimin yararına yapılmakta, ne adına ileri sürülmektedirler? Bu muhalefetin içeriğinde emekçi sınıf ve ezilen halklar yararına tek satırcık olsun olumlu bir unsur bulmanın olanağı var mıdır? Bu operasyonlar hiç yapılmasaydı, hatta zanlıların muhalefet ve çekinceleri tam kabul görseydi, Türkiye daha güvenli, daha aydınlık mı olacaktı? 3- Eğer bu sorulara verilebilecek olumlu yanıtlar yoksa, eğer zan altındakiler, AKP faşizminin karşısında burjuva demokratik değerleri temsil etmekten fersah fersah uzaksa, o zaman Ergenekon operasyonlarının tek başına, solu bu kadar heyecanlandırmasının bir anlamı olabilir mi? Her büyük operasyon dalgasında “aman Türkiye elden gidiyor” feryadıyla mücadele seferberliği ilan eden bir anlayış yeterince ikna edici ve güven verici olabilir mi?
Gerçek şu ki Türkiye, Cumhuriyet rejiminin kendine özgü yapısal zaaflarının, kapitalizmin evrensel çelişkilerinin ve bölgedeki etkinliğini sürekli arttırmanın peşindeki emperyalizmin basıncı altında ağır bir tarihsel bunalım yaşamaktadır, ülkenin ve rejimin geleceği gerçekten de belirsizdir. Egemen sınıf katında kafalar karışık, asaplar bozuktur.
Ve bu hercümercin ortasında, karşılığı olmayan Avrasyacı aranışlar, içi boşaltılmış sahte anti-emperyalistlikler, burjuva seçkinciliğiyle magazin sefahati arasında sıkışıp kalmış bir laiklik anlayışı, ulusun bütünlüğü ve bağımsızlığı adına kışkırtılıp duran Kürt ve Ermeni düşmanlıkları, tüm karşılığı bir kumarhaneler ekonomisinden ve asker postallarından ibaret “yavru vatan Kıbrıs” muhabbeti Bunlara sos olarak Galiyevci fantezileri ve “Kürdo- Judaik Devlet” yutma heveslisi ittihatçı “maksimalizmini” de ekleyebilirsiniz. İşte AKP faşizmine muhalefet, işte çekinceler!
Tek gerçek ülküsü sıcak para olan, ama istikrarı uluslararası finans patronlarının iki dudağı arasına sıkışmış bir burjuvazi. Kendini sağlama alabilmek için bazı gerilimleri hızla hafifletmek isteyen, içeride ve dışarıda kimi uzlaşmalara gereksinimi olan bir rejim. (Dolmabahçe mutabakatından, Ermenistan açılımına kadar bir dizi gelişmeyi anımsayalım).
Bir zamanlar Bolşevizme karşı tampon olarak baktığı Türkiye’yi, şimdi de yeni bölgesel açılımlarında, ama bu kez “ılımlı İslâm” modeliyle bir kez daha tampon olarak kullanma hesapları peşindeki bir ABD. Tablo budur.. Ve bu tablonun orta yerinde bir de muhalefetimiz var!
Aslında modern Türk devleti kuruldu kurulalı hep iktidarda olan, ona tüm karakteristiğini veren bir muhalefet!
Fıkradaki, bir yere gelmeyen, ev sahibini bırakmayan, ama kendisi de gitmeyen uğursuz hırsız misali; aşağıdan olsun, yukarıdan olsun, hiçbir değişime cevaz vermeyen, bu arada kendi işlerini iyice yüzüne-gözüne bulaştıran, ama “efendi efendi” haddini kabullenip, hududuna çekilmeyi de bilmeyen bir muhalefet!
Aslında bir devrimle başı ezilip tunç baltanın ve çıkrığın yanına değil, doğruca tarihin çöplüğüne atılması gerekirken, bu bir türlü yapılamadığı için sermaye düzeninin meşrebince ve her zamanki gibi “dış yardımla” burnu sürtülen bir muhalefet!
Ancak ulusalcılarımız çok da tasalanmasın. Ergenekon operasyoncularının en azından yerli kanadının, kendileriyle paylaştığı milli hassasiyetler sanılandan çok daha fazladır. İnanmayan Ermeni sorunu söz konusu olduğunda, AKP cenahından yükselen seslere baksın. Hem bu yüzden, hem de yangın yerine dönmesi kuvvetle muhtemel bir coğrafyada, hele bir de giderek derinleşen sınıfsal dengesizliklerin ortasında, bu türden “hassasiyetlere” her an ihtiyaç duyulabileceğinden, kökleri asla kazınmayacaktır. Kazınmak ne kelime, bu köklerin incitilmemesine dikkat bile edilecektir, öyle de yapılmaktadır nitekim. . Olup biten Haluk Gerger’in de dediği gibi bir tasfiyeden çok, bir “personel değişimi,“ bir” kadro yapılanması” gibi görünmektedir.
Buraya kadar anlatılanlar, günümüz Türkiye’sinde işçi sınıfı siyaseti gütmek isteyenlerin “üçüncü kutupçuluğa” nesnel olarak mecbur olduklarını göstermektedir.
Ancak tek başına bunu söylemek, bir noktadan sonra hiçbir şey söylememek anlamına da gelebilir. Bu alandaki en büyük açmaz, sözü hep edilen üçüncü kutbun henüz yaratılamaması, emek cephesinin bir türlü açılamamasıdır. Eğer bunlar başarılabilmiş olsaydı, Ergenekon soruşturması diye bir şey de olmayacaktı zaten, Türkiye bambaşka gerilimleri ve tartışmaları yaşıyor olacaktı.
Ancak gerçek durum bütünüyle farklıdır. Bir kere bu yeni cephe ya da kutbun yaratılması işi, “Ergenekon sonrası” Türkiye’sine kalmış görünmektedir.
O Türkiye’de ise bizleri, daha da yerleşmiş bir ılımlı İslâm modeli, ; Kürt ulusal demokratik muhalefetinin tasfiyesi ve yerine Barzanici gericiliğin yerleştirilmesi operasyonları, yeni emek rejimiyle sektörel ve işyeri düzeyinde hayli parçalanmış olan işçi sınıfının, bir de kamu yönetimi reformuyla ulusal ölçekte parçalanması,. iyice içeriksizleşmiş burjuva yurttaşlığın giderek palazlanan mafyöz ve tarikatçı patronaj ilişkileriyle hepten mas edilmesi, emperyalizme işitilmedik derecede bir teslimiyet ve onun yararına izlenecek tehlikeli dış politikalar beklemektedir.
Üçüncü kutup bu yıkıcı gelişmelere karşı emekten ve ezilenlerden yana verilecek kavgaların içinde kurulacaktır kuşkusuz, öyle olmalıdır.
Hal böyleyken ille de sınıf siyaseti diyen sosyalistler, “bu koşullarda nasıl” sorusuna ikna edici ve somut yanıtlar vermelidir; yanıtlarını vermekle de kalmayıp, örgütlemelidirler onları, eyleme dönüştürmelidirler, hem de hiç zaman yitirmeden...
Ancak ayrı bir konudur bu başka bir yazıda tartışılmalıdır.
Ergenekon’a dönersek: Bu anlatılanlar, üçüncü kutupçu, sınıfçı sosyalist çevrelerin Ergenekon konusunda yapabileceklerinin sınırlı olduğunu göstermektedir.
Davanın ve soruşturmaların siyasi önemi büyüktür. Ancak hem iddia makamıyla, hem de zanlılarıyla görülecek hesabı olan sosyalist solun eli, tarafların ki kadar güçlü değildir. Dışarıdan müdahale edecek güçse zaten yoktur. Bu çelişkili durum, siyasetsiz kalmayı da istemeyen sosyalistleri bunaltmaktadır. Sungur Savran’ın vurguladığı “Ergenekon davasının ortaya çıkışının dinamiklerine ilişkin analizleriyle önerdikleri politika arasında hiçbir ilişki olmayan birçok örgüt ” (www.solfasol.org) gerçeği tam da bu basıncın altındaki sıkışıklıkla ilgilidir ve kendi cephesini açamamış bir sol için kaçınılmaz görünmektedir
Öyleyse ne yapılabilir? İlk bakışta çelişkili imiş gibi görünen üç farklı duruş birlikte sergilenmelidir. Birincisi siyasi propaganda, ne iddia makamında oturanların demokrasi ve özgürlük kahramanı, ne de zanlıların mazlum yurtseverler olduğunu olanca açıklığıyla sermelidir gözler önüne. İkincisi,politik arka planı ne olursa olsun, mağduriyet beyanı ile davaya katılma istekleri ve soruşturmaların derinleştirilmesi talepleri hukuken meşru olduğundan desteklenmelidir.
Sonuçta hiç kimse, “sarı Levent’in “ (Emekli Tuğgeneral Levent Ersöz) “tezgahından geçenlere,“ ”bu işin içinde iş var, bulaşmayın” diyip bir kenara çekilemez, daha da önemlisi, sürecin gerçek sınırlarının gösterilmesi bakımında son derece değerli girişimlerdir bunlar, sonuçları dikkatle izlenmeli ve kamuoyu ile paylaşılmalıdır. Nihayet üçüncüsü, Ergenekon telâşına kapılmak için hiçbir nedeni olmayan üçüncü kutupçu sol, bu serin kanlı akılsallığın sağladığı avantajları çok iyi kullanıp kendi işini yapmaya hız vermelidir. (MO/EZÖ)