İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ali Müfit Gürtuna "Kentim İstanbul" adlı kitaba yazdığı önsözde araştırma sonuçlarını şöyle yorumluyor:
"Yüzde 64 oranında İstanbullu hiçbir kültürel etkinliğe katılmadığını ifade etmektedir. Bu İstanbul'un kabul edebileceği bir şey değildir. İstanbul Büyükşehir Belediyesi olarak faaliyet üzerine faaliyet yapıyoruz... Ama sonuç sevindirici değil... Yapılan faaliyetler, kentli faaliyetler, ama muhataplarının önemli bir kısmı kentlileşememiş durumda. Sonuç olarak faaliyetler muhatabını bulamamaktadır"
Bu kampanyadan anlaşılan şu: Belediye var gücüyle hizmet için çalışıyor. Ama İstanbullular bu faaliyetlere henüz hazır değiller. Belki İstanbul'daki doğa ve kültür tahribatını, projelerin kalıcı olamamasını, kuralların uygulanmamasını bu soruna bağlamak mümkün. Bu yoruma göre belediyenin faaliyetlerinin, planlarının, projelerinin İstanbul'da yaşayan insanlar tarafından dikkate alınmamasının, sorunların nedeni de bu.
Bu sorunun aşılması için de bir proje geliştirilmiş. Rast geldiğim bir televizyon programında bu projenin katılımcıları önceden söz birliği yapmış gibi, "İstanbulluların İstanbul'u tanımadığı, İstanbulluluk kültürünün kalmadığı"ndan söz ettiler. İstanbul'da aydın duyarlılığını temsil eden bu yorumlara göre de "İstanbullulara şehirlilik kültürünün kazandırılması" gerekiyordu.
İlginç olan 'aydın duyarlılığı' olarak adlandırılan bu hissiyatın büyük olasılıkla çok farklı bir kesimden insanların oyunu alarak seçilen siyasetçilere de kolaylıkla sinmesi. Ne zaman siyasetçilerle bu şehrin seçkinleri ve aydınları bir araya gelseler, işi halktan şikayet etmeye vardırıyorlar.
Nitekim İstanbul Büyükşehir belediye Başkanı Ali Müfit Gürtuna projenin kamuoyuna tanıtıldığı 'Büyük Buluşma'nın açılış konuşmasında "ne var ki, İstanbul'un hizmet bekleyen bu büyük nüfusunun bir kesimi bu şehiri benimsemiyor; onun güzelliklerinin tadına varamıyor ve hatta onu sevmiyor" diye bir tespitte bulunmuş ve "bu nüfusun olumsuz duygularını İstanbul'a yansıtmasının doğal olduğunu" ifade etmiş. Ona göre "İstanbul'da yaşayan insanların büyük bir çoğunluğu bedenen İstanbul'da fakat ruhen İstanbul'da değil."
Kampanya aracılığıyla kamuoyuyla paylaşılan bu araştırmadan çok başka bir sonuç çıkarmak mümkün.
İstanbullular belki de belediye projelerinin, kararlarının 'birilerine para kazandırmak' dışında kendilerini çok fazla ilgilendirmediğini, yönetimlerin kendi verdikleri oylar ile de iktidara gelseler, kendilerini temsil etmediğini düşünüyor ve hatta kendilerini bu nedenle de bu şehirde 'yabancı' olarak hissediyor olabilirler. Örneğin Hollanda, Almanya gibi AB ülkelerinde yaşayan buralardan gitme vatandaşlarımız oralardaki siyasal topluma katılım imkanları geliştikçe -ve üstelik hiç de aynı dinden veya milletten olmadıkları halde- özellikle somut sorunlarına çözüm getiren yerel yönetimleri sahiplendiklerini ve oralarda kuşaklardır yerleşik gruplarla kendilerini bir tuttuklarını gördükçe, aklıma bu ihtimal de geliyor.
Nasıl olduysa araştırmayı yaptıranların aklına böyle bir ihtimal hiç gelmemiş. Bu nedenle de projede yerel yönetimin faaliyetlerini ilgilendiren konular değil, hızlı kentleşme, göç gibi sorunlar nedeniyle oluşan bu bilinç açığını eğitim, bilinçlendirme gibi unsurlarla kapatma kaygısı ağır basmış.
'İstanbulluları İstanbullu yapma' projesi korkarım seçkinci politikaların halka bakışına benzer bir hissiyattan izler taşıyor: İstarnbul'un seçkin ve duyarlı aydınları için demokrasi halk için şimdilik bir lüks olduğu kadar, eğitimle ulaşılması gereken bir nihai aşama. 'İstanbulluların İstanbul'a yabancı olması' nedeniyle, doğal olarak İstanbul'un belediyesinin de bu seçkinler aracılığıyla kendi vatandaşlarına yabancı muamelesi yapma hakkı doğuyor. Bu durumda belediyenin kendi projelerini katılıma açması, bilgi paylaşması, imar haklarını şeffaf bir şekilde düzenlemesi için hiç bir gerek yok. Araştırmanın da ortaya koyduğu gibi, çünkü İstanbullular zaten henüz 'İstanbullu' değiller.
Dolayısı ile başka şehirlerinin hemşehirlilerine tanıdığı hakları da onlara tanımaya gerek yok. İlk önce İstanbulluların İstanbullu olmasını beklemek gerekiyor. Sonuç: Hem yönetim olarak belediye, hem tepeden inme projeler yapan uzmanlar başka şehirlerde olup bitenlere ve bu şehirde yaşanan sorunlara gözlerini kapatıp, rahatlayabilirler.
İstanbul halkı 'projeci' belediye başkanlarını sevmez!
Bu ihtimali de değerlendirmek için İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin İstanbul'un sorunlarına çözüm bulmak için nasıl faaliyetlerde bulunduğuna bakmak gerekiyor:
Birkaç ay önce bilboardlarda, basın ilanlarında köşelerinde '550' rakamının yer aldığı ilanlar yer aldı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi projelerini reklamcılıkta sıkça kullanılan 'meraklandırma' (teaser) yöntemiyle halka tanıtmayı hedefliyordu. Birileri İstanbul'un fethinin 550. yılının görkemli bir biçimde kutlanmasının akıllıca bir iş olduğuna karar vermişti. Bu tema aracılığıyla hem çevreyi temsil edilen siyasal özlemi yakalamak, hem de -yereldeki imkanları kullanarak- bir güç göstermek mümkün olamaz mıydı? Bunlar düşünülmüş olmalıydı. Parçaları bir 'bütün' haline getiren ise İstanbul'un fethinin 550. yılının kutlanacak olmasıydı.
Peki neden -sanki bundan kaçınmak mümkün değilmiş gibi- çevrenin demokratikleşme taleplerini temsil eden yönetimler, iktidara gelince, halkın katılım talepleri ile bu çevrenin katılım talepleri yer değiştiriyor ve yöneticiler çaresizlik içinde, en tepeden inmeci uygulamalarla siyasal temsil kabiliyetlerini yitiriyorlar?
Bu sonuçta galiba belediye yöneticilerinin kendilerini projeciliğe teşvik eden 'güç odakları' tarafından yanıltılma ihtimali ağır basıyor. Çünkü bu 'transfer'in amaçlanan siyasal strateji ile tam tersi bir sonuç yaratması ise kaçınılmaz: Bu tema ile yerel gündem başka bir 'siyasal' bağlama havale ediliyor -her zaman olduğu gibi- kendi siyasal gündemini terk ediyor. 'Kuşatma' bittiğinde, iktidar tarafından kullanılan bu simgenin 'taşıyıcı işlevi' (temsil kabiliyeti) sona eriyor, fetih gerçekleştiğinde, kuşatan kuşatılana; siyasal simge karşıtına yani seçkinci (beyaz gömlekli, projeci belediye başkanı) dönüşüyor.
Çevrenin bu kuşatıcı söyleminin yalnızca 'iktidar yürüyüşü' içinde bir potansiyele sahip olduğunu fark etmemek imkansız.
Bu sonuçta hiç şüphesiz yönetimlerin değil, herkesin sorumluluğu var. Özellikle de bugüne kadar demokrasiden kendi kamu yararı anlayışını temsil etmeyi anlayan uzmanların, STK'ların, aydınların, seçkinlerin... Yoksa İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nden ve başka kamu yönetimlerinden bu tür kampanyalar yapmak yerine başka tür bir iletişim sorumluluğu yerine getirmelerini isteme imkanımızın (ve hakkımızın) fazlasıyla olduğunu düşünüyorum.
Çünkü görebildiğim kadarıyla İstanbul gibi şehirlerde ulusalcı politikalardan devşirilen hissiyat kolaylıkla geri tepiyor ve bugüne kadar alışageldiğimiz siyasal unsurlar şehrin kendi gerçekleri karşısında zaten tutunamıyor. (BB/NK)