Kacarlar'a bitişik olan Pirinçci Köyü'nün girişinde arabayı durdururlar; Süleyman'a beklemesini söylerler. Sonradan sorguya çekilen bir güvenlik görevlisinin ifadesine göre; Süleyman minibüsünün başında sigara içmektedir; elinde silah yoktur. Örgüt mensupları köye erzak toplamaya gider; Süleyman ise bu arada minibüsünün başında beklemektedir. Üç silahlı militan erzak topladıktan sonra geri gelirler. Arabaya binerler ve ardından uzun menzilli tüfeklerin cayırtısı başlar. Gecenin sessizliği; makineli tüfeklerin takırtısı ile bozulur; arabanın içinde bulunanlardan sağ kalan olmaz. Süleyman da vücudunun ölümcül bölgelerine aldığı kurşunlar yüzünden ölür.
Gecenin geç saatlerinde haber bültenlerinde OHAL Bölge Valiliği; "Pirinçci köyünde güvenlik güçlerinin 'dur' ihtarına silahla karşılık veren 4 terörist ölü ele geçirilmiştir"açıklamasıyla Süleyman'ı öldürülen örgüt militanlarından biri olarak ilan eder. Böylece ucu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine uzanacak bir hukuk mücadelesi başlar.
Hava aydınlanır aydınlanmaz minibüsün çapraz ateşe tutulduğu yere giden avukatlar ve tanıkların gözlemlerine göre; aracın üzerinde yüzlerce mermi giriş deliği vardır.
Bir Türkiye klasiğidir; güvenlik güçlerinin Türkiye'de yargılanamaması üzerine dava AİHM'e gider. 2003'te mahkemeye savunma sunan Hükümet, "arabada dört tüfek, iki tabanca bulunduğu", "dur ihtarına ateşle karşılık verildiği", "güvenlik mensuplarının önce lastiklere ateş açtığı", "gece minibüsün yanında iken Süleyman'ın tutuklanmasının o an mümkün olmadığı", "güvenlik güçlerinin meşru müdafaa durumunda olduğu", "zorunlu ve gerekli oranda güç kullanıldığı", "ölüm sonucunun istenmediği", "Süleyman'ın örgüt mensuplarını arabasıyla taşımasının zorunlu olmadığı", "Süleyman'ın daha önceden de benzeri suçtan arşiv kaydı bulunduğu" gibi gerekçelerle davaya itiraz ederek, Kacarlar'da yapılan operasyonda güvenlik görevlilerinin hukuk çerçevesinde hareket ettiklerini ve herhangi bir ihlal olmadığını savunur.
Dava yedi yıllık bir sürenin ardından sonuçlanır. "Güllü Ekrem/Türkiye" davasını inceleyen AİHM, 3 Temmuz 2006 tarihindeki oturumunda verdiği karar ile Türkiye Cumhuriyeti Hükümetinin "masum bir kişi olan" Süleyman Ekrem'in "yaşama hakkı"nı ihlal ettiğine karar verir.
Bütün hakların temeli: Yaşama Hakkı
Yaşama hakkı, tüm hak ve özgürlüklerin kullanılmasının temelini oluşturan bir haktır. İnsan hakları içerisinde değer sırası bakımından en başta gelir. Bu hak olmaksızın diğer hakların kullanılması mümkün değildir. İnsan hakları belgelerinin tümü yaşama hakkını güvence altına alır. Yaşama hakkı "dokunulmaz" bir haktır.
Yaşama hakkı, kamusal makamlar tarafından öldürülmeme ve yaşama yönelik tehlike ve risklere karşı kamusal makamlar tarafından korunma hakkını içerir. Devlet, yaşama hakkı karşısında hem aktif hem de pasif sorumluluk (ve zorunluluk) içerisindedir.
Kamusal makamlar, yasal ve haklı zor kullanma durumlarında bile (bir kişiyi şiddete karşı korumak, tutuklu bulunan kişilerin kaçmasını önlemek ve bir ayaklanma veya isyanı bastırmak) "gerekenden fazla" zor kullanamazlar. Başka bir deyişle öldürmeyi yasallaştıran bazı özel durumlarda bile ancak "gereken oranda" zor kullanılabilecektir.
Devlet görevlilerinin "mutlak bir zorunluluk" olmaksızın kişileri öldürmeleri, yaşama hakkının devlet ve ajanları tarafından ihlalinin en ağır biçimidir. Bu tür infazlara "yargısız infaz" veya "idam" denilmekte ve özellikle bazı üçüncü dünya ülkelerinde yoğun olarak görülmektedir. Türkiye'de ne yazık ki bu ülkeler grubundan bir türlü çıkamamaktadır.
Devletlerin yaşama hakkının tesisine dönük pratiklerini değerlendiren AİHM, bunu sadece "öldürmeme yükümlülüğü" olarak sınırlamamakta; egemenlikleri içerisindeki insanların korunması için tüm önlemlerin alınması zorunluluğuna da vurgu yapmaktadır. Devlet yetkilileri, kişilerin yaşama haklarına dönük ciddi, gerçek ve yakın risklerin varlığı halinde, bu riskleri engellemek için kendilerinden beklenebilecek makul her türlü önlemi almak zorundadırlar.
Bu ilkeler ışığında Süleyman Ekrem'in öldüğü askeri operasyonu değerlendiren Mahkeme, öncelikle Süleyman'ın örgüt mensuplarıyla ilgisiz ve "masum" bir kişi olduğunu tespit eder. Operasyonun planlanmasında ve gerçekleştirilmesinde ise devletin güvenlik güçlerinin "ağır kusuru" bulunduğuna işaret eder.
Mahkemeye göre; Süleyman'ın silahsız bir kişi olduğu sabit olduğu halde "sağ yakalanma" imkanlarının kullanılmaması son derece ağır bir davranıştır. Güvenlik güçlerinin minibüsü taramadan evvel Süleyman'ın diğerlerinden izole edilmesi, sağ olarak ayrılması ve yaşama hakkının korunması zorunlu bir önlem iken bu yapılmamış ve onun yaşama hakkı ağır şekilde ihlal edilmiştir. Mahkeme böylece Süleyman Ekrem'e karşı kullanılan ve ölüme varan kuvvet kullanılmasının uygun ve "kesinlikle gerekli" olmadığı sonucuna varır.
Güllü Ekrem/Türkiye kararı ile AİHM, yaşama hakkına verdiği yüksek değeri bir kere daha ortaya koyar. Bu kararın önemi şudur ki; silahlı militanların da öldürüldüğü ve hükümetin "silahlı kalkışmayı bastırma" savunmasının geçerli kabul edildiği bir vakada dahi "masum" veya "sivil" kişilerin ayıklanması, korunması ve yaşama haklarının tesisine verilen değer gösterilmiş; kamusal makamların sorumluluklarının ağırlığına işaret edilmiştir.
Yaşama hakkına "yeni" bir tehdit
Tarihi linçler bir tarafa (6-7 Eylül, Maraş, Çorum gibi) son birkaç yılda Türkiye'de görülen yaygın linç girişimleri, kışkırtılmış grupların kendiliğinden hak alma (ihkak-ı hak) yolunu korkutucu ölçülerde kullandığını gösteriyor. (Aslında buna ihkak-ı hak demek mümkün değil; çoğu defa belli kişilerin veya grupların bir hakkı kullanmasının yine belli kişiler ve gruplar tarafından engellenmesi söz konusu oluyor) TAYAD'lılara yapılan linçle başlayan, Kürt inşaat işçileriyle devam eden ve son olarak İsmailağa Cami olayıyla ölüme varan linç olgusu Türkiye'de "yaşama hakkı"na yönelik yeni bir tehdidi gündemleştirmiştir.
Linç tehdidi sadece güçsüz görünen gruplara değil; Orhan Pamuk, Hrant Dink, Elif Şafak gibi yazar ve aydınların yaşama hakkına da zarar vermektedir.
Bütün linç girişimlerinde dikkat çeken olgu ise kamusal makamların konuya ihmalkar yaklaşımıdır. Kamusal makamları işgal eden özneler olan valiler, milletvekilleri, polis şefleri, belediye başkanları ve diğer yetkililer olaylara (ve linçcilere) müdahale etmedikleri gibi, son olarak İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah örneğinde olduğu gibi linçcileri övmekte ve cesaretlendirmektedir.
Gelişmelere seyirci kalan Hükümet linç olgusu karşısında derin bir sessizlik içerisindedir. Yargı ise olaylara devlet adına kayıtsızlığın en vahim boyutunda rol almakta ve linç edilenleri "halkı tahrik etmek" gibi dayanaksız bir iddiayla soruşturmakta, linçcileri ise adeta seyretmektedir. İşte böyle bir ortamda avukat Kerinçsiz ve şovmen avanesi "kahraman" olarak sunulabilmektedir.
Türkiye'de, yaşama hakkına tehdit oluşturan ve kitlesel katliamlara varma potansiyeli taşıyan linç eylemlerinin engellemesi en başta "kamusal makamların" görevidir. Kişilerin, yine başka "kişiler"den gelen yasadışı şiddete karşı korunması da "yaşama hakkı"nın korunması kapsamındadır.
Türkiye'de solcu öğrenci, Kürt, Ermeni, düşünür, aydın, gazetecilerin yaşamına yönelik ciddi, yakın ve gerçek bir tehdit söz konusudur. Bu tehdidin engellenmesi ve tüm önlemlerin alınması yaşama hakkına saygının zorunlu bir gereğidir. (HA/KÖ)