Ülkenin eğitim planlayıcıları, bürokratları, idarecileri, yalnız onlar değil tüm yönetici kadroları oldum olası aklın özgürleşmesinden, eleştirel düşünceden, soru sorulmasından, çok seslilikten, farklılıktan hazzetmedi.
Bağnazlık otoriteryanizmle birleşince ders müfredatı bilimden yoksun kaldı, dogmacılık arttı; bunlara koşut öğrenci soru sorarak öğrenmek yerine içe kapandıkça kendini ifade edemedi; okul eğitim kurumundan çok bir “askerî kışlaya” dönüştü ve öğrencinin sürekli kaytardığı bir yer oldu.
Hepimizin bir hâtırası vardır okulda yaşadığı. Benim okulla “bozuşmamda” ilk aklıma gelen ortaokulda bir pazartesi töreninde yaşadıklarım. Sekiz yıllık eğitimin olduğu dönemdi. Henüz başlamıştım orta bire. Bir pazartesi sabahı erkenden okulun yolunu tutmuş, arkadaşlarımı görmüş olmanın sevinciyle onlarla şakalaşmaya başlamıştım. Muhtemelen birazdan hazırol’a geçecektik. Şakanın süresini ve dozunu biraz fazla kaçırmıştık galiba. İstiklal Marşı okunmaya başlanmış. Millet hazırol’dayken birkaç arkadaş şimdi neye olduğunu hatırlamadığım bir şeye gülmüşüz. Sen misin gülen. Müdür o gülenlerden beni tespit etmiş. Tek sıra hâlinde okulun kapısından içeri girerken “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” diyerek tokadı yapıştırdı. Canım yanmıştı ama canımı daha çok yakan müdürün herkesin içinde bana vurmasıydı. Koşar adım eve gelmiştim sonra. Evde artık okula gitmek istemediğimden bahsettiğimi anımsıyorum.
Aradan yıllar geçmişti. Bıyıklarım yeni yeni terlemeye başlamış. Lise iki sıraları… Ortaokulda müdürden tokat yiyen ben artık “öğrenmiştim” yalnız tören sırasında değil, hattâ sınıfta bile gülünmeyeceğini. Pazartesi töreninde henüz marş okunmadan evvel müdürün mikrofondan nasihatleri sırasında arada dolaşan bölümün müdür yardımcısıyla göz göze geliverdik. Saçlarım uzun ve jöleli olduğundan yine bana kızgındı. Marş okundu. Beni unuttu diye sevinirken sınıfın olduğu binaya yöneldiğimizde gözlerinden ateş fışkırır bir halde kolumdan tutup spor salonunun altındaki berbere soktu. Sanırım beş lira attı berberin tezgâhına. “Tıraş et bunu” dedi ve gitti. Olmadım. Diğer öğrenciler, arkadaşlar sınıfa giderken hemencecik uzaklaştım okuldan…
Okulu asmama sebep yalnız bunlar değildi, bazen haylazlıktan da olurdu ama bu ikisi en çok aklımda kalanlar. İlk ve orta öğrenim yıllarında bunları yaşayan bir öğrenci olarak çocukluk ve ilk delikanlı çağımda çok kızdığım idareciler, öğretmenler de oldu. Kendime örnek aldığım, biz öğrencilere yaklaşımında kurduğu cümlelerinden etkilendiğim, derslerde azarlamak yerine motive eden, özenle hazırlanmış bir dönem ödevini takdirle karşılayan, bana şiiri sevdiren, matematik sorusunu çözemediğimde kızmak yerine sabırla nasıl çözüleceğini anlatan sevgiyle saygıyla andığım öğretmenlerim de…
Ama çok azdı o öğretmenler. Bugün de eğitimdeki sorunları öğretmenlerin sırtına yüklemek elbette haksızlık olur. Toplumu yetiştireceği bireylerle daha iyiye doğru değiştirme hedefinde insan sevgisiyle dolu, idealist öğretmenler var kuşkusuz. Gerçekten öğretmen olmak için yola çıkan ama kadro açığı olmasına rağmen ataması yapılmayan hâlihazırda binlerce öğretmen adayı da var. Ücretli öğretmenlik uygulamasıyla sosyal güvenlik hakları gasp edilen, refah seviyesi düşürülen, sürgün edilen öğretmenler olduğu gibi.
Eğitimdeki sorunların her birini saymak mümkün değil ama en azından ana başlıklarıyla değinirsek eğitimdeki ticarileşme, çocuk işçiliğinin artması (yoksulluk, emek ve insan sömürüsü), kız çocuklarının okula gönderilmemesi, din dersi zorunluluğu, ana dilinde eğitim yapılamaması, özellikle de başarı sıralamasında önde gelen köklü liseleri hedef alan proje okul uygulaması, kırsal bölgelerdeki okulların fizikî koşulları, taşımalı eğitim hâlâ nitelikli eğitimin önündeki en büyük engeller.
Bir de eğitimde sistemli olarak dinselleşme politikasının sonucu olarak ders müfredatının bilimsellikten uzaklaşması, bilimsel teorilerin kitaplardan çıkarılması, tüm bunların yerine cihat kavramının müfredata girmesi, okulların içindeki varlığı bir türlü anlaşılamayan ya da gerçek hayatta çok da karşılığı olmayan imam-hatip okullarını artırmak için dörtlü eğitim uygulamasına geçiş var.
Üç yılda bir yapılan uluslararası PISA testi (2015) sonuçlarına göre Türkiye eğitimde 72 ülke arasından 52. sırada yer alıyor. Öğrencilerin matematikteki başarısı Avrupa Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı (OECD) ülkelerinin çokça altında. Bir önceki test dönemine göre bilimde 38, edebiyatta 47, matematikte ise 28 puanlık bir düşüş yaşanıyor.
Yine UNICEF’in çocukların refah koşullarına yönelik raporunda Türkiye en geride. “Zero hunger” (Sıfır Açlık) kategorisinde 41 ülke arasında 40. sırada olduğu raporda “Quality Education” (Eğitim kalitesi) kategorisinde en son sırada yer alıyor.
Türkiye’de eğitim sisteminin geçirdiği değişimler artık takip edilemez oldu. Tansu Pişkin’in haberinde üniversitelerin kendi öğrencilerini kendileri seçtiği yıllardan (1974’e kadar) Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi’nin kurulmasına, liselere giriş sınavlarının sırasıyla OKS, SBS, TEOG adlarıyla düzenlenmesinden üç kez müfredat değişimine değin bu değişimler sıralanmış. 15 yıllık AKP iktidarı döneminde sistem sürekli değişse de, sınavlar kaldırılıp yenileri getirilse de eğitimde bir türlü istikrar sağlanamıyor.
Son olarak AKP Genel Başkanı emretti: Temel Eğitimden Ortaöğretime Geçiş Sınavı’nı (TEOG) “kaldırdık.” 2012’de 4+4+4 yasası yürürlüğe girerken de öyle olmuştu: Getirdik oldu.
Yeni eğitim-öğretim döneminin başlangıcında sormadan edemiyor insan: Bunca yıldır defalarca değişiklik yapılmasına karşın eğitimin kalitesindeki düşüşün nedenleri neler? Sorumluları bu nedenlerle yüzleşebilecekler mi?
Siyasî erkin sürekli “dindar nesil” söyleminde öne çıktığı hâliyle eğitim insanların gerçekten özgür bireyler olabilmesine katkı sağlayabiliyor mu? Öğrenciler öğrenme eylemini gerçekleştirebiliyor mu? Okuduğunu anlayabiliyor mu? Matematik neden öğrenilemiyor? Okullarda yabancı dil öğrenmek niye bu kadar güç?
Akla döneminde hükümet sahtekârlıklarını sıkça eleştiren Rus yazar Lev Nikolayeviç Tolstoy (1828-1910) geliyor. “Çocukluğum”, “Savaş ve Barış”, “Anna Karanina” gibi romanlarıyla tanınan büyük yazar doğduğu Poliana köyünde “Jasnaca Poljana” adında bir okul da açmıştı.
Yazarın amacı yoksul halkı sefaletten kurtarmak için çocukların kendilerini keşfetmelerini sağlamaktı. Yöntem olarak bireysel özgürlüğü benimseyen Tolstoy, okulunda öğrencileri zorlayıcı her şeyi kaldırmış, her öğreniciyi öğrenme eylemini gerçekleştirebilmesi için kendi kendiyle bırakmıştı. Öğrenme bir eğitim değil, kültür süreciydi.
Tolstoy’un okuluna kaydolmak da okulu terk etmek de serbestti. Cezalandırma ve ödüllendirme sistemi yoktu. Okulda öğrencilerin er geç farkına vardığı bütün insanların eşit ve kardeş olduğuydu… Ona göre öğretimde tek bir ölçüt vardı: Özgürlük!