Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nden Dr. Mustafa Bayram Mısır’la 7 Haziran seçimleri öncesi Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın ve Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun meydanlarda ve çeşitli toplantılarda yaptıkları konuşmalarda din referansını son derece sık şekilde kullanmasını “Onlar Müslüman değil, Zerdüşt” veya “Onlar inançsız” minvalindeki söylemlerini konuştuk.
Mısır’a AKP’nin ve Cumhurbaşkanı’nın dini referanslara dayalı konuşmalarını, muhalefetin bu konuşmalar karşısında takındığı siyasi tavrı ve giderek iç içe giren siyaset din sarmalının topluma yansımasını sorduk.
Dinsel referansın yaygınlaştığını ve AKP’nin toplumu bu anlamda dönüştürmede epeyce yol aldığını, kurduğu hakikat rejimini tüm toplumun üzerine yaydığını ifade eden Mısır, Başbakan ve Cumhurbaşkanı’nın siyasal meşruluğun kaynağı Anayasa değil de peygamber ve halifelerinin geçmişte yaptıklarıymış gibi davranabilmesinin nedeninin de bu hakikat rejiminin başat hale gelmesi olduğunu söylüyor ve ekliyor:
“Cumhurbaşkanı Türkiye laik bir cumhuriyet değilmiş gibi halka Kuran-ı Kerim’i göstererek oy isteyebiliyor. Böylece, iki kere Anayasa’yı ihlal ediyor: İlk olarak, Anayasal statüsü tarafsızlık gerektirmesine rağmen bir siyasi parti, AKP lehine seçim kampanyasına katılıyor; yetmiyor, ikinci olarak, Anayasa Mahkemesi’nin lafzı ile “dini siyasete açıkça alet ediyor”, laiklik ilkesini çiğniyor.”
“AKP’nin hakikat rejimi toplumun üstüne yayıldı”
Başbakan ve Cumhurbaşkanı’nın din söylemine bu kadar sarılmasını nasıl yorumluyorsunuz? Toplumda bu söylemin ciddi bir karşılığı mı var yoksa 12 yıllık iktidar süreci neticesinde ortaya çıkan yıpranmışlık nedeniyle siyaset üretmekte güçlük çekip din dalına mı sarılıyorlar?
Bir yönüyle, karşı karşıya olduğumuz şeyin uzun süreli ve yıpranmış bir iktidarın kolay bir seçim başarısı için “milletin temel değeri” saydığı dinsel değerleri siyasal propagandaya konu etmesi olduğu belki söylenebilir; Burhan Kuzu’nun sözünü ettiği, seçmenlerdeki kızgınlığı yatıştırmak için muktedirlerin elinden başkası gelmiyor olabilir.
Yine de acaba diyorum, meseleye sadece bu zaviyeden baktığımızda eksik bir değerlendirme yapmış olabilir miyiz?
Çünkü bu, sadece yıpranmışlıkla ya da siyaset üretmekteki tıkanıkla ilgili bir olgu değil. AKP tek parti iktidarını sadece kademe kademe devlet organlarının yönetiminde söz sahibi olarak değil, yeni bir hakikat rejimi inşa ederek mümkün kıldı. Bu hakikat rejimi siyasi İslam’ın kendini devlet içindeki hakim ideoloji kılması için elverişli konumu yarattı. AKP seçmenleri de, devlet organları gibi bu hakikat rejimini büyük oranda benimsemiş durumdalar. Bu hakikat rejiminin en önemli kaynağı da, hem anlam hem de meşruiyet üretimi bakımından Sünni İslam.
O kadar ki, sadece AKP taraftarları arasında değil, muarızları arasında da dinsel referans yaygınlaştı. AKP toplumu bu anlamda dönüştürmede epeyce yol aldı ve kurduğu hakikat rejimi tüm toplumun üzerine yayıldı.
Size basit bir örnek vereyim, o tür bir ateizmin siyaseten doğruluğu ya da yanlışlığı ayrıca tartışılır ama çok değil bir 20-30 yıl önce Turan Dursun’un kitapları ulemayı meşgul ederdi. Turan Dursun, biliyorsunuz katledildi ve faili halen meçhuldür.
Bugün ise, siyasal İslam’ın -içine her türden dinsel ve liberal efsaneyi, merkez-çevre gibi tarih ve sınıf dışı gerçeklikle ilgisi olmayan anlatıları, Osmanlı geçmişine özlemi, bilim düşmanlığını, postmodernizmin safsatalarını da alarak bir bulamaç halinde kurduğu- hakikat rejimi toplumu o kadar kuşattı ki, zaman zaman AKP’li siyasetçilerin ne dediğini anlayabilmek ya da kendi aralarındaki tartışmalarda konumlarını nasıl savunduklarını çözümleyebilmek için bizim de dönüp Siyer okumamız, hatta ulema ne diyor diye bakmamız gerekebiliyor.
Kamuda, üniversitelerdeki atamalarda cemaatler belirleyici oluyor, devlet organları içinde -Gülen Cemaati öne çıktığı için diğerleri o kadar bilinmiyor ama- örneğin Milli Görüşçüler, Menzilciler, Hak Yolcular vb. birbirleriyle mücadele ediyorlar. Solculara da “solcu” değil dinsel referansla "Alevi” kotası tanıyorlar, böylece “demokrat” oluyorlar.
Bunlar bir kaç basit örnektir, başka örnekler de verilebilir. Bu gerçeklik karşısında sadece Sabah gazetesinde yazan zevat değil, ana akım medyanın tümü suskundur.
Suskundur, çünkü ana akım medyaya baktığımızda da, aynı hakikat rejiminin çoktan başat hale geldiğini görürüz. Gazetecileri bu konuda anlamak mümkün, güne gömülü bir bilincin kurbanı oluyorlar ama bilim insanları için de aynı hal söz konusudur. Bunun işaretleri çok eskilerden beri vardı.
Başbakan ve Cumhurbaşkanı’nın -her ikisinin de- Anayasa yokmuş gibi yaparak, siyasal meşruluğun kaynağı Anayasa değil de Peygamber ve Halifelerinin geçmişte yaptıkları imiş gibi davranabilmelerinin nedeni de basitçe bu hakikat rejiminin başat hale gelmesi.
Bu hakikat rejimi içinde, Cumhurbaşkanı Türkiye laik bir cumhuriyet değilmiş gibi halka Kuran-ı Kerim’i göstererek oy isteyebiliyor. Böylece, iki kere Anayasa’yı ihlal ediyor:
İlk olarak, Anayasal statüsü tarafsızlık gerektirmesine rağmen bir siyasi parti, AKP lehine seçim kampanyasına katılıyor; yetmiyor, ikinci olarak, Anayasa Mahkemesi’nin lafzı ile “dini siyasete açıkça alet ediyor”, laiklik ilkesini çiğniyor.
“Türkiye hep resmi dinli ülke oldu"
Baktığımız zaman Başbakan ve Cumhurbaşkanı, muhalefet partilerinin Zerdüşt olduğunu, dinsiz olduğunu vs. söylüyorlar ve bu ifadeleri suçlamak amacıyla kullanıyorlar. Zerdüşt olmak da dinsiz olmak da suç olmadığı halde bu söylemleri nasıl yorumluyorsunuz?
Zerdüşt olmak suç değil elbette, anayasa tarafından güvence altına alınmış bir tercihtir, Zerdüştlük yurttaşın seçebileceği bir dinsel inançtır. Bir yurttaş dini bakımdan inançsız da olabilir. Düşünce ve ifade, din ve vicdan özgürlükleri anayasa ve uluslararası hak bildirgeleri veya sözleşmeleri tarafından güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerdir.
Muktedirlerin suçlayıcı mahiyette kullandıkları aktardığınız ifadeler, itham ve suçlamalar, hem Türk Ceza Kanunu (TCK) kapsamında kutsal değerlere hakaret suçudur -Zerdüştlük de bir kutsal inançtır- hem de uluslararası insan hakları hukukunda artık varlığı genel kabul gören ve ayrımcılık yasağı şekliyle TCK’ya da girmiş olan bir nefret söylemi suçu türüdür.
Anayasal bakımdan itham edilen yurttaşların temel hak ve hürriyetlerinin ihlali olduğu gibi, bu ifadeleri kullananlar devlet otoritesini temsil ettiklerinden yaptıkları anayasal eşitlik ilkesinin de ayaklar altına alınmasıdır. Anayasal laiklik ilkesi, anayasal eşitlik ilkesi ile anlamını kazanan, inanç özgürlüğü ile birlikte değerlendirilmesi gereken demokratik bir değerdir. Laiklik olmadan azınlıkların inanç özgürlüğü korunamadığı gibi yurttaşlar arasında kanuni eşitlik bile olamaz; olamayacağı muktedirlerin aktardığınız söylemlerinden de yansıyor.
Buradan çıkarabileceğimiz yegane sonuç ise şu:
Özgürlükçü bir laiklik mücadelesinin alacağı çok yol var daha… “Özgürlükçü” ön ekini şundan eklemek isterim, ister sağ ister sol olsun sermayenin daha önceki hakim ideolojisini bürokrasiye taşıyan Kemalistler hiçbir zaman Cumhurbaşkanı’ndan daha laik olmadılar. Türkiye Cumhuriyeti tüm tarihi boyunca din devleti değilse de resmi dilli olduğu kadar resmi dinli bir devlet olmuştur.
Kürsülerden ayetlerle konuşmayı başlatan Cumhurbaşkanı da Sayın Erdoğan değildir, Kenan Evren’dir. Hatta birçokları unutmuş olabilir, 1966-1973 dönemi Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ın “Bu laik okullarda yetişen gençlere memleket idaresi teslim edilemez. Laik okullara karşı imam hatip okullarını bir alternatif olarak görüyoruz. Devletin kilit noktalarına yerleştireceğimiz kişileri imam-hatip okullarında yetiştireceğiz” mealindeki sözlerini…
Cumhurbaşkanı Erdoğan bu anlamda bir devlet geleneğinin sürdürücüsüdür. Farklı olarak bu geleneği mantıki sonuçlarına götürerek siyasi İslam’ı Cumhuriyetin “esprit”i kılmaya çalışan, Cumhuriyet’in “hikmet-i hükümetini” siyasal İslam’la özdeş kılmaya çalışan bir sermaye aktörüdür.
Bir sermaye aktörü olduğu oranda da farklılığına rağmen eski rejimin devamcısıdır.
“CHP ve HDP din konusunda farklı”
Başbakan ve Cumhurbaşkanı’nın bu üslubu karşısında muhalefet partilerinin de “Sana ne, bu benim inancım/inançsızlığım” demediğini yer yer İslami terminolojiyi ve İslami ritüelleri daha görünür şekilde kullandığını görüyoruz. Bu durumu nasıl değerlendirebiliriz?
İyimser olursak, halkın din ile siyaseti birleştirdiği tek eşiğin erdem ve vicdan olduğunu, muhalefet partilerinin de inanç özgürlüğü temelinde, dini siyasete alet edenlere karşı halkın vicdanına seslenmeye çalışan erdemli bir siyaseti rakip sahaya taşıdıklarını düşünebiliriz. Ama bu çok iyimser ve yer yer de metafizik bir yorumdur.
Kötümser olursak, muhalefetin izlediği stratejinin esasen mevcut hakikat rejimini güçlendirdiğini, örneğin, kitlelere gösterilen Kur’an-ı Kerim ile Muaviye’nin Sıffin Savaşı’nda Hz. Ali’yi durdurmak için kılıçlara geçirttiği Kur’an-ı Kerim yapraklarını eşitleyerek muktedir olanı kendi hakikat rejimi içinde teşhir eden bir stratejiden medet umabildiğini söyleyebiliriz. Ama bu da ezilenlerin tarih bilincini hiçe sayan, sınıf mücadelesini tarihsiz kılan, dolayısıyla da muhalefeti ezilenler karşısında dilsiz kılmaya matuf çok pesimist bir yorumdur.
Bu tür zamanlarda aklın kötümserliğinden korkmamak gerektiği ise doğrudur. Aslında ilk sorunuza verdiğim yanıtta belirttim. Bir kez hakikat rejimi değişti mi, muhalefet de artık -ister istemez- o dilin içinden konuşuyor. Bırakın muhalefeti, çok yakın zamanlara kadar şiir ve edebiyat bile kendini bu yeni hakikat rejimine göre konumlandırma çabası içindeydi. Muhalefet de buna göre konumlanıyor. Örneğin, anti-kapitalist program sosyalist hareketlerce ifade edildiğinde bu hakikat rejimi içinde yankılanmazken, Anti-Kapitalist Müslümanlar ya da benzeri gruplar tarafından dile getirildiğinde yaygın tartışmalara sebebiyet verebiliyor. Sosyalistler adı yeryüzü olan iftar sofralarına koşabiliyor.
Bir kez kitleler dinsel söylemin kurduğu bir hakikat rejiminin içine çekildiğinde, orada sınıf mücadeleleri tarihinden çok fazla şey vardır. Ezilenler, modern sosyalizm öncesinde de isyan ediyorlar, isyan ettiklerinde kendilerine dinsel hakikatlerden bir anlam dünyası kuruyorlardı. Bu ne sosyalist hareketlerin aydınlanma programını gereksiz kılar ne de aynı partilerin inanç özgürlüğünü savunmaktan geri durmalarını gerektirir.
Şunu vurgulamak isterim: Kılıçdaroğlu ile Demirtaş arasında niteliksel bir fark var. Kılıçdaroğlu, Cumhuriyet’in kurucu partisinin genel başkanı olarak partisinin programında yer aldığı üzere Diyanet İşleri Başkanlığını savunuyor. Kılıçdaroğlu açısından tek sorun Diyanet’in örneğin Yaşar Nuri Öztürk gibi din adamlarının elinden çıkarak, siyasal İslamcılarla iyi geçinen ulemaya terk edilmiş olmasıdır.
Demirtaş’ın Müslümanlığı ise kendi kişisel hakikatidir. Bir devrimcinin ateist olmasını gerektiren bir kural yok. Demirtaş, kürsüye çıktığında Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) programını savunuyor, inanç özgürlüğünü öne çıkarıyor, Diyanet İşleri Başkanlığının kaldırılacağını inançlara eşit mesafede bir kamu hizmeti örgütü olarak İnanç Bakanlığının kurulacağını söylüyor. AKP'nin kurduğu hakikat rejimini her gün yayan ve milyon liralık araçlarla Papalığı aratmayan bir ihtişam süren Sünni ruhban sınıfını teşhir ediyor. Bunları sözünü ettiğim hakikat rejimi içinde her türlü saldırıyı göze alarak yapıyor. Teşbihte hata olmaz derler, Kılıçdaroğlu’nunkine benzeyen şekilde başına İhsan Eliaçık’ın geçeceği bir Diyanet İşleri Başkanlığı’nı savunsa bu kadar saldırıya da uğramazdı!
Kılıçdaroğlu, programı itibari ile -Diyanet İşleri Başkanlığının kaldırılmasını savunmadığı için- laiklik yandaşı değildir, Demirtaş ise özgürlükçü laikliği her koşulda savunuyor. Bunları eşitlememek gerekir.
Ezilenlerin kurduğu içinde dinsel öğeler de bulunan anlam dünyası ile komünizm arasındaki köprü sandığımızdan daha büyüktür: Nazım’ın Şeyh Bedrettin Destanı’nı hatırlayalım. O köprüyü kuracak olan Demirtaş gibi Müslümanlardır; elbette hem Hikmet Kıvılcımlı hem de Nazım Hikmet, buna seviniyordur.
AKP binası üstüne düşen Koç kulelerinin gölgesi
Son zamanlarda Üsküdar’da Kabe maketi, Kuran şeklinde pasta, cami şeklinde pasta, Tuzla’da hicret yolu yapılması gibi daha önceden tanık olmadığımız değişik uygulamalar dikkat çekiyor. Bu gibi uygulamaları nasıl okumak gerekiyor? İslam AKP’yle bir popüler kültür aracı haline mi geliyor? İnançlı kesim bu gibi uygulamaları sizce nasıl yorumluyor? AKP tabanında bu gidişata ilişkin rahatsızlık olduğunu düşünüyor musunuz?
Peygamber’in doğum gününün resmi olarak kutlandığı bir ülke olduğumuzu hatırlarsak, bu tür sembolik jestlerin mevcut hakikat rejimi içinde açığa çıkmaması şaşırtıcı olurdu. Yine de bu görüngüleri değerlendirebilmek için çok daha fazla bilimsel veriye ihtiyaç var.
Bir veri işlemesi olmaksızın bu tür ritüellerin ‘rahatsızlık’ yarattığı türden medyatik -çoğu zaman da temelsiz olan- genellemelerden uzak durmak gerekir. Dinsel ritüeller halk kitlelerinin çoğunluğunu hoşnutsuz kılmaz. Ne kadar absürt olursa olsunlar, bu ritüeller ona katılan bireye içsel huzur, toplumsal bakımdan ideolojik uyum kazandırır ve siyasal İslam’ın kurduğu hakikat rejimi içinde siyasal temsilcileri güçlendirir. Bu ritüeller bireyi entegre eder, rıza üretir. O bireyi öfkelendirecek olan bu türden absürt dinsel ritüeller değil, sınıf kavgasının kendisidir.
Kendi bilim alanım ve dünya görüşüm bakımından eğer varsa ‘rahatsızlık’ hakkında diyebileceğim şu: AKP, sermayenin tek parti çözümü olarak esaslı bir -C. Offe'un kullandığı anlamda- sırasal süzme mekanizması sonucunda muktedir olabildi. Bu sırasal süzme sürecini Sayın Cumhurbaşkanı “bizim dönemimizde bire beş kazandınız” gibi sözleri ile sık sık hatırlıyor ve büyük sermayeye de hatırlatıyor. İlla ‘rahatsızlığa’ bir sembol aranacaksa, bugün Ankara’da Ak Saray’a paralel yer alan AKP binasının hemen yanındaki, gölgesi AKP binasına düşen Koç Kuleleri, sözünü ettiğiniz sembollerden daha fazla AKP’nin emekçi tabanında soru işaretlerine sebep oluyordur.
O yüzden Cumhurbaşkanı fırsat buldukça o emekçileri entegre ettiği hakikat rejimini işleten dine sarılıyor ve aynı sıklıkla bire beş kazandırdığı sermaye kesimine karşı konuşuyor. Partisinin üzerine Koç Kulelerinin gölgesi düşerken Saray’ını yoksullara, onlara en yakın olan muhtarlara açarak Saray’ın onlar için tek çare olmayı sürdürdüğünü anlatmaya çalışıyor.
ASKON ve TUSKON gibi derneklerde örgütlü hizmete meyletmiş sermaye kesimlerini ürküttü ise de MÜSİAD ve TÜSİAD henüz AKP tek parti çözümünden vazgeçmiş değildir. Bu çözüm sermayeyi faşizmin büyük maliyetinden kurtardığı gibi kârlarına kâr katabildi. Gelinen aşamada ise, Saray sermayeyi tek parti çözümünün ancak başkanlık formunda sürdürebileceği tezini benimsemeye anayasal rejimi fiilen istikrarsızlaştırarak zorlama istidadı gösterirken, Saray sahibinin sarayında muktedir olmaksızın oturması sermaye açısından en az maliyetli çözümdür. Ancak bu gerilimin bir anayasal diktatörlük eşiğini geçecek denli maliyetli bir sonuca, faşizme evrilme ihtimali de az değildir. Dinin siyasete alet edildiği ve ruhbanın da siyasal göreve koşulduğu eşikler, İbn Haldun'dan beri biliyoruz ki, muktedirlerin kriz anları ile sıklıkla örtüşür.
Son çözümlemede emekçiler ve ezilenler için değişmeyen sonucu verecek bu denklemlerin dışında ise tek bir alternatif var: Halkın kendi iktidarı… (EKN)