Üniversite Öğretim Üyeleri Derneği (ÜNİVDER), Üniversite Tartışmaları başlıklı seminerler dizisine dün başladı. “Özgür Düşünce ve Üniversite” konulu ilk toplantı Prof. Dr. Taner Timur ve Prof. Dr. Ayşe Erzan’ın katılımıyla gerçekleşti.
ÜNİVDER'in iktidarların dünden bugüne üniversite üzerinde kurmak istedikleri baskıyı ve kıyımı tarihsel akış içinde göstermek için düzenlediği “Dünden Bugüne Üniversite Tasfiyeleri: Akademik Kıyım” sergisi kapsamında düzenlenen seminerler, serginin devam ettiği Karşı Sanat Çalışmaları’nda yapıldı.
ÜNİVDER başkanı Tahsin Yeşildere, sunumların hemen öncesinde yaptığı açıklamada sergi süresince bu toplantıların devam edeceğini duyururken, serginin “Bugün OHAL’de Üniversite/ OHAL KHK’ları” kısmı hazırlanırken haberlerinden yararlanılan bianet muhabiri Beyza Kural’a ve bianet ekibine teşekkür etti.
TIKLAYIN - AKADEMİK KIYIM SERGİSİ: BU DEVLET ÜNİVERSİTE İLE HİÇBİR ZAMAN BARIŞMADI
“Fanatizm, bilim ve kıyım”
Sözlerine sergi için herkese teşekkür ederek başlayan Taner Timur, üniversite deyince akla bilim ve bunu yayma anlaşması akla geldiği halde bu anlaşmaya rağmen neden üniversitelere yönelik bir taarruz ve kıyımın var olduğunu Antik Yunan’dan günümüze ele aldığı bir süreç içerisinde aktardı. Timur’un ifadelerine göre, akademiye yönelik kıyımın en büyük sebebi “siyasete bilimi alet ediyorlar” şeklinde düşünen devlet yöneticileri.
Kurumsal olarak ilk üniversitelerin orta çağ müessesesi olduğunu belirten Timur, o dönemde bilim ve bilimin aradığı gerçeğin zaten bulunmuş, kabul edilmiş, kutsal kitaplarda da ifadesini bulmuş bir gerçek olması dolayısıyla üniversitelerin bir homojenliğe sahip olduğunu, bilimle siyaset arasında bir çatışmanın da yaşanmadığını söyledi.
Timur’un aktarımına göre, modern bilime geçişte Rönesans’ın etkisiyle doğayla olan ilişkimizin değişmesiyle, klasik, dogmatik üniversite anlayışından kurtuluyoruz ve modern üniversitede bu aydınlanma çağının bir ürünü olarak karşımıza çıkıyor. Kavramın kendisine uygun olarak özgür düşünce, özgür tartışma ve hümanist değerlere göre bir ortam teşkil eden bu yeni üniversite sosyal ve sınıfsal çelişkiler sebebiyle realiteyle uyuşmuyor.
Üniversitenin ne tam bir sivil toplum kuruluşu ne de tam bir kamu kuruluşu olmadığını belirten Timur, sivil toplum olma özelliğini öğrencilerden aldığını ve bu özelliğin de onu sınıfsal kavganın alanına taşıdığını ifade ederek üç aşamada sınıfsal kavganın üniversitelere taşındığı dönemleri şöyle aktardı:
“Birincisi emperyalizmin doğuş safhası. Dinsel fanatizmin yerine laik fanatizmi ve bu laik fanatizmin şoven, ırkçı, kolonyalist anlayışını görmeye başlıyoruz. Nasıl orta çağda dinsel fanatizm üniversiteleri özgür düşünceden uzaklaştırdıysa dünya savaşları öncesinde de bu tip ırkçı, milliyetçi düşünceler etki altına alıyor. İngiltere’de pasifizm bile yasaklanıyor.
“İkinci aşamada farklı bir tabloyla karşı karşıyayız. 1960’larda yükselen bir devrimci aşamayı da görüyoruz. Kampüslerde ilerici hareketler ön plana çıkıyor. Tabi devletin karşı devrim hareketi ortaya çıkıyor burada ve bizim gibi ülkelerde darbeler dönemi yaşıyoruz. Sonuç olarak üniversitelerde kampüslere yayılmış devrimciliğin ön plana çıktığı, tarihin akışına yön verme durumuna denk geldiği bir dönemde kaba kuvvetle hatta idamlarla bastırıldığına tanık oluyoruz. Devrimci darbeler döneminin bitişi de küreselleşme dönemine geçildikten sonrasına denk geliyor. Metropoller kendilerine özgü metotlarla darbelere gerek duymadan yürütebileceğini anlamış konuma geliyorlar.
“Üçüncü aşama ise, bugün içinde yaşadığımız, emperyalizmin çok güçlenmiş konumda olduğu bir krizin, tamamen kontrol altına alamadığı buna karşılık popülist ve militarist ideolojileri ön plana çıkarttığı, milyarderlerin popülizm ve militarizm yaptığı, adına küreselleşme denilen emperyalist güçlerin hakim olduğu bir dünya söz konusu. Üniversiteler, bunun kendi açılarından gereği olan her ülkenin kendi konumuna, kültürel geleneklerine göre kıyımlarla, baskılarla karşı karşıya kalıyorlar. Bölgesel olarak bizde çok daha güçlü hissedilen krizin yan etkilerinden en büyüğü de üniversitelerde hissediliyor.
“Fanatizm dinden gelir. Ancak din politikacıların eline düşünce siyasi İslam olur. Biz de bunun sonuçlarını yaşıyoruz. Nasıl orta çağda camiyle medreseleri birleştirerek oluşturulan külliyeler oluşturuluyorsa, bizde de imam hatipler kuruluyor. Medreseler yok ama devlet adamları tarafından özlemle anılıyor.
“Bilimi tekrar kendi anlayışlarına göre bir dini öğretinin emrine sokan bir dini anlayış yayılmaya dahası empoze edilmeye çalışılıyor. Yaşadığımız kriz bundan ibaret değil ancak bir boyutu bu. Bu da en çok kendisini en ağır şekilde üniversitede hissettiriyor. Çünkü asıl üniversitede özerklik, özgür düşünce ve bilim egemen olmalı. Medreselerin övüldüğü, külliyelerden bahsedildiği bir dönemdeyiz. Buna ‘Hayır’ demek gerektiği kanaatindeyim ben.
“Bilim insanının ‘Hayır’ deme özgürlüğü ve zorunluluğu”
Ayşe Erzan, özgürlük ve zorunluluk kavramlarının tarih boyunca düşünsel üretimlerini aktardığı sunumunda, bilim insanlarının bugüne kadarki ‘Hayır’ deme biçimlerine de yer verdi.
Bilim insanının yaptığı gözlemleri doğru olarak açıklama zorunluluğunun aynı zamanda ona bunu yapma özgürlüğü de getirdiğini belirten Erzan, Kant’ın “etik” kavramının bu noktada önemli bir rolü olduğunu söyledi.
Etiğinin temeli olarak varacağı yeri anlamak için teorik aklı kullanan Kant, felsefesinde “kendine öyle bir kural seç ki bir nevi evrensel olsun” şeklinde bir önerme sunarak bunu ahlaklı olmanın ön koşulu olarak sunuyor. Bu noktada insan özgür gibi bir sonucun ortaya çıktığını belirten Erzan, bunun sebeplerini şu sözlerle ifade etti:
“Birinci sebebi, kendi kendinin itaat edebileceği kuralları koyabiliyor. İkincisi bunları uygulamama imkanı da var. Bütün bunları yapabiliyorsa özgür bir varlıktır. Ahlaklı olan için bu kuralı koyma zorunluluğu, bunun farkında olma zorunluluğu ama buna uymama da zorunluluğu yani başka imkanların da olduğu bilinci, onun özgür bir yaratık olduğunu bilmenin bilincini de getiriyor.
“Neticede otonom ve özgür insanın kendi kendine kurallarını koyan insan olduğu noktası, özgür üniversitenin üzerine giydiği bir alamet-i farikası. Bilimin ona öğrettiği, kendi bulduğu, gözlediği doğruları söyleme zorunluluğu ve bunu yapabileceği özgür bir ortamı talep etme zorunluluğu, o özgür ortamın da kendi kurallarını kendi içinde koyma hem zorunluluğu hem özgürlüğü var.
“Toplumsal mekanizmaları daha iyi anlamak için, ortaya çıkabilecek zorunlulukları daha iyi kestirerek, bunları dönüştürerek özgürlüğe adım atacağımızı biliyoruz. Onun için ‘Hayır’ deme zorunluluğumuz ve özgürlüğümüz öyle bir noktaya geliyor ki bizim 16 Nisan’dan sonra ne olursa olsun, bu diretmede, tarihin akışının ne olduğunu kestirmeye çalışmanın da ötesinde onu değiştirmeye çalışmamız, teslim olmamız değil başka akışların da mümkün olduğunu göstermemiz gerekiyor.” (TP/EKN)