Birleşmiş Milletler (BM) 21 Mart Uluslararası Irk Ayrımcılığının Ortadan Kaldırılması Günü öncesi dünyada ve Türkiye'de artan ayrımcı/ırkçı söylemleri konu üzerine kitapları ve çok sayıda makalesi bulunan Prof. Dr. Ülkü Doğanay ile konuştuk.
"Literatürde ırkçılık artık yalnızca biyolojik soyaçekim üzerinden tanımlanmıyor. Yani ten renginden ibaret değil mesele" diyen Doğanay, Türkiye üzerinden baktığımızda mültecilerle ilgili durumda da karşı karşıya kaldığımızın da böyle bir şey olduğunu söylüyor.
Dünyada artan aşırı sağ eğilimleri ve etkilerini görüyoruz. Size göre dünyadaki eğilimin nedeni ne? Geriye mi gidiyoruz daha mı çok farkındayız?
|
Ülkü Doğanay hakkındaBarış akademisyeni. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler Bölümü'nde öğretim üyesi iken 7 Şubat tarihli 686 sayılı KHK ile kamu görevinden ihraç edildi. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu. Yüksek lisansını ODTÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Anabilimdalı’nda, doktorasını ise Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Anabilimdalı’nda yaptı. Siyasal iletişim, demokrasi kuramları, ırkçı ve ayrımcı söylemler konularında çalışıyor. |
Irkçılık ve yabancı düşmanlığı ile görünürleşen aşırı sağ bir artış olduğunu gözlemlemek mümkün elbette. Birçok başka faktörün yanı sıra bunda özellikle 11 Eylül saldırılarının ardından Amerika ve Avrupa'yı saran İslami terör korkusunun ve infazlarını internet üzerinden canlı yayınlayan IŞİD'in yarattığı dehşetin de bir payı var.
Diğer yandan göçmen ve mülteci hareketliliğindeki artış, ırkçı reflekslerin kendisine kolayca bir hedef bulmasını sağlıyor.
Bu her yerde böyle. Nefret söylemi ve ırkçılık sağ popülist politikacılar tarafından da kitleleri ortak duygular -burada nefret ne yazık ki- etrafında birleştiren bir strateji olarak kullanılabiliyor.
Tabii bir de sosyal medyanın rolü var. Daha önce yazılı basın yoluyla dolaşıma girme imkanı bulamayan ya da bir şekilde otokontrole tabi olan yalan haberler, nefret söylemi içeren ifadeler sosyal medyada kolayca yayılıp destekçi bulabiliyor.
"Ten renginden ibaret değil mesele"
Türkiye'de ırk kavramı üzerinden değil belki ama ayrımcılık konusunda özellikle Suriyeliler üzerinden gelişen bir dil var. Bunun sosyal medya ayağı da artıyor, (yılbaşı kutlamalarının ardından çıkan 'ülkemizde Suriyeli istemiyoruz' hashtag'i gibi) günlük hayattaki yansımaları da. Ayrımcılığı Türkiye üzerinden nasıl değerlendirirsiniz?
Literatürde ırkçılık artık yalnızca biyolojik soyaçekim üzerinden tanımlanmıyor. Yani ten renginden ibaret değil mesele. Yeni ırkçılık, kimlik, kültür, cinsiyet, dil, politik görüş, yaşam tarzı, din, engellilik ya da başka bir özellik üzerinden işleyebiliyor.
Mültecilerle ilgili durumda da karşı karşıya kaldığımız böyle bir şey. Yani önce baştan adını koyalım. Mülteci düşmanlığı da bir ırkçılık.
Irkçılığın yalnızca Türkiye'de değil, Avrupa'da, Amerika'da ve başka ülkelerde de nasıl işlediğine, insanların zihin dünyalarında nasıl ifade bulup açığa çıktığına dair pek çok araştırma var.
Bu araştırmaların ortaya koyduğu ortak bilgi, ırkçılığın ya da siz Suriyeli mülteciler üzerinden düşünecek olursanız mülteci-göçmen düşmanlığının "biz" ve "onlar" kutuplaşması üzerinden işliyor olduğu.
"Seçmeni dışındakini ötekileştiren bir siyasi anlayış var"
Biz Türkiye'nin bugün içinde bulunduğu politik atmosferde bu kutuplaşmaya hiç de yabancı değiliz. Yani toplumu neredeyse tam ortasından ikiye bölen ve kendi seçmeni dışındaki kitleyi marjinalleştiren, kriminalleştiren, ötekileştiren ve bunu da sürekli olarak yinelenen bir milliyetçi retorik içinden yapan bir siyaset anlayışı tarafından yönetiliyor Türkiye.
"Biz"in dışındaki herkes de milletin düşmanı olarak tanımlanmaya başlıyor.
Bunu söylememin sebebi, toplumdaki "biz" ve "onlar" ayrımının sınırlarını bu kadar keskin hale getirdiğinizde ya da kutuplaştırmayı neredeyse toplumun her alanına yayılan bir strateji olarak bu denli olağanlaştırdığınızda, bundan kaçınılmaz olarak ırkçılık da besleniyor.
"Biz'in mutlak iyiliği ve "öteki"nin mutlak kötülüğü
Çünkü ırkçılık da ancak böylesine keskin sınırlar çizen bir kutuplaştırma stratejisi içinden işleyebilir. "Biz"in mutlak iyiliği ve "öteki"nin mutlak kötülüğü üzerinden.
Türkiye'deki mültecilerin karşı karşıya bulunduğu durum da tam olarak böyle bir şey ne yazık ki. İnsanlar karşı karşıya kaldıkları her türlü sıkıntıdan, hükümetin Suriye politikasının sonuçlarından, ekonomik krizden, işsizlikten, kentlerdeki yozlaşmadan, nüfus artışından, aklınıza gelebilecek her türlü olumsuz durumdan Suriyelileri sorumlu tutuyorlar.
Oysa mülteciler bütün bu sorunların sebebi değil, kurbanı.
Suriye'deki savaş Türkiye de dahil uluslararası güçler tarafından bu denli kışkırtılmamış olsaydı belki şu anda bu kadar fazla Suriyeli evini barkını terk edip son derece zor koşullar altında yola dökülmüş olmayacaktı.
Ya da şu anda Türkiye'de veya başka ülkelerde itilip kakılarak, emekleri sömürülerek, yokluk içinde yaşamaya çalışmak zorunda kalmayacaklardı.
Çok düşük ücretlerle, iş güvencesi, sigortası olmadan çalışmak zorunda bırakıldıkları için işsizliği artırmakla, bedelinin çok üzerinde kiralar ödeyerek kimsenin yaşamak istemeyeceği evlerde oturmak zorunda bırakıldıkları için kiraları artırmakla suçlanmayacaklardı.
"Sosyal medya da bu nefreti körüklüyor"
Bugün Suriyeli çocukların yalnızca yarısı okula gidebiliyor. Geri kalanı ya çalışmak zorunda ya sokaklarda. Suriyeli genç kadınlar erkeklerle para karşılığı evlendiriliyor ya da kuma veriliyor.
Yani aslında bir kadın ticareti söz konusu. Ama baktığınızda bütün bu başlarına gelenlerin sorumlusu olarak yine mültecilerin tutulduğunu görüyorsunuz. Sosyal medya da bu nefreti körüklüyor. Söylemeye çalıştığım, siz bir toplumu ikiye bölerek kendisinden olmayandan nefret etme duygusunu bu denli körükler ve bu denli meşru kılarsanız, aynı nefret duygusu, hem de son derece meşruymuş, olağan bir şeymiş gibi algılanarak oklarını mültecilere yöneltebiliyor.
Üstelik bu sefer toplumda birbirinden nefret eden ya da politikacılar tarafından birbirine düşmanlaştırılan her iki grup da birleşerek en savunmasız durumda olana yönelebiliyor. Şu anda Türkiye'deki durum böyle maalesef.
"İstediğiniz kadar mülteci değil, sığınmacı deyin..."
Medyadaki ayrımcı dil üzerine birçok çalışmanız var. Yaygın medyadaki dili nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yaygın medyanın mültecilere karşı tutumu sorunu bir insani mesele olarak görmekten uzak. Medya kuruluşunun hükümet politikalarına ne kadar mesafeli olduğu mültecilerle ilgili haber ve içeriklerin niteliğini de belirliyor. Örneğin hükümete muhalif bir gazetede, mültecilerin Türkiye'de bulunması ile hükümetin politikaları arasında doğrudan bir bağ kuruluyor ve sanki bunun sorumlusu mültecilermiş gibi, mülteci düşmanı bir habercilik yapılabiliyor.
Muhalefet partilerinin durumu da böyle. Diğer yandan hükümet yanlısı gazeteler hükümetin mülteci politikasını eleştiremedikleri için mültecilere yönelik olumsuz içerikleri üretmekten uzak durabiliyorlar. Ancak her iki tarafın da ortak bir sorunu var: Suriyelileri mülteci olarak görmüyorlar.
Türkiye her ne kadar resmi olarak bu adlandırmayı kabul etmese de, uluslararası hukukun savaş nedeniyle ya da can güvenliği olmadığı için ülkesini terk edip başka bir ülkeye sığınmak zorunda kalanlar için tanıdığı pozisyon bu.
Siz istediğiniz kadar onlar mülteci değil, sığınmacı deyin. Her koşulda, uluslararası hukuk bakımından mülteci olmaktan gelen haklarını tanımak zorundasınız. Yaygın medyaya baktığımızda, ne mültecilere yönelik hak ihlalleri ne de mültecilerin hak talepleri haberleştirilmiyor hala.
Bunun yerine daha çok suç olaylarıyla ilişkilendirildiklerini, bir kazaya uğradıklarında ya da öldürüldüklerinde, göç yolunda öldüklerinde haber konusu edildiklerini görüyoruz.
"Basın hak ihlallerini görmezden gelmekte ısrarcı"
Spesifik örnekler üzerinden konuşursak size göre medyada ayrımcılığı besleyen ifadeler bakımından göze çarpanlar neler oluyor?
Örneğin 11 yaşında bir mülteci çocuk işçi, Kurban Bayramında çalıştığı marketin önündeki kıyma makinesine kolunu kaptırdığında bu haber oluyor.
Üstelik çocuğun hemen o an, kaza anında çekilmiş, dehşet içindeki görüntüsüyle. Ancak haber bize ne çocuğun markette kaçak olarak çalıştırıldığını söylüyor, ne de okul çağındaki bir çocuğun neden çalışmak zorunda kaldığına dair bir bilgi veriyor.
Dahası, çocuk yasal olarak çalıştırılamayacak yaşta olduğu için haber metninde çocuğun "yardım etmek" için orada olduğu ve kolunu "dikkatsizlik sonucu" makineye kaptırdığı belirtiliyor. Ya da mülteci bir kadın para karşılığı evlendirildiği adamdan kaçtığında "altınları aldı kaçtı" diye haberleştiriliyor.
Basın bu gibi durumlardaki hak ihlallerini görmezden gelmekte ısrarcı ne yazık ki. Diğer yandan linç girişimleri yaşandığında bunları "mahallede gerginlik" başlıklarıyla veriyor.
Mültecilerin evleri, iş yerleri zarar görmüş olsa bile olayların sorumlusu olarak yine mültecilerin gösterildiğini görüyoruz. Bu gibi olaylarda da başka durumlarda da mültecilerin neredeyse hiçbir zaman haber kaynağı olarak kullanılmadığını görüyoruz.
*BM 2019 Uluslararası Irk Ayrımcılığının Ortadan Kaldırılması Günü banner'ı.
"Ayrımcılığı teşhir etmek, ayrımcılık karşıtı içerik üretmek önemli"
Muhabir "gerginliğin" yaşandığı mahalleye gidiyor, oradaki mahallelilere mikrofon uzatıyor, onların mülteci düşmanı sözlerini habere taşıyor ama bir tek mülteciye gidip ya da mültecilerle çalışan hak örgütüne gidip aslında orada ne olup bittiğine ya da mültecilerin ne düşündüğüne dair sözlerine yer vermiyor.
Tabii bu tür haberlerin daha çok ajans kaynaklı olduğunu görüyoruz. Ajanslardan gelen haberler, çoğu zaman doğrulukları kontrol edilmeden, haber takibi yapılmadan olduğu gibi basına da yansıyor. Oysa, geçtiğimiz yaz Mersin'de yaşanan bir olayda gazeteler ve televizyon kanalları bir eczaneye yönelik saldırının sorumlusu olarak mültecileri göstermişten aslında saldırıyı yapanların mülteci olmadığı ortaya çıktı.
Bu bilginin anaakım basında yer aldığını hiç görmedik. Haber takibinden kast ettiğim böyle bir şey. Sonrasında eczane sahibi saldıranların Suriyeli olmadığını açıkladı.
Basının böyle tek yanlı tutumu ve mültecilerin insan haklarını gözetmeyen habercilik anlayışı, kamuoyundaki olumsuz yargıların, mülteci düşmanlığının da pekişmesine yardımcı oluyor.
Buna karşıt olarak hem ayrımcılık hem ayrımcı dille mücadele adına özellikle Türkiye açısından baktığımızda neler yapılmalı?
Bununla mücadele etmek için özellikle mültecilerle ilgili konularda hak odaklı bir habercilik anlayışının yaygınlaştırılması lazım.
Ayrımcılığı teşhir etmek önemli; ancak sadece teşhir etmek değil, aynı zamanda buna karşı içerik üretmek, mültecilerle ilgili "doğru" haberleri yaygınlaştırmak, onların Türkiye'deki deneyimlerini, nelerle karşı karşıya kaldıklarını anlatmalarına olanak tanımak, bunun için zemin oluşturmak da önemli.
Bu konuda gerçekten bir şeyin değişmesini isteyen basın kuruluşları işe bir mülteci gazeteciyi istihdam etmekle başlayabilir mesela. (PT)