“Değişe değişe bozulmuş ölüm bile…
Ölüm bir grev gibi kaplamış ülkemizi…”
Sezai Karakoç
Zeynep Sayın’ın kaleme aldığı “Ölüm Terbiyesi” kitabı bu dizelerle başlıyor. Her gün ölüme şahit olan bizlerin, hep kıyısında olduğu ama bir türlü kendiyle yan yana getiremediği şey ölüm. Acı bir coğrafyanın şahitleriyiz. Her gün ölen, öldürülen onlarca kişi, halen çocuklarının kemiklerini arayan Cumartesi Anneleri…
Her alanda yok edilmeye çalışılan hafıza... Kaybedilmek istenen kemikler… Bunların her birini ayrı ayrı değerlendirmek gerektiğine şüphe yok.
Akademisyen Zeynep Sayın kaleme aldığı “Ölüm Terbiyesi” kitabında ölüm ve imge arasındaki ilişkiyi sorgularken, tarihte ve günümüzde yaşananlara da tanık olmamızı, güncelde yaşadıklarımıza anlam vermemizi sağlıyor. Sayın, ölüm ile imge arasındaki ilişkiyi, ölüm ve iktidar arasındaki ilişkiyi detaylı olarak anlatırken, ölümün ve imgenin Roma’dan bu yana ayrı ayrı gömülme geleneğini nasıl oluşturduğunu, bu geleneğin bugün Dersim’de hangi mezar taşlarında görülebileceğine de ışık tutuyor.
Zeynep Sayın’la kitabı “Ölüm Terbiyesi” üzerine konuştuk.
Ölüm Terbiyesi kitabınızda "Ölüm, insanın sınırıdır. İmge, insanın sınırıdır” diyorsunuz. İnsanın imgesi ölümle mi şekilleniyor? İnsan-imge-ölüm arasında nasıl bir ilişki var?
Ben Ölüm Terbiyesi’ni yazarken şu düşünceden hareket etmiştim. Bir insan öldükten sonra ceset ile imge birbirinden ayrışıyor. Bu anlamda ölüm insanın sınırı. Bu anlamda imge, insanın ölmesine, cesetle ayrışmasına bağlı. Ayrıca bizim fiziksel ölümümüz yani hayatımızın son buluyor olması da yine imgenin sınırı. Çünkü bunun ardında imge yok.
Ölümümüzden sonrasına dair herhangi bir imgeye, ölüm sonrasının imgesine sahip değiliz. Dolayısıyla bizim aslında ikizimiz olan, hatrımızı ve hatıramızı yaşamayı, yaşatmayı sürdüren imgeler, bizi cesetten ayrıştırarak var olmaya başlıyor. İmge antropolojisinden hareket ettiğimiz zaman, Hans Belting’lerden ve diğerlerinden de feyz alarak, bütün dünya tarihinde, ister Australopithecus Afarensis deyin, isterseniz Neanderthal insan deyin, ilk imgeler, imgeyi cesetten ayrıştırmak için olan imgeler. Bu anlamda da iki yerden; bir başlangıçtan hareketle, bir de sondan hareketle, insanın ölümünün ve imgenin ayrıştığını ve ölümün, imgenin sınırı olduğunu düşündüm.
Şöyle ki, bir insan öldüğünde cesetten kalan şey, onun imgesi oluyor. Bu imge ilk başta mezar taşları, ölenin ikizi ya da birtakım fotoğraflar veya başka şeyler. Ölenin hatırasını yaşatıyor imgeler.
Aynaya baktığımızda gördüğümüz ne? İmgemiz mi yoksa kendi cesedimiz mi?
Sekiz aylıkken, kendi bedenimin annemin bedeni olmadığı, benim bağımsız bir bedenimin olduğu ve bu bedenimin de bir imgesi olduğu gerçeğiyle yüzleşiyorum.
Lacan’ın ayna evresi dediği şeyden hareketle, ben ceset-ayna-imge üçgenini düşünmüştüm. Lacan’a göre biz doğduğumuzda kendimizi annemizin bedeninin organı zannediyoruz ve kendimizi ondan ayrı düşünemiyoruz, ta ki aynaya bakana değin. Dolayısıyla annemizin babamızın gözünde, onların hoşuna gitmek için kendimizi bir imge olarak örgütlemeyi ve mevzilenmeyi öğreniyoruz. Che Guevara’nın arkadaşı, Fransa’da mediolojinin kurucusu Regis Debray diyor ki, aslında Lacan’ın ayna evresi diye tanımladığı şey, benim aynada kendimi, kendi cesedim olarak görmemdir. Kendi bedenim bana ait değil, aslında bedenim ben değilim, kendi bedenim bana başka bir imge veriyor, ben aslında aynada her seferimde kendimi, kendimin ötekisi, cesedi olarak görüyorum ve imge antropoloji denilen şey de buradan başlıyor.
Mezarlıklar bu noktada nerede duruyor?
Yaşayanın hatrını, hatırası olarak yaşatmak için. Ama ölülerden korkulduğu için de, geri dönmesinler diye. Mezarlıklar aynı zamanda ziyaret yerleri. Mezar ve ziyaret aynı kökenden geliyor. Ben mezarda kendi atalarımı, kendi sevmiş olduğum, soyundan geldiğim ya da beni ben kılan insanların hatırasını ve hatrını yad etmek için ziyaret ediyorum. Ya da onlardan korunmak, gazaplarını üstüme çekmemek için. Ölüler talepkârdır da, onlara ikramlarda bulunuyorum, kansız kaldıkları için kan ister çoğu inanışta ölüler, onlara kurbanlar veriyorum.
Örneğin Antakya’ya gidelim ya da başka yerlere, mezarlıklara ziyaret dersiniz. Ziyaret yerleri dediğimiz yerler genelde yatırlardır. Velilerin yattığı yerlerdir, bazen bunların içleri boştur bile. Kenotaftır. (Kenotaf Yunanca Kenosis, boşluktan, boş mezardan gelir.) Hızır’ın mezarı boştur örneğin. Boş bir mezarı da ziyaret edebilirsiniz. Ama bazen de doludurlar. İçinde bir takım kutsal kişilerin kemikleri vardır ve siz onları ziyaret eder, onları yad ederseniz. Bu mantık aslında bütün mezarlıklar için geçerli. Sadece erenler ya da bütün yatırlar için değil.
Ailemizden biri öldüğünde onun mezarını ziyaret ettiğimizde aslında her defasında kutsal bir yeri ziyaret ediyoruz. Çünkü mezar her defasında bu dünyada yaşamış olanın hatırasını barındırdığı gibi, aynı zamanda öte dünya ile bu dünyayı birbirine bağlayan bir kesişim noktası, bir düğüm. Öte dünya, ölüm. Çünkü öldükten sonra ne olduğuna dair bilgi yok. O nedenle ölüm insanın sınırı dedim. İmgenin de sınırı. Ölümden sonrasının imgesi yok hiçbirimizde. Ölümün imgesi hiçbirimizde yok.
Roma İmparatorluğu’nda var olduğunu söylediğiniz çifte imgenin, Kalenderilerin torunları olan Alevilerde ve Bektaşilerde mezara iki taş diken gelenekle yöndeş olduğunu söylüyorsunuz. Öleni ve imgesini aynı mezarda tutmak neden? Dünyada başka benzeri gelenekler var mıdır?
Kantorowicz’in “Kralın iki bedeni”ni hatırlatmak isterim. Ta Roma İmparatorluğundan başlayarak İngiltere üzerinden günümüze değin nasıl çifte mezarlar düzenlendiğine dair, bir sürü topluluktan örnekler anlatır. Ben ve imgem şeklinde, ikisinin birden nasıl gömüldüğüne dair harikulade gelenekleri tarif eden bir kitap. Bu sadece Dersim’de ya da Alevi-Bektaşı geleneğinde olan bir şey değil.
Agamben Kantorowicz’den hareketle bunun üzerine gidiyor, örneğin Roma İmparatoru öldüğünde önce İmparator’u, daha sonra İmparator’un imgesini gömerlermiş. Aslında mesele şuradan kaynaklanıyor olsa gerek: “Bu bir Pipo değildir.” Magritte’nin ünlü işi. Bir piponun imgesi, piponun kendisi değildir. Bir kralın imgesi, kralın kendisi değildir. Nitekim bu nedenle de kralın iki ayrı bedeni var. Birincisi kendi kişisel bedeni, ikincisi onun kurumsal bedeni. Mesela bugün bile İngiltere’de kraliçeye ait olan eşyalarla, devleti temsil ettiği eşyalar arasında fark var. Kimi hazineye kalıyor, kimi kraliçenin kendi özel eşyası. Roma’da da bu türden bir anlayış nedeniyle kralın iki bedeni var. Dolayısıyla kendisi gömüldükten sonra kralın bir de imgesi gömülüyor.
Ki buradan Lacan’a geri dönüyoruz. Sekiz aylık çocuk, kendini aynada ilk kez gördüğünde şu gerçeği görüyor ki, ben aslında iki kişiyim. Ben aslında ben ve imgem şeklinde çiftim, ikizim. Ben hiçbir zaman imgem olmadan var olamayacağım. Dolayısıyla ben ve imgemin arasındaki yarığı hiçbir zaman kapatamayacağım, bu nedenle de ben her zaman bir başkası, Arthur Rimbaud’nun ünlü cümlesinde dediği gibi; ben bir başkasıdır, ben her zaman aynı zamanda kendisi değil, kendisinin imgesi ve iki kişidir.
Kitabınız, toplama kamplarında cesetlere "Figuren" (figür) denilmesini, ölümün elinden ölümlülüğü almak ve siyasal bir değere indirgemek olarak belirtiyorsunuz. Ölümün elinden ölümlülüğü almak nasıl mümkün?
Şöyle düşünün: SS subayları oradaki cesetlere, ceset yığınlarına figür dedikleri anda ki, figüran sözcüğüyle de aynı kökten geliyor figür, konu başka bir hal alıyor. Figüran asla ve asla asıl karakter olan kişi değil filmlerde. İmgesi bile aslında olmayan kişidir figüran. Silik bir karakterdir. Dolayısıyla filmlerde figüranlar hiçbir zaman imge hakkına ve imge hukukuna vakıf ve kadir olamayan kişilerdir. Şimdi Auschwitz ya da diğer yerlerdeki toplama kamplarını düşünelim. Burada Krematoryum’larda yakılan, toplu mezarlara gömülen kişilerin, imge sahibi olmaları onlardan esirgeniyor. Çünkü onlar birer figür ve birer figüran. Dolayısıyla aslında imge denilen şeyin her zaman bir hak ve hukuk meselesi ve iktidar ilişkileriyle ilgili olan bir şey. İmge hakkı her seferinde egemenin hakkı aslında. Bu nedenle Roma’ya geri gittiğimizde, imgenin Latince temeli olan imago sözcüğü, atalarından alınan ölü maskesi demek. Kimler atalarının ölü maskesini alma hakkına sahipler? Soylular. Nobilitas ve Dignitas (soylu-haysiyetli).
Soysuz kim? Soyu olmayan demek. Dolayısıyla soysuzların imge hakkı yok. İmge sahibi olamıyorlar. Dolayısıyla onlardan yaşamları esirgendiği gibi, onlardan kendi ölümleri de, ölümlülükleri de esirgeniyor. Çünkü hepimiz sadece bedensel, sonlu ve ölümlü varlıklarız. Michel Foucault’un, Agamben’in ve diğerlerinin biyoiktidar dediği şey. Sadece yaşamları değil, onların ölümleri de ölümlülüklerinden esirgeniyor.
Türkiye’de ölüm nasıl ve neden siyasallaştırılıyor?
Kimin imgeye sahip olup, kimin yaşam hakkına ve kimin ölüm hakkına sahip olduğuna egemen karar verdiği anda (egemen derken bir zihniyet bütününü kastediyorum. Sadece Hitler’den, Stalin’den ve benzerlerinden söz etmiyorum) ölüm siyasallaşıyor. Bizim ülkemiz de aslında insan yaşamının da, ölümünün de, ölümlülüğünün de istimlak edildiği, insanın ölümlülüğüne saygı gösterilmeyen ve istenmeyen insanların hatırlarının, hatıralarının, imgelerinin hayatta kalmasının istenmediği bir memleket.
Önemsediğim Teressa Margolles diye Meksikalı bir sanatçı var. Bu sanatçı adli tıptan geliyor ve Meksika’da hastanede doğum yaptıktan sonra ölen ya da ölü doğan çocuklar çöpe atılırlarmış tıbbi atık olarak. Günün birinde çocuğu çöpe atılacak olan kadınlardan biri, Teressa Margolles’e ölü bebeğini getiriyor ve “buna ne yaparsan yap” diyor. O da bebeklerin çöpe atılmasını başka bir yerden görünür kılmak için o bebeğin üzerine beton döküyor. Çocuğu betona gömüyor. Çok dehşetli bir hikâye bu.
Kim olursa olsun, niye olursa olsun, her insanın gömülme hakkı vardır. Nereden bakarsanız bakın, insan olduğunuz sürece, insanı insan yapan en temel şey o insanın gömülme hakkıdır. Sizin elinizden gömülme hakkınız esirgendiği zaman zincirleme kaza gibi bir sürü başka şey daha esirgenmiş olunuyor. Bizim ülkemizde insanların gömülmesine izin verilmiyor. Ölen insanların kemiklerinin ailelerine teslim edilmesine izin verilmiyor. Bunların örneklerini biliyoruz. İstenmeyen, hatırası, hatrının ve imgesinin sürdürülmesi istenmeyen cemaatlerin (cemaati cem etme, bir araya gelme anlamında kullanıyorum), ortaklıklarının, ortaklıklara sahip olan insanların imgesi istimlak ediliyor. Bu çok ciddi bir mesele. Dolayısıyla bunun yapılması da ölümün siyasallaşması üzerinden gerçekleşiyor. Bir insanın ölümünü siyasallaştırıyorsunuz.
Örneğin Kemal Gün, oğlunun kemiklerine sahip olmak istiyordu. Oğlu, egemenin “terörist” diye nitelendirdiği biri olabilir, olmayabilir, bu beni ilgilendirmiyor. Bir babanın oğlunun kemiklerine sahip olma, onu gömme hakkı var. Oğlunun kemiklerine sahip olmak için açlık grevi yapıyor, kamu alanını istimlak etmekten yargılanıyor, oğlunun cenazesinde oğlunun imgesini yani fotoğrafını taşıdığı için yine aleyhine dava açılıyor. Şimdi bunlar çok problemli şeyler. Aysel Tuğluk’un annesi mezardan çıkarıldı. Götürülüp başka bir yere gömüldü. İnsanın nutku tutuluyor.
Gömülme hakkının engellenmesi yaşayanlara nasıl bir mesaj veriyor?
Hannah Arendt’in bir cümlesi var. Totaliter sistemlerde hiç kimsenin kendisini emniyet içinde hissetmemesi için her an her şey olabilir korkusu gerekir, hiçbir şeyin garantisi yoktur. Her şey keyfidir. İnsanlar her an her şeyin olabileceğini hissetsin.
Arşiv değil de an-arşiv kavramını kullanmayı tercih ediyorsunuz? Neden bunu tercih ettiniz?
Arkhe; güç, baş, başlangıç, kendi yol açtıkları üzerinde kayıtsız şartsız hüküm süren ilksel imge gibi bir sürü şey demek. Arşiv de her seferinde bir tüzel ya da şahsi kimliğin tarihini teyit ve tesis etmeyi amaçlayan ve meşru kılmaya yönelik olan bir belgeler bütünü. Neresinden baksanız bu böyle. Dolayısıyla an-arşiv sözcüğüyle anarşi sözcükleri arasında hoş bir bağlantı var. Yunanca ‘a’ ön takısı bizim ‘la’ya tekabül ediyor, la-ilahe-illallah. Ya da Almanca, İngilizce ’ke‘ un’a, un-freundlich, un-friendly. Olumsuzlama. An-arşiv, arşivin noksanlığı, anarşi ise iktidarın, gücün, ilksel ilkenin, egemenliğin vb. noksanlığı demek. Tabii ki benim ruhum anarşist. Ben, bütün iktidar odakları ortadan kalkmadan bu dünyada rahat yüzü görmeyeceğim. Her iktidar odağı için bu geçerli. Dolayısıyla da herhangi bir iktidar odağının meşru kılınmasına yol açan bir arşive, buna aslına bir tür “egemen belleği deposu” da diyebiliriz, çünkü arşivler bir tüzel ya da şahsi kimliği, bir kurumu teyit ve tesis etmeye yarayan ve aynı zamanda da onun meşru olmasını sağlayan araçlar ise, ki öyleler, müzeleri, kitaplıkları, üniversiteleri düşünelim vs. Günümüzde çok yakın bir geçmişe değin, ulusal müzeler mesela, arşivler genelde buna yararlar. Hal böyle ise ben bu türden bir arşivden değil, bu türden bir arşivin içinde bir gedik açan bir an-arşiv’den yana olacağımdır elbette.
Zeynep Sayın hakkında
1961 İstanbul doğumlu, yazınbilimci, sanat kuramcısı, öğretim üyesi. İstanbul, Salzburg ve Viyana’da yazınbilim, sanat tarihi ve felsefe okudu. İstanbul’da çeşitli üniversitelerde ve Mardin Artuklu Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’nde çalıştı. Leipzig’de Hochschule für Grafik und Buchkunst ve Viyana’da Akademie der Bildenden Künste’de ders veriyor. Mithat Şen ve Bedenyazısı (Kaknüs, 1999), Noli me tangere (Kaknüs, 2000), İmgenin Pornografisi (Metis, 2003) ve Kötülük Cemaatleri (Tekhne, 2016) adlı kitapları var. (ZK/AS)