Yazarların yazmayla kurduğu ilişki, bu deneyimde nasıl bir anlam buldukları uzun zamandır ilgimi çeken bir konu. Yazarak bir dünya inşa etmek onlar için ne anlama geliyor? Kitaplarında da çokça karşılaştığımız varoluşsal meseleler kendi hayatlarında nereye denk düşüyor? Yazmak iyileştiriyor mu, hasta mı ediyor?
Bu bağlamda yazarlarla yazma deneyimleri ve kitaplarından yola çıkarak varoluşun derin -belki de zor- sorunları üzerine söyleşiler yapıp benim için merak uyandıranları bir de onlardan dinlemek istedim.
Aynı zamanda bunun, okuyucular için de yazarı yakından/derinden tanıma fırsatı sunmasını diliyorum.
Söyleşilerimin ilki şiir, öykü, roman gibi pek çok türde eser veren, Öykü Gazetesi yayın yönetmenlerinden Ercan y Yılmaz* ile…
“İlkokulda da yazar olacağım derdim”
Yazmayla kurduğunuz ilişkiden başlarsak, yazı sizin için nasıl bir ihtiyaçtan doğuyor?
Hani ilkokul öğrencilerine klasik bir soru sorulur. “Büyüyünce ne olmak istiyorsunuz?” Ben yaşamım boyunca buna “yazar” cevabını verdim. İlkokulda, lisede yanıtım hiç değişmedi. Bugün de aynı…
İlkokulun sonlarında, bir kareli defteri günlük olarak tutmaya başlamıştım. Bu sadece birkaç gün sürmüş, defteri kısa sürede unutmuştum. Aradan bir sene kadar zaman geçmişken bir yerden karşıma çıkmıştı o defter. Üzerinden geçen kısa zamana rağmen, o günleri tamamen unutmuştum. Okudukça hafızam tazelendi, o birkaç günü yeniden yaşıyormuş gibi hissettim. Okumayı çok seviyordum zaten, yazmanın büyüsünü de böylelikle fark etmiş oldum.
Siz “doğmak” fiilini kullanınca ben başlangıçlardan birine gittim. Böyle doğdu. Yamuk yumuk birkaç cümlemle o günleri yeniden yaşıyormuş gibi olmanın verdiği haz ve bu hazzı tekrar tekrar tatma isteği daha çok yazma ihtiyacını doğurdu bende. (Ya da belki ben öyle sanıyorum.) İlk zamanlar bu ihtiyaçla fazlasıyla motive oldum. Metinler yayınlandıkça başka motivasyon kaynaklarım oldu. Beğeni, eleştiri de var işin içinde ama ortaya bir eser koymuş olmak, bir yapı geliştirmiş olmak; bir karakter yaratmak ve bu karakterin gerçekte yaşamadığına zor ikna olmak; bir hikâye uydurmak ve sonra bu hikâyenin gerçekte yaşanmadığına zor ikna olmanın verdiği büyük bir haz var. İşte böyle devam ediyorum.
“Yazmasaydım…”
Kitaplarınızın otobiyografik öğeler içerdiğini söylesem yanılmış olmam herhalde. Aslında bir bakıma kendi hikâyenizi işin içine katarak onun sizde kapladığı alana da temas etmiş oluyorsunuz. Buradan yola çıkarak yazmanın onaran, iyileştirici bir gücü olduğunu söyleyebilir miyiz? Siz nasıl deneyimliyorsunuz?
Yok, yanılmış olmazsınız tabii. Otobiyografik öğeler taşımayan kurmaca var mı, bu konuda emin olamadım. Bazen bin sayfalık bir romanda iki an, üç beş işaret oluyor bu, bazen de metnin büyük bir kısmını kaplıyor. Kurmaca bir metne karışan otobiyografik öğeler de şaşırtmamalı bizi; otobiyografilere dâhil olan kurmaca öğeler de…
Yazmanın, okumak gibi olmasa da, iyileştirici bir gücünün olduğunu düşünüyorum ama bunun altını dolduramam. Kaldı ki deneyimleme söz konusuysa yargıyı ihtimaller üzerine kurmak pek sağlıklı olmayabilir. Ancak varsayımlı cevap verilebilirim.
Yazmasaydım daha çok kötülük işleyebilirdim mesela. Yazmasaydım, hiçbir insanla üst üste beş cümle sohbet edemezdim. Yazmasaydım, inşaatta bir iş kazası haberi olarak soysal medyada kısacık önünüze düşebilirdim. Ya da bunun gibi şeyler. Hepsi varsayım. Tersi de mümkün olabilirdi. Yazmasaydım daha çok mutlu olabilirdim.
“Hayal dünyası 'gerçek'ten bağımsız değil”
Peki, gerçek hikâyelerden beslenmekle hayal dünyasından beslenmek arasında bu açıdan sizce bir ayrım var mıdır?
Hayal dünyası “gerçek”ten bağımsız değil ki. Hatta hayal dünyasının sınırlarını belirleyen en önemli faktör “gerçek”tir. “Hayal” ve “sınır” pek birbirine göre kavramlar değil. Onları hayat bir araya getirir. Hayat yaşandıkça hayal sınırlanır. Ateşin yakılıcılığını acıyla öğrendiğimiz o ilk andan beri ateşin korkunçluğundan daha acı bir şeyi almaz hayal dünyamız. Cehennem tasvirleri onun için alev alevdir ve inandırıcı olmak için gerçeğin ufacık bir kıvılcımına muhtaçtır.
Kurmacada da öyledir. Metnin, gerçeklerden ya da hayal dünyasından kaynak bulması önemli değil, burada esas olan dildir, inandırıcılıktır. Bir metinde masmavi gökyüzünde uçan ikisi yavru toplam on üç file inanmak, yağmurlu bir günde uçan leyleklere inanmaktan daha kolaydır. Çünkü yağmurlu bir günde havaya değil önümüze bakarız. Bir yazar çıkar bizi taşın yumuşak yüreğine inandırır; başkası da taşın sert olduğunu düzgün şekilde ifade edemez. Dil edebiyatta her şeydir.
“Bir şey değilim, yazmayı seviyorum”
Sadece roman ve öykü yazarı değil aynı zamanda bir şairsiniz. Şiirden diğer türlere geçiş nasıl oldu? Ya da tam tersi?
Demek, ne şuyum ne de bu, ben yazmayı seviyorum. Şiir kitabımdan sonra hiç şiir yazmadım, öykü kitabımdan sonra da öykü yazmadım. Hepsinin okuruyum. Geçiş de yok. On beş yaşıma geldiğimde ilk öyküm ve ilk şiirim yayınlanmış, ilk mektubum radyodan okunmuştu.
Yazma süreci daha erken yaşlarıma dayanıyor tabii. On yedi yaşımda bitirdiğim bir romanım var. Çekmecelerimin birinde duruyor. Vasat, hatta berbat. Ama biliyorum ki onları yazmakla yazma olayını sevmeyi sürdürdüm. Sonuç olarak; ben bir şey değilim, yazmayı seviyorum.
“Şiir, öykü ve romanın hazırlayıcı dinamikleri farklı”
Şiirin yazım süreciyle düzyazıyı karşılaştırmanızı istesem neler söylersiniz? Şiir yazmakla öykü-roman yazmak arasında nasıl bir duygu, düşünce, ‘ruh’ farkı var?
Karşılaştırma yapmanın güçlüğünü söylemekle başlayayım. Mesela duymuşsunuzdur, güzel bir yalan vardır: Şiir en zor, roman en kolay türdür; öykü ise özel bir türdür. Eminim ki bunu bir şair uydurmamıştır. İtiraz durumunda ise sözü edilenin “iyi şiir” olduğunu, kefenin diğer tarafına ise “vasat roman”ı koyduklarını anlarız. Öykünün özel bir tür olduğundan ne kastediliyor bilmiyorum ama yine de zararsız bir yalandır.
Şu kesin, şiirin sonradan öğrenilme durumu diğer türlere göre daha zor, daha az kabul edilebilir bir olgudur. Duygu kısmındaki ayrım buradan geliyor. Dinamikleri farklıdır. Şiir için defterini/bilgisayarını açıp çalışmaya başlamak yetmiyor, ruhun da kafan da ona hazır olmalı. E roman ve öykü için de öyle diyeceksiniz. Tabii ki öyle. Hazırlayıcı dinamikleri birbirlerinden farklıdır ama.
“Yerin olmasa da hayalden bir dünya yapılabilir”
Son kitabınız “O Öyle Olmadı”da kök salmak isteyen, hayattaki varlığını insanlara borçlanarak kanıtlamaya çalışan bir karakter var. Annesiz, kendine bir başlangıç arayan… Köklü, yerli yurtlu olmak size ne çağrıştırıyor? Kendi hayatınızda tutunmuş ve ait hissedebildiğiniz bir yer, bir kara parçası var mı?
İki yer var. Genel planda biri Batman diğeri İstanbul. Kadrajı daralttığımda ise, memleketimde çocukluğumda yoğurt sattığım sokaklara odaklanır mercek, İstanbul’da ise inşaatlarda çalışmadığım günlerde, Kadıköy’ün şimdi olmayan bitpazarına… Dalıp gittiğimde genellikle bu iki mekânda bulurum kendimi.
Yerli-yurtlu / yersiz-yurtsuz olmak, bana bir yerin olmasa da hayalden bir dünya yapılabileceğini çağrıştırıyor. Romanda kendine başlangıç arayan Asaf’ın kısmi yersiz-yurtsuz yanı ise babasının mirası. Onun değişiyle bitireyim: “Ama yine de balıklar uçmasını bilmediği için suda yaşıyor değillerdir. Su vardır. Hava da. Buna diğer varlar’ı kolayca ekleyebilirsiniz ama sorun var olanla değildir.”
Aynı kitapta “İnsan masalından kaçamaz” deniliyor. Burada Sartre’ı anmadan geçemiyorum. Çünkü Sartre insanın, yaptığı seçimlerle kendini oluşturma potansiyeline sahip olduğundan, ancak seçimlerinin sorumluluğunu alarak özgür olabileceğinden bahsediyor. Bu açıdan bakarsak; insanın kendi masalını yazma ihtimali yok mudur? Sizce belirlenmiş bir masal içinde akıp gidiyor muyuz, yoksa masalımıza geri dönüp bakarken-yaşarken onu hep yeniden yaratabilir miyiz?
İnsan masalından kaçamaz, cümlesini tüm bunları düşündükten sonra yazdım. Nihayetinde varacağım nokta değişmedi. İleride değişir mi şimdiden bilemem.
İster bir oyuncu gibi başkasının (kültür, çevre ve insan toplamının) yazdığı masalı yaşasın, isterse birey kendi yazıp kendi oynasın, sonuçta kaçamayacağı bir masalın içindedir. Serencamı ise, “bir varmış, bir yokmuş” olmak.
“Yazarın yaşam ritüeli yazdıklarına sirayet edecek diye bir şey yok”
On Üç Sıfır Sıfır’daki bir bölümde olayı kalem, masada duran roman hatta silahın gözünden anlatıyorsunuz. Bir olayı hem yaşayanın hem de o sırada orada bulunan birçok farklı nesnenin gözünden anlatmak okuyucuya zengin bir bakış sunuyor. Sizce yazarın anlatım tarzı ve kullandığı dil onun kişiliğine, yaşama ve insanlara bakışına dair bize nasıl bir ipucu verir? Örneğin birinci tekil şahıs anlatımı ya da tanrı-anlatıcı olmak yazarla ilgili bize ne söyler?
Sorunun son kısmıyla başlayayım. Metni kafamda kurarken birçok anlatım tekniği deniyorum. Hangisiyle metni daha iyi sürdürebiliyorsam onda karar kılıp yazmaya başlıyorum. Tanrı-anlatıcı ve birinci tekil anlatıcı denediklerimdendir.
Anlatım tarzı yazar hakkında bize bilgiler verebilir. Bunu her yazar için doğru kabul etmemiz mümkün değildir. Kulağınıza çalınmıştır, “aynı yazdıkları gibi” ya da tersi “hiç yazdıklarına benzemiyor” gibi şeyler, yazarı metniyle örtüştürmeye çalışmaktan kaynak buluyor. Kâğıda dökülenler, yazarın iç/düş dünyasının kalem/kelâm yeteneği ölçüsündeki ürünleridir. Yazarın davranış bilgisi, yaşam ritüelleri, politik görüşü buna sirayet edecek diye bir şey yok. Sosyal medyanın okur ve yazarı tanıştırma durumları hüsranlarla sonuç bulması bundan.
Toplum nezdinde “buğulu camlar ardından bakan”, “köşeleri yanık kâğıtlarda ulu ve hisli söylemler biriktiren” şeklinde kodlanan şairi AVM’lerde, yürüyen merdivende, ganyan bayiinde ya da araba kullanırken, sosyal medya hesaplarından emoji atarken görmek halen birilerine tuhaf gelebiliyor. Sonuç: “Hiç yazdıklarına benzemiyor.” Şairin şimdi deniz karşısında bir bankta oturmuş, yakasını rüzgârın savurduğu paltosuna sarınıp buğulu gözlerle hayaller kurması gerektiğini düşünür. Sonuç: “Aynı şiirlerindeki gibi biri.”
“Akıcılık bir kusur değilse, meziyet hiç değildir”
Bir söyleşinizde okumuştum: “Mesela asla akıcı bir metin için uğraşmadım. Bilakis akıcılığı yavaşlatmaya çalıştım.” Burada sadece ‘bestseller’ anlayışına veya genel ‘iyi kitap’ kanısına değil, çağa da aykırı bir yaklaşım dikkatimi çekiyor. Hız çağında yavaşlamak, durmak sizce nasıl mümkün olur? Siz kendi yaşamınızda yavaşlayabiliyor musunuz?
Yavaş okurum. Dakikalarca sayfada kalırım. Metne tekrar okumalarla dönerim. Böyle olunca zaten yaşam yavaşlıyor. Önceleri ömür denilen sınırlı şey karşısındaki çaresizliğin verdiği duyguyla hızlı okumaya çalışırdım. Ölmeden önce okuyayım, ölmeden önce izleyeyim diye bir iştahla. Liseli ve üniversiteli bir gençken en çok.
Dali’nin, Van Gogh’un tabloları karşısında saatlerce bekleyen insanları görmekle aslında “hız çağı”nın sadece sanat karşısında çaresiz kaldığını görüyoruz. Akıcılık bir kusur değilse, meziyet hiç değildir. Sadece bestseller’ları eleştiren bir tavırla demiyorum bunu. Koşmaktan bahsedelim, çıplakken daha hızlı koşulur, koşucu akıp gider; peki üzerinde taşıması gereken bir şeyleri olan kimse bu kadar akıcı olabilir mi? Bence olamaz. Ben böyle bakıyorum, üstelik koşucumun eline bir de meşale tutuşturuyorum, ihtiyatlı gitsin diye.
“Beslenme, bilinçli yapmaz”
“Aşk ve sanat eksiltiyordu beni” kitabınızdan bir alıntı… Aşk ve sanat eksiltir mi çoğaltır mı? Ve bunu nasıl yapar?
Bunu bir kareli defterin dilinden söylemiştim. Öykülerimden birinin kahramanı olan o kareli defterden biraz farklı düşünüyorum. Doğamız ayrı.
Ve son soru: Siz kimleri severek okuyor, hangi yazarlardan besleniyorsunuz?
“Beslenme” bilinçli yapılmaz, bazen vasat bir metin de olabilir bu, onun için bu kısmı atlıyorum. Kimleri severek okuyorum onu diyeyim. Çok isim var, birkaçını söyleyeyim; Gogol, Proust, Joyce, Pessoa, Bernhard, Salâh Birsel, Tanpınar, Sait Faik, Canetti, Borges. (BK/EKN)
* Ercan y Yılmaz’ın eserleri: Yürüyen Siyah (2012 Arkadaş Z. Özger Jüri Şiir Ödülü), On Üç Sıfır Sıfır (2015 Necati Cumalı Öykü Ödülü), Biraz Dolaşacağım (öykü seçkisi; 2016), Sahir (roman; 2016), O Öyle Olmadı (roman; 2017).