Kitaplarını saymazsak ilk kez Orhan Kemal Müzesi’nde karşılaşmıştık Ahmet Ümit’le. O zamanlar staj yaptığım anaakım medyanın mikrofonu elimde çekingen çekingen yanına yaklaşmış, Orhan Kemal’e dair bir şeyler söylemesini rica etmiştim, bianet’in gönüllü muhabiri olduğumu da sıkıştırıvermiştim laf arasına.
"Konu Orhan Kemal olunca her yere konuşabilirim" demişti. Konuşması bittiğinde yine çekinerek kendisiyle bianet için bir söyleşi yapmak istediğimi belirtmiş, daha cümlemi tamamlamadan da iletişim bilgilerini alıvermiştim. Yeni bir kitabının çıkacağını, kitap çıktıktan sonra mutlaka görüşeceğimizi söylemişti. Beyoğlu’nun En Güzel Abisi şimdi raflarda. Üstelik kitapta Gezi direnişi ve o direnişin isimli, isimsiz kahramanları da var.
Direniş günlerinin üzerinden takriben beş ay geçmişken, İstiklal Caddesi’nin ranta ve hırsa kurban edilmiş en güzel binalarının karşısındaki bir kitabevinde buluştuk Ahmet Ümit ile. O gelmeden önce beni saran heyecansa ilk merhabada yok olup gitti.
Geriye keyifli bir söyleşi, yapmak istediğim mesleğe dair bir şeyler ortaya koymuş olmanın ve böylesi naif bir insanla tanışmış olmanın mutluluğu kaldı.
Hasan Ali Toptaş herkesin çocukluktan kalma bir çatlağının olduğunu söyler. Ve bilhassa yazarların dünyaya bu çatlaktan baktığını ifade eder. Bu şekilde bakacak olursak sizin çocukluğunuzdaki çatlak nedir?
Küçükken olumlu ya da olumsuz başıma gelen, bütün hayatımı etkileyen, perspektifimi değiştiren bir şey yok. Benim yazar olma sürecim biraz rastlantıyla oldu. Birdenbire 14 yaşında kendimi politik olayların içinde buldum. Çünkü 12 Mart çözülmüştü.
O süreçte gerek Deniz Gezmişlerin asılması, gerek Mahir Çayanların öldürülmesi, solun üzerine yapılan ağır terör ters bir tepki vermişti. Kendimi solcu bir dünyanın içinde buldum ve sadece düşünsel değildi, kısa sürede lisenin öğrenci derneği içinde aktif bir şekilde çalışmaya başladım. Polisler tarafından dövüldüm, ülkücüler tarafından bıçaklandım.
Çok aktif bir şekilde devam etti bütün süreç. 12 Eylül’de yeraltına geçtik ve örgütü o şekilde sürdürdük. 1982 yılında, cuntanın hazırladığı anayasaya karşılık yasadışı bir eyleme giriştik. O eylemde bir arkadaşımız tutuklandı. Bizim örgüt de benden bir rapor istedi nasıl olduğuna dair. Ben onu yazarken bir öykü yazmışım kendiliğinden.
22 yaşındaydım. Ve bu öykü kırk dilde basılan bir dergide yayınlandı. O zaman ilk kez “yazar olabilir miyim” sorusu aklıma düştü. Daha öncesinde de iyi bir edebiyat takipçisiydim. Sonrasında bütün okumalarımı bir yazar adayı olarak yapmaya başladım. İlk yazdıklarım dönemin de getirdikleriyle birlikte didaktik bir yapıdaydı.
Yazar olmamı belirleyen olaylar bunlar oldu diyebiliriz. Yani çocukluktan gelme bir kırılma değil de 12 Eylül demek daha doğru olur.
14 yaşından beri solcusunuz. Öte yandan romanlarınızı bir polisin gözünden yazıyorsunuz. Solcu insanların gözünde polisin yerini düşündüğümüzde bu bir çelişki yaratıyor mu?
Çelişki yaratmanın aksine sistemin sorunlarını, açmazlarını anlatmak adına çok iyi bir fırsat veriyor. Dünyadaki 1968 olaylarından sonra solcu yazarlar polisiye romana yöneldi ve polisiye romanı bir tür sistem eleştirisi olarak kullanmaya başladılar. Çünkü bir suçu ele aldığınız zaman, o toplumun sosyo-ekonomik yapısını, sosyo-psikolojik yapısını, tarihini, o toplumdaki bireylerin ruh halini çok iyi anlatabilirsiniz.
Cinayet insanın varoluşundan ayrı bir mesele değildir. Bunu ele aldığınız zaman toplumdaki temel çelişkileri, adaletsizlikleri, baskıyı, sömürüyü, yozlaşmayı en iyi şekilde anlatabilirsiniz. O nedenle burada bir çelişki yok, aksine ustalık var.
Artık hiçbir şey siyah ve beyaz değil. Salt iyi insan yoktur. İyilik kötülüğe karşı mücadele sonucunda kazanılan bir şeydir. Yazarın görevi insan ruhunun bu karmaşasını anlatmaktır. Yazarın görevi “Aa beyaz çok güzel” demek değildir, çünkü siyah da gereklidir.
“Erkek egemen toplum insanlığın yazgısı değil”
“Başkomiser Nevzat naif, insancıl, bir mafya babasından seks işçisine kadar hemhal olduğu herkesi anlamaya çalışan bir roman kahramanı. Çoğul bir adam ve bu çoğulluğun içinde kaybolmuyor. Bu çoğulluğu yaratırken size esin kaynağı olan şeyler neydi?
Cevat Yurdakul isminde Adana Emniyet Müdürü vardı. 12 Eylül’den önce POL-DER diye bir dernek vardı, solcu, demokrat polislerin yer aldığı bir dernekti. Cevat Yurdakul, faşistler tarafından öldürüldü. O karakteri aldım. İki de sinema karakteri aldım. Bir tanesi Yavuz Turgul’un Muhsin Bey’i, diğeri de Atıf Yılmaz’ın Ah Güzel İstanbul filminde Sadri Alışık’ın oynadığı Haşmet karakteri. Bu üçünü alıp harmanladım ve ortaya Başkomiser Nevzat çıktı.
Aslında Başkomiser Nevzat benim emniyete, polis teşkilatına önerimdir. Böyle olması gerekir. Hani onların bir tezi var ya, halkın polisi olmak üzerine. Eğer böyle bir iddianız varsa, bunu gerçekleştirecekseniz Nevzat gibi polisler olması gerekir ki halk da size güven duysun. Gerektiğinde “Bu çocuklar haklı üzerlerine gitmeyeceğim, gaz atmayacağım, bu davada yanlış giden bir şeyler var” diyebilen polislerden bahsediyorum. Benim bir önerim bu. Ütopik olabilir ama olsun.
Öte yandan Nevzat karakteri her romanımda olan bir karakter değil zaten, onbir romanın sadece dördünde Nevzat var. Örneğin yeni romanımda Nevzat olmayacak. Melek isminde, savcı, güçlü bir kadın romanı olacak. Bir kadın gözüyle cinayeti çözeceğiz.
Alıştığımız polisiye anlatının tersine salt erkek hikayelerini anlatmıyorsunuz. Romanlarınızda kadınlar da yer alıyor. Ve bu kadınlar yalnızca azmettiren, suçun kaynağı rolünde değiller. Tüm bunların ışığında ''kadın sorunu''na dair neler düşündüğünüzü merak ediyorum.
Epeydir dünyada erkek egemen bir çağ yaşanıyor. Fakat biz tarihe baktığımızda bir dönem anaerkil bir dönemin yaşandığını biliyoruz. Dolayısıyla, erkek egemen toplum insanlığın yazgısı değil, tercihi olabilir. Ama görüyoruz ki doğru bir sistem de değil. İnsanlara mutluluk getiren bir sistem değil. Erkeklere mutluluk getiren bir toplum biçimi de değil aslında. Kadını eziyor, sömürüyor ama erkeğe de mutluluk getirmiyor. Çünkü bastırılmış, mutsuz edilmiş, kendi tercihini yaşayamayan bir kadının aşkı yaşama, bir erkekle birlikte yaşama, çocuk doğurup onu yetiştirmesi anlamında ciddi sıkıntıları var.
Türkiye’de doğuya baktığımızda feodal bir yapı, töre cinayetleriyle kendini dışa vuran bir yapı var. Büyükşehirlere baktığımızda da kadın bir meta, bir zevk aracı, bir evi çekip çeviren ağır işçi görünümünde. Ahlak deyince kadını bağlıyor, namus deyince kadını bağlıyor. Sanki kadını bu sistem içinde tutmak için üretilmiş manevi kavramlar bunlar.
Ve bu öyle yerleşmiş ki içimize, örneğin biz solcular özgürlüğü savunuruz ama konu kadın meselesi olunca feminizme hep dudak bükülür. Kürt halkının özgürlük mücadelesine gösterdiğimiz sempatiyi, kadının verdiği özgürlük mücadelesine vermekte zorlanırız. Halbuki hepsi özgürlük mücadelesidir.
“Geziyi ne hükümet ne muhalefet anladı”
Son romanınız Beyoğlu’nun En Güzel Abisi’nde direniş de çıkıyor karşımıza. Gözünü kaybedenleri, katledilenleri, polisin şiddetini bir kez daha anımsıyoruz satırlarınızda. Aradan takriben beş ay geçmişken geriye dönüp baktığınızda neler düşünüyorsunuz Gezi Direnişi hakkında?
14 yaşından bu yana bu eylemleri gördüm, yaşadım. 1 Mayıs’lar, Kemal Türkler’in cenazesi… Müthiş kalabalık eylemlerdi. Ama Gezi olaylarının bir özelliği var hem hükümetin hem muhalefet partilerinin anlamadığı, kendiliğinden ve çok kitlesel bir eylemdi. Ayrıca çok kültürlü bir eylem, herkesin var olduğu bir eylem.
Dolayısıyla, bu eylem geçecekti, bir devrim değildi. Bundan bir devrim bekleyenler yanılıyorlar çünkü devrimin gerçekleşmesi için nesnel koşullara ihtiyaç var. Yöneticilerin eskisi gibi yönetilmemesi, yönetilenlerin yönetilmek istememesi gerekir. Bunu sağlayan da derin bir ekonomik krizdir.
Gezi’de olan şey geçen kış başlamıştı zaten. Ağaçlara dokunmayın, diye imza kampanyaları başladı, ilk imzacılardan birisi de bendim hatta. Olay böyle başladı herhangi bir politik gönderme yok, herhangi bir yönlendirme yok. Ama hükümet o kadar acımasız, o kadar fütursuz, o kadar pervasızca saldırdı ki…
İnsanların zaten burasına kadar gelmişti, çünkü başbakan sürekli kaba, nobran bir üslupla çıkıyor, kendi hayat tarzını bize bağıra bağıra dayatmaya çalıyor. İnsanlar da “Bir dakika kardeşim” dedi, “Sen oraya devleti yönetmeye geldin, benim hayat tarzımı yönetmeye gelmedin.” Hükümet, orantısız bir şiddet kullandı ve bu şiddetin karşısında daha büyük tepkilerle karşılaştı.
Peki, sonuçlarına bakacak olursak neler söyleyebilirsiniz?
Bu hareketten daha başka bir sonuç ortaya çıkamazdı. Çünkü nesnel koşullar buna müsait değil. Bu hükümeti götürebilir miydi? Götüremezdi, çünkü hala çok güçlülerdi. Ama bir süreci başlattı. Bütün imajı alt üst etti.
68 bütün bir kültürü değiştirmişti. Gezi olaylarının etkilerini önümüzdeki beş on yıl içinde göreceğiz. Bu olaylar şunu gösterdi, bir hükümetin en güçlü olduğu dönemde, en katı, en karanlık olduğu bir anda bir ışık parladı. “Sen hikâyesin” dendi hükümete, başbakanın ve Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) bütün kimyası bozuldu. Kimyaları bozulduğu için de saldırganlaştılar. Bence kum saati tersine döndü, artık aşağıya doğru akmaya başladı.
Eğer biraz akıllılarsa özgürlükleri genişletirler. Ama görülüyor ki bundan yana değiller. Daha da sertleşiyorlar, bundan çıkar umuyorlar. Bir dönem daha kalabilirsin, olabilir. Seçimi kazanabilirsin, ama tarihi kaybedersin. Tarihe iyi bir insan, demokrat bir başbakan olarak geçmeyecek, bu kesin artık.
Bu hükümet 28 Şubat, 12 Eylül, 12 Mart gibi karanlık dönemlere eş bir portre çiziyor ortaya. Umarım bundan vazgeçerler diyorum ama sanırım vazgeçmeyecekler.
“Kendi çocukları Gezici olacak”
Direniş günlerinde yaptığınız bir söyleşide direnişi çocukların ebeveynlerine başkaldıran çocuklara benzetmiş ve metaforik anlamda babayı öldürmenin öneminden bahsetmiştiniz. Geldiğimiz noktada hala o “baba”nın vesayetini iliklerimize kadar hissediyoruz. Ne dersiniz, öldüremedik mi o paternal yapıyı?
Tabii ki hayır. Birdenbire olmaz bu. Kul kültürü de diyebiliriz buna. Kul kültürünün temelinde babaya itaat vardır. Bu topraklar üç bin yıldır imparatorluklarla yönetiliyor. Bu damarlarımıza sinmiş. Gezi aslında bu kul kültürüne karşı kendiliğinden bir isyandı. Bir eylemle bunu ortadan kaldırılacağını düşünmek çok yanlış.”
Ama bu eylemin kendisi şunu gösterdi ki: “Biz artık bu oyunu istemiyoruz kardeşim.” Çünkü bu eyleme katılan çok önemli bir kitle var. Bu kadar insanın sokaklara dökülmesi, ölüme meydan okuması, sakat kalmaya meydan okuması kolay bir iş değil. Ve o sokağa dökülenlerin hepsi şu anda öfke dolular, hepsi hükümetin şu anki uygulamalarına karşı öfke duyuyorlar fakat koşulların olgunlaşmasını bekliyorlar.
Hükümetin farklı sesleri dinlemesi, o çoğul sese kulak vermesi, tek kültürü dayatmaması lazım. Türkiye’de kazansalar batıda kaybederler. Çünkü onların çocukları batıda okuyor, bindikleri araba, yaşadıkları evler, hayat tarzları Batılı gibi. İçki içmiyor, başını bağlıyorlar. Bu bir tür burjuva bakış açısı. Böyle davranmaya devam ederlerse kendi çocukları Gezici olacak.
Kızlı erkekli evler nasıl bir rezilliktir. Bunun adına sıradan faşizm denir. O evde, 18 yaşını aşmış çocuklara müdahale etmenin anlamı budur. En az türban kadar vahim bir durumdur. Türban da korkunçtu, o insanların giyimine kuşamına karışmak, “Başınızı açacaksınız” demek rezaletti. İsimler değişiyor ama sistem aynı şekilde devam ediyor.
Her gün başka bir şey direniyor bu ülkede. Bir gün ağaçlar, bir gün rakı, bir gün öğrenci evleri… Neden sizce?
Ayakta kalmak için. Gezi’de çok korktu, gideceğini anladı. O yüzden kendi kitlesini sıkı tutmak, militanlaştırmak istiyor. Çünkü şöyle düşünüyor bence başbakan: “Eğer hükümeti kaybedersem sadece hükümeti kaybetmekle kalmam. Her şeyi kaybederim, özgürlüğümü de.” (İD/YY)
* Ahmet Ümit, Beyoğlu'nun En Güzel Abisi, Everest Yayınları, Ekim 2013, 418 sayfa
Fotoğraflar: Muhsin Akgün