* Fotoğraf: Muhsin Akgün
Ercan Kesal ile geçtiğimiz günlerde İletişim Yayınları’ndan çıkan, Doğuş Sarpkaya’nın hazırladığı son kitabı “Aslında…”yı konuştuk. Kesal’ın, üretim yaptığı eserlerinden sonra çeşitli portallara, gazetelere ve dergilere verdiği röportajlardan oluşan kitap, sanatçının, sanat ve yaşam üzerine düşüncelerinden oluşuyor.
Editörlüğünü Tanıl Bora’nın yaptığı kitapta, yönetmen ve yazar Tayfun Pirselimoğlu da kitabın sunuş yazısını yazıyor. “Sanat ve Hayat”, “Edebiyat” ve “Sinema” başlıklarına ayrılan kitap, Kesal’ın geçmişine, düşünüş biçimine ve üretimine dair de bilgi sunuyor.
Ercan Kesal ile yaptığımız röportajda, sanatçının eserlerine konu ettiğini “bellek” mefhumunu, sanatla olan yalın ilişkisini, sinema ve Marksizm arasındaki bağı, yönetmenliğini yapacağı ilk film projesi “Aday”ı, yakın zamanda yapımını bitirdiği belgeselini ve şimdilerde başrolünü oynadığı televizyon dizisi “Çukur”u konuştuk.
Yazılarınızda, röportajlarınızda, senaryosunu yazdığınız filmlerinizde “bellek” mefhumunun sizin için ayrı bir inceleme alanı olduğu görülüyor. Bu durum, Dostoyevski’nin şu sözünü anımsattı bana: İnsan, her şeye alışan bir yaratıktır. Bir nesneye, bir düşünceye, bir pratiğe alışmak, belleğe ihanet midir?
“Alışmak” bir çeşit savunma mekanizması, anlayabiliyorum bunu. Benim derdim unutmak! Bellek zannedildiği gibi nöronla, sinirle, beyinle ilgili bir kavram değildir. Unutmak da, hatırlamak da kalple ilgili bir meseledir. Belleğin evi insanın kalbidir çünkü.
İnsan hafızası geçmişte yaşanan olayların iyi kötü depolandığı bir arşiv değil, “şimdi” dediğimiz ana kadar ulaşmış, bugüne kadar gelip birikmiş bir anılar yumağıdır. İçinde geleceğe dair kehanetler de taşır. Geçmiş yok olmuyor, bugünün içinde duruyor ve bellek oluşuyor. Her seferinde geçmişi bugünün algısıyla yeniden hatırlıyoruz. Hatırlama ve unutma aynı anda gerçekleşiyor, hatırlarken bir yandan seçerek unutuyoruz da.
Bu yüzden bellek zamandır. İnsanın vicdanı da zamana bağlıdır ve sadece onunla var olur. Unutmak vicdansızlıktır derken kastettiğim hafızanın zayıflığı değil, kalbin soğumasıdır.
Röportajlarınızdan birinde çocukluğunuzda, Avanos’taki kütüphanede bol bol kitap okuduğunuzu, o ufak kasabadaki sinemada bol bol film izlediğinizi söylüyorsunuz. Hatta sık sık o zamanlardan alıntı da yapıyorsunuz. Kaldı ki sırf bu yönüyle baksak bile, sanat ve sizin aranızda işlevsel bir ilişki olduğunu söyleyebiliriz. Bu bağlamıyla sanatın, alıcısını hayata hazırladığını, ona yön gösterdiğini söyleyebilir miyiz?
Temelde varoluşsal bir sorun olduğu su götürmez. İnsanlığın bitmeyen soruları…
Niye yaşıyoruz? Bu dünyada yerimiz ne ve ne olacak bunun sonu?
Çaresizlik ve yalnızlığın sonunda ortaya çıkan hiçlik duygusunun bir panzehri var, o da sanat. Sanat bize yeryüzünü sahiplenme cesareti veriyor. Ancak o zaman müdahale etme, değiştirebilme ve ben de varım diyebilme cesaretine kavuşuyoruz.
Yukarıdaki soruya ek olarak soruyorum: Tarkovsky, sanatın insanı ölüme hazırladığını söylüyor. Tarkovsky’nin bu düşüncesinden yola çıkarak, sanatın, üreticisini ölüme hazırlarken, tüketicisini hayata hazırladığı düşünülebilir mi? Sanatçı, kendini tüketirken etrafına ışık saçan bir bilge ya da derviş midir?
Sanatçı belleğinden beslenerek yani kendini yiyerek hayatta kalan ama yavaş yavaş da ölen efsane canavar catoplepas gibi bir canlı. Dut yaprağını yiyerek büyüyüp kendi kozasını ören ve sonunda ölen ipek böceği de böyle.
Öte yandan sanatçı da bir alıcı değil mi? Ben de potansiyel bir okur ve seyirciyim. Yazdıklarımla ilişkim onları okura gönderdikten sonra herkesten azade bir yerde konuşlanmamı sağlamıyor.
Edebiyat ve sinemayla kendimi sunuyorum dünyaya, “ben buyum” diyorum. Japon Kabuki tiyatrosundaki oyunculuk tarzı gibi, kendimi en ön sırada oturan bir seyirci gibi seyrediyorum. Yazdıklarımla, oynadıklarımla olan ilişkim herhangi bir okur ve seyirciden farklı değil. Tüm bunları kendi çaresizliğimin bir dermanı olarak yapıyorum. Terapötik de bir durum. Yazdıklarım ve oynadıklarım bana da iyi geliyor.
Post-modern çağ günümüz insanına “Hiçbir şey olduğunu”, “Hiçbir şeyi değiştirmeye, dönüştürmeye muktedir olmadığını” empoze ediyor sürekli. Edebiyat, sinema ya da tüm yaratıcı sanat dalları bu denklemi bozuyor işte. Muktedirler bu yüzden sevmezler sanatı ve tehlikeli bulurlar.
Sizin kurduğunuz hikâye yapısında diyalektik materyalizmin işaret ettiği çok önemli bir nokta her daim güncelliğini koruyor, diye düşünüyorum. O da zıtların birliği… Bir özne ya da nesne ancak zıttı üzerinden kendini var ederken, onunla beraber yaşamsal hale dönüşüyor. Marks’ın ve Engels’in sinemaya yetişememiş olması, hiç kuşku yok ki sinemanın ideolojik yönü açısından büyük bir kayıp. Siz, Marksizm ve sinema ilişkisini ya da daraltırsak sinema öyküsü ilişkisini nasıl yorumlarsınız?
Dostoyevski, “İnsanın en bayağı olanla en kutsal olan arasında hızla gidip gelebilme yeteneğine” şaştığını söyler.
Bunca kötülüğün ortasında hala yaşamayı becerebiliyorsak, umut etmeğe ve yarına taşımaya değer bir şeyler bulabildiğimizdendir. Boşuna bir iyimserlikten söz etmiyorum.
Öte yandan özenle servis edilen iyilik sunumlarının da içlerinde yeterince kötülük taşıdığını fazlasıyla deneyimlemiş yaşlardayım. “Bir Zamanlar Anadolu’da” filminin en son sahnesinde ölen adamın küçük çocuğunun babasının otopsisinin yapıldığı odanın yanında hala kaçan topa vurabilme neşesi... Bence hayat bu kadar bir şey... Ne gereksiz bir tevazu, ne de mesnetsiz bir kibir.
Sanat ve siyaset arasında çift taraflı bir ilişki olduğunu düşünüyorum. İkisi de birbirini etkiliyor. Ancak Türkiye’nin geçmişini ve bugününü düşündüğümüzde, çoğu zaman siyasette yaşanan tıkanma sonrası sanat üretimi ile yol açmak gibi bir durum da söz konusu. Örneğin, 12 Eylül zindanlarından çok sayıda şair, yazar ve çevirmen çıktı. Devrimci geleneklerden yetişen pek çok insan, bir süre sonra sanatsal yollarla kendilerini ifade etmeye başladı. Siz de devrimci bir gelenekten geliyorsunuz fakat edebiyatın her zaman hayatınızda olduğunu, küçük yaşlardan itibaren okuduğunuzu söylüyorsunuz. Tersi bir etkileşim yaşanmış gibi gözüküyor. Bu bağlamda, sanat sizi siyasete yöneltmiş olabilir mi? Aralarında ne tür bir denge var sizce?
Sanat var olan verili gerçeğin dışında gerçek olmayan ama gerçekten daha gerçek başka bir dünyanın mümkün olabileceğini vadediyor. Bu çok kışkırtıcı bir duygu.
“Edebiyat gerçekliği yorumlarken, yeniden keşfederken onu tanımamıza yardım eder. Gerçekliği tanımak, onu değiştirmeye başlamak için gereken ilk adımdır” der Galeano.
Edebiyatın verdiği cesaret, başka bir gerçeklik mümkün değilmiş gibi dayatılan ve giderek alıştırıldığımız “despotik düzene ve onun kurumlarına karşı bir itiraza dönüşür.” Bozkırın ortasında ne yediği ne içtiği belli olmayan, etrafındaki hiç kimsenin kale almadığı, hesaba katmadığı zayıf, soluk benizli kav gibi bir oğlan çocuğunun Steinbeck’in “Bitmeyen Kavga”sını okuduğunu düşünsene. “Bu dünyanın dışında başka bir dünya mümkün ve ben onu gerçekleştirenlerden biri olabilirim.” Böyle düşünüyordum. Bu yüzden sanat bir isyan ve başkaldırıdır. Bize dayatılanların dışında başka bir şeyi öneriyor çünkü.
Röportajlarınızdan birinde Kürt sinemacılardan çok umutlu olduğunuzu söylüyorsunuz. Kuşkusuz ki bu durum, Kürtlerin bir hikâyesinin olması yanında, içlerinden geldikleri politik gelenekle de alakalı… Periyodikleşmiş bir direnme hali… Direniş mefhumu ve sinema arasındaki ilişki ne sizce?
İnsanın hikâyesi olmalı. Toplumların da. Uğruna koşturacakları idealleri… Sözleri. Gelecek tasavvurları olmalı. Sanatçının da bunların tanığı olduğu müddetçe yaratıcılığı alevlenir, tutuşur ve hayal kurmaya başlar.
Kemal Tahir’in cezaevinden karısına mektubunda yazdığı gibi: “En tatlısı, ‘Hey canına, biz neler çektik’ diye söze başlayabilmektir. Hikâyesi olmayanlara acıyor gibiyim…”
“Nasipse Adayız” isimli romanınızı, senaryolaştırdığınızı ve Kültür Bakanlığı’ndan destek aldığınızı biliyorum. “Aday” ismiyle senaryolaştırdığınız projenin yönetmenliğini de siz yapacaksınız. “Aday”ın ahvali nedir? Çekimler bitti mi? Şu an hangi aşamadasınız?
“Çukur”a başlamasaydık şimdi setteydik. Ama hazırlıklarımızı daha rahat ve istediğimiz gibi yürütüyoruz. Dizi biter, set başlar. 2018 Mayıs-Haziran gibi.
İlk kez bir dizi film projesinde oyuncu olarak yer alıyorsunuz: Çukur. Sinema ve dizi oyunculuğunun pratikte ne gibi farkları var sizce? Dışarıdan çok yoğun gözüküyorsunuz. Nasıl vakit ayırabiliyorsunuz bunca işe? Oynadığınız diziyi izleyecek vaktiniz oluyor mu?
Bu da ayrı bir deneyimmiş. İyi oldu yaşadığım. Her hafta bir uzun metraj çekiyoruz sanki.
Çok deneyimli, pratik, ne istediğini bilen bir ekip var işin mutfağında. Çok şey öğreniyorum onlardan. Kendi filmim için de sağlam bir gözlem ve deneyim alanı.
Üzerine çalıştığınız yeni bir proje var mı?
Küçük bir ekiple, az bütçeli, mütevazı bir belgesel çektik. Onun işlerini bitirmeye çalışıyorum.
Neyi anlatıyor belgesel? Nerede çektiniz?
Belgeseli Akçakoca'nın Çiçekpınar Köyü'nde çektik. Burası fındıkla geçinen bir köy… Gürcü kökenli vatandaşlarımızın yerleşip, oluşturduğu bir köy…
Köyün hayatına fındık üretimi girmeden önce nasıl bir hayatları vardı? Fındıktan sonra ne oldu? Daha çok üretip daha çok kazanacağız derken başlarına ne geldi? Yine o köyden Melek Mutioğlu isminde bir akademisyen arkadaşımın tezini esas alan bir belgesel. (SS/EKN)