Söylencenin dili zamanınca,
Ecel gelip de canı bulunca,
İnsan söylenceye düşermiş."
Özen Yula'yı sıkı, edebiyat adamı kişiliğiyle tanırım. İletişim yayınlarından çıkan "Buğuevi" kitabını okudum. Bazen bir kitabını okumak yazarın yazdıklarının ipucunu verir insana. Özen Yula da bana göre o yazarlardan. Yazdıkları da, duruşu da sağlam.
Uzunca bir zamandır genellikle eski, denenmiş ve önceden de oynanmış oyunların yeni versiyonlarına tanış olduğumuz Diyarbakır Devlet Tiyatrosu'nun Orhan Asena Sahnesi, bu kez farklı ve Özen Yula'nın "Dünyanın Ortasında Bir Yer" oyununa ev sahipliği yaptı. (Mart 2004). Üstelik Yula'nın bir hafta süreyle Diyarbakır'a konuk oluşuyla.
Ben oyunu ancak üçüncü gecesinde izleyebildim. Prömiyer heyecanını ekiple yaşamak isterdim. Ama mümkün olmadı. Bizde bir garip adet var. İşin başına "devlet" kavramı oturunca, protokol de devlet erkânından oluyor zahir. Memleketin yazar, çizer takımı nedense çok fazla devletin tiyatro protokolünde kültür, sanat alanında da olsa yeterince kabul görmüyor.
Neyse bu kadar serzeniş yeter deyip oyuna gelmek istiyorum. Ahmed Arif'i yalnız Diyarbekir'in şairi sanma gafletine düşenler, şairin ;
"Beşikler vermişim Nuh'a,
Salıncaklar, hamaklar,
Havva Ana'n dünkü çocuk sayılır,
Anadoluyum ben,
Tanıyor musun?"
Dizeleriyle tanıştıktan sonra eskilerin tabiriyle "nutku tutulur" olurlar. Ve şairin dünya şairliğine de kelam edemezler.
İşte Özen Yula da "Dünyanın Ortasında Bir Yer"de daha çok Ahmed Arif'çe Anadolu'vari bir kaville söylence üzerine kurmuş oyununun ana temasını. İyi de etmiş kanımca. Gündelik hayatın hengamesi, çoğu kez de realitesi kaygısı adına beslendiğimiz söylenceleri o kadar ihmal ediyoruz ki!
En çok da, öncesinde söz vardı, sonrasında söz ilkesini kendine berceste kılan biz Kürtler için bu böyle. Yazıyla nedense başımız pek hoş değil. Ol nedenden ötürü oyunun söylence üzerine kurulması da hoş olmuş, Diyarbekir'de sahnelenmesi de.
Oyunun müziğinin, danslarının ve şarkılarının şiirsellikle görsel ve işitsel karelere dönüşümü; üslubun ve uyumun metinle bütünleşmesi kutlanmaya değer kılmış oyunu. Şiirsel söylem, Halil Cibran'vari sözler ve görsellik seyirciyi sıkıca yakalamış.
Erkeğin Emre bey kimliğinde baskın çabalarına karşın, kadın karakterleri öyküyle bütünleşerek sağlam bir tablo çizmiş oyunda. Zaten Emre beyi oynayan Yurdaer Okur, zayıf bir oyunculuk sergileyerek sanki bilmeden sahneyi kadınlara bırakmış gibi. Dolayısıyla Ahten kişiliğinde Lale Ertiş Gençtürk oyunun temasına uygun canlandırdığı karakterle oyuna da mührünü vurmuş.
Her gülüşünde üç güle can veren Ahten, Emre beyin sırf kendisine(Ahten'e) sahip olmak için kendi kardeşine kıydığı gün gülümsemesini kaybetmiş yüzünde. Zaten oyun süresince bu izleği sürekli hissetmek/hissetirmek de kayda değer.
Aslında Ahten'i, Ateş Çiftliğinin hanımı yapan Emre beyin tavrına bir karşı duruştur. Ahten: "Sen söylenceyi kurdun, ben acıyı kuşandım. Bu mudur beyliğin yasası? Söylenceyi erkek kurar da, acı kadının payına düşerse, bu mudur erkekliğin yasası?" Çünkü hikâyede de yerli yerine oturur ki, söylence; Emre Bey'in aşkı uğruna kardeşini öldürmesi üzerine kuruludur. En azından bizim bölgede asırlar boyu tanık olduğumuz bizden bir hikâye !
Ateş çiftliğinin kadınları sanki ateşten köynek geçirmişler sırtlarına. Tutku ve şiddet söylemlerine ve ruhlarına yansıyarak içiçe geçmiş sanki! "Cinselliğin efsununu yudumlamaya" çalışan kadınların hikâyesi gibi, dünyanın ortasında bir yer...
Emre, emirdir beydir sonuç da. Feodalin şiddetinde ölçü de yoktur, sınır da! Bazen can dost dediği canlara da kıyar olur feodal. İşte beyin ve Ahten kadının oğulları İhsan'a söylenceye göre kökü kanla yıkanmış zeytin ağacından beşik yapan marangoz Can'ın çiftlikten ayrılmak isterken söyledikleridir asıl vurgu: "Herkes kendi söylencesinde yaşamalı." ... "Zaman bitirir üzüntüleri. Ya da öyle üzüntüler yükler ki, unutturur eskileri."
Ama marangoz Can dost! Ateş çiftliğinden giderken anlamıştır sanki; giden de (kendisi), kalan da (Emre bey mi, Ahten mi?) kaybetmiştir. "Geç gitmekten güç almış bir kuş gibi" ateş çiftliğinin dünyasından sıyrılarak kopmak istese de, yürek insafsızdır, Can'ı bekleyen ölümdür. Feodal kindardır, öcünü tez elden alır. Öte dünyaya bırakmaz.
Sonrası mı? Bir "Buğuevi"dir belki de; ateş çiftliği ve Ahten'in sesinde: "Sen iki sevdiğini yitirdin Emre bey, ben üçünü birden". Şimdi "Kayıplar eşitlenebilir mi?".
Dünyanın orta yerindeki bu yer (belki Diyarbekir) tarihi kadimden bu yana "bir çok başlangıcın ve bitimin kapılarını zorladığımız yer..." mi acaba? Ama herkes belki de dünyanın orta yeri sandığı bir yerde yaşar. Ve herkeslerin içinde yaşlanacağı bir yeri bir şehri olur (mu). "Bütün yolların dönüp dolaşıp aynı büyük meydana çıktığı, bezgin hazan sabahlarında insanın kendisinden başka gidecek yer bulamadığı o şehirde"; işte tam da o şehirde ya da dünyanın ortasında bir yerde içinde yaşlanacağı bir şehir, bir yer arar (mı) insan teki.
Ve burada bu yerde ;
"Bu sular akar gider
Taşları yıkar gider
Dünya dediğin pencere
Her gelen bakar gider" diyor kadınlar.
Metniyle, rejisiyle, dekoru, sahne düzeniyle ve de oyuncuları, hele, hele ışık düzeniyle Özen Yula'nın Dünyanın Orasında Bir Yer'i Diyarbakır seyircisiyle örtüşen iyi bir oyun olmuş. (ŞD/BB)