Avrupa Parlamentosu seçim sonuçlarına bakarak siyasi geleceğe ilişkin analiz yapmak biraz da otopsi yapmaya benzer. Kıta boyunca seçmenler tepki oylarını kullanmak için sandık başına giderken, bu yıl tarihin en düşük katılım oranı -yüzde 43- gerçekleşti.
Yine de, sonuçlar kesinleşmeye yaklaşırken iki şey belirginleşmiş duruma: Fransa, Almanya, İtalya gibi seçmenin iktidardaki muhafazakarlara haddini bildireceği düşünülen ülkelerde bile merkez sağ, sosyal demokratların aleyhine gücünü artırırken sol oylardaki düşüş beklenmedik sayıda aşırı sağcı ve neo-faşist adayın kazanmasına yol açtı.
Aşırı sağcı partiler, İslam karşıtı kampanya yürüten Geert Wilders'ın yüzde 17 oyla ikinci olduğu Hollanda'da; Roman karşıtı Jobbik'in 22 sandalyeden üçünü kazandığı Macaristan'da; Özgürlük Partisi'nin yüzde 18 oy aldığı Avusturya'da; aşırı milliyetçilerin ilk kez seçildiği Slovakya'da ve "beyaz dışı göç dalgasını önlemek" isteyen ırkçı, neo-Nazi Britanya Ulusal Partisi'nin bir değil iki adayının seçildiği Britanya'da oylarını artırdı.
Bu sonuçların nedeni ne? Bunun bir nedeninin ekonomik olduğu aşikar; aç kalanlar komşularına saldırmaya eğilimli oluyor.
Fakat aynı zamanda Avrupa fikrine; halktan uzak ve yolsuzluklara batmış olduğu düşünülen merkez siyasete ve özelde de hiçbir alternatif üretemeyen merkez sola inancın zayıflaması da söz konusu. (Bir parantez: Fransa'da, eski 68'li Daniel Cohn-Bendit'in yeşil koalisyonu, Europe Ecologie, Paris metropolitanda sosyalistlerden fazla oy aldı.) (MM/EÜ)
* Maria Margaronis'in the Nation'da yayınlanan makalesini kısaltarak Türkçeleştirdik.