Bir süre bu bilmediğimiz insanların müziğine, renkli giyimine kulak kabartır, annelerimizin "aman kaçırır" telkinleriyle sokağa çıkmaz, renkli gazoz almazdık. O yan sokağımıza gelince çamaşır suyu üzerimize sıçramasın titizliği ile uzak durduklarımıza, videolu televizyon dönemi Gırgıriye serisiyle katıla katıla gülerdik ama.
Sulukule hepten hayaldi bize. Orası, o büyülü yer, 80'lerin Arap şeyhlerinin, siyah beyaz televizyonlarda "sish kepap" diyerek Türkiye'yi öven turistlerini ağırlayan bir eğlence yumağıydı duyduğumuzca. Yılbaşında 1 dakikalık titremesiyle evlerde sarsıntı yaratan dansöz orada her daim vardı. Klarnet, keman, darbuka zaten tuzu biberi.
Türk filmlerinin eğlendirici "figüranıydı" o. Bir yere kadar içinde "o güzel fakir ama mutlu" insanları barındırır, sonrasında sınıf atlamış olan assolist limuzinlerinin tekerleri altında ezilir, yine de güzelliğinden hiçbir şey kaybetmezdi.
Susan darbukalar...
O bana çok uzak geldiği için nerede olduğunu bir kere bile merak etmediğim Sulukule'nin nerede olduğunu, kentsel dönüşüm planı öğretti bana. İstanbul'da Fatih'in aşağı mahallesi Sulukule'nin, dokuz sekizlik ritmleri susmaya hazırlanıyor.
Bizans döneminden itibaren Romanların yaşadığı ve dünyada yerleşik ilk Roman mahallesi olan Sulukule'nin yıkılması planıyla, oraya "Osmanlı mimarisini" yansıtan yeni bir yer yapılmak isteniyor. Yani zaten "tarihi" olanla, "tarihi olması" istenen yer değiştirecek.
Hatice Sultan Mahallelerinde oturan 3 bin 500 yüz roman yani 759 hak sahibi ve 303 kiracının taşınması isteniyor. Sulukuleliler "acele kamulaştırmanın iptaline karşı" dava açtı. Dava sonucu henüz çıkmamışken, Fatih Belediyesi yıkımlara başladı.
"Mozaikten bir diş daha eksilsin üzerine mermer döşeriz nasılsa" zihniyeti, Sulukule sakinlerini evlerinden belli bir miktar karşılığı çıkarıp yer göstermeksizin mahalleyi boşaltıyor. Yerine yeni binalar yapmak üzere.
Sulukule'de binalar eskilikten haraplıktan dökülüyor zaten. Sulukule'nin ciğerleri su toplayalı nicedir. Belediye 303 kiracı gösterirken, mahalleliler kiracıların 400'u bulduğunu anlatıyor. Kalan ailelerin bir kısmı kira veremeyecek kadar yoksul, mahalleli desteği ile geçiniyor.
Bu gidişe dur demek, Sulukulelileri evlerinden etmeden bu işi bir hal yoluna koymak için yola çıkan "40 Gün 40 Gece Sulukule Platformu", mahalle sakinlerinin dertlerini kamuoyuna taşımayı hedefliyor.
"Bu kez darbukaya duyun diye vuruyorum..."
Etkinlikler içinde Sulukule'nin olmazsa olmazı darbuka illa ki var. Ama ritmler daha yavaş daha durağan. İçindeki durağanlığı Salim, son vuruşun ardından yaptığı sunumla anlatıyor:
"Bu bizim ekmek paramız. Müzik bizim kapımız. İşte şu küçücük bir alet elimdeki. Ama her şeyimiz. Bizim kapımızı kapatmasınlar. Başka kapılara bizi mecbur etmesinler."
Salim darbukayı bu kez üstlerine sakız gibi yapışıp kalmış eğlenceli insanlar haliyle çalmadığını ısrarla vurguluyor. Artık kendilerini anlatmak zorundalar ve bunu yapmak için "eğlence"ye başvuruyorlar. Bu kez "eğlenecek halde" değiller yani uzun lafın kısası.
Bu "mahur" açıklamanın ardından, yine ritm yükseliyor başlıyor bir atışma:
"Karpuzu kestim kan gibi/ Uzadı gitti kar gibi/ Kardeşime bak hele/ Ata Demirer gibi."
Biz tüm Roman kültürünü "Hamamcı teyze" ile sınırlı sayıp Sulukule sınavında sınıfta kalanlar için yeni yeni maniler arkası arkaya geliyor:
"Dokuz sekizlik çalayım sana/ Kameralı telefon alayım sana"
Galvanik çöp tenekesi de çalınıyor, kaşık da... Bizim beyaz sabun kokan ahlakımızı "kaldıramadığı", tam da bir "namus" cinayetine bahane küfürler uçuşuyor havada, ardı sıra kahkahalarda...
Sulukule'nin dökülen sıvaları...
Çalışma kapsamında boyanan evler belki bir ay sonra yıkılacak bir mahallenin yoksunluğunu gizleyemiyor. Sürekli "beni de çek beni de çek" diye gelen çocuklar, o yüzden ekliyorlar bu yoksunluğun kendilerine bıraktığı gerçekçiliği: "Çek çek bir ay sonra bulamazsın belki de."
Gelenler içlerinde ille de saklayamadıkları merakla, hem yaşananların ağırlığını savmaya hem bu son eğlence kırıntılarını tırtıklamaya çalışıyor.
Annesiyle gelmiş Melis'le mahallenin çocuğu Ahmet arasında geçen diyaloga kulak misafiri oluyorum. Ahmet "kendiliğinden" biliyor gitar çalmayı, Melis ders alarak öğrenmiş. Melis yine de Ahmet'in nasıl bu kadar iyi akor bastığına akıl erdiremiyor.
Nasıl yaptığını soruyor. Ahmet de Melis'in nasıl her şeyi böyle kitabıyla yaptığını anlamamış. "Tabii hepsini bilmiyorum, Sezen Aksu'yla çalışan Serkan var bizim, o gösterdi bilmediklerimi de. En son muhtarın oğlunun düğününde çaldım ben de."
Ben onların sohbetini dinlerken, yanıma gelen Melek, beni "mahallenin delisi" Serkan'dan uzak durmak konusunda uyarıyor: "Çingene o çok yaklaşma." Onun yanına gelen oğlan, "alemin güzeli sensin, bir de böyle bodur olmasan". Hiç incinmiyor Melek'in "genç kızlık" gururu, "valla doğru dedin" diyor...
Allahına kadar Sulukule...
Yanımıza gelen ve bizi Sulukule'deki müzik anlayışı ile ilgili bilgilendiren Ayşegül, Banu ve Meltem'e adını vermeyen oğlan çocuğu eklenip, "burası yıkılırsa sonumuz kale" diyor, surları göstererek. Artık o kadar da sevmediklerini belirtiyor Müslüm'ü Orhan'ı. Buralarda da hiphop etkisi görülür olmuş. "Bir örnek ver" deyince, "sözlerini bilmiyorum" diye çekiniyor ilkin, sonra tutamayıp kendini "mesela senin adın Ayça, olsun sana poğaça" kafiyesiyle yazıyor bir "hiphop".
Etkinlik, dışarıdan gelenlerin içeriye iyice nüfus etmesi, içerden gelenlerin kendini iyice "deliliğe" vurmasıyla yavaş yavaş bitiyor. Çocuklar dağılırken mahalle aralarına, uyarıyor bizleri "çok geçe kalmamamız" için. Bağırıyorlar, "kıpkırmızı oldu elim gaza gelmekten" diye... Yazılan Sulukule grafitisine bakıp coşuyorlar "Allahına kadar Sulukule" eşliğinde.
Biz surlarla evler arasında kalan asfaltı ezik yola çıkıyoruz. Önümüzde Ağır Roman'dan fırlamış beyaz "Şermin", karışıyoruz Fatih Sokaklarına, aşağı mahalleyi bırakarak...(AÖ/TK)