Dili kullanma mahareti herkese nasip değil. Hele o mahir dilin üstüne bir de ağırbaşlılıkla kavramaya çalışan ve usul usul, aceleye getirmeden dünyasına, göstermek istediklerine çağıran bir anlatıma sahip olmak sözcükleri de aşar kendiliğinden. Bilirsiniz, sözcükleri söyleyene itimadınız yoksa kirli gelir size en saf şekilde sunulmaya çalışılmış kelam.
İnancınız yoksa söylenene; sözcükler havada salınır, salınır ve patlar. Ama zikredeni hissetmişseniz, sözcükleri yakalar, anlamını hayalinize, görgünüze, düşüncenize katarsınız. Anlatıcıya ve anlatılana dâhil olmaktır bu ve hatta gerekiyorsa tarafını ortaya koymaktır.
Çoğu dünya gözüyle görenin gözü kör. Kanıksamanın çok ötesinde bir yerlerde farkındalık ve duyumsamak. İşte Deniz Gezgin'in "Ahraz"ı* bu farkında olma halinin, hassaslıkla tartarak anlatma emeğinin, sözcükleri aşmanın ve hissederek yazmanın bir örneği.
Deniz Gezgin'in ilk romanı "Ahraz"dan önce Bitki, Su, Hayvan Mitosları olmak üzere üç araştırma kitabı var. İlk romanı olan "Ahraz" diğer kitaplarında olduğu gibi Sel Yayıncılıkta yayımlandı. Gezgin'le kitabını, edebiyatı, kötülüğü, "öteki" olmayı konuştuk.
"Mutluluk bize yutturulmaya çalışılan zoka"
Neden "Ahraz"? Ve neden ahraz olanın adı İsrafil?
Ahraz, hikâyede ikili bir anlam yüklü aslında; bir taraftan suç/sus birliği içindeki kasabalıyı işaret ederken diğer taraftan bu birliğin, toplumun dilini konuşmayı reddeden bir "meleği" kuşatıyor.
Birbirinin aksi bu iki ahrazlık da kendi dilini yaratıyor elbette, kasabalı kullandığı dille gözlerini perdeliyor, kulaklarını tıkıyor ki bunun çoğunluğun dili olduğunu hepimiz biliriz. Sağır-dilsiz İsrafil ise yarattığı dille arkaik bir yolculuğa çıkıyor, kuyusuna iniyor, göbeğindeki sancının izini sürüyor, dünyanın çığlığına kulak veriyor.
Kelimelerin sesini önemli bulurum, dinlemeyi severim; Ahraz'ın sesi de manası kadar hikâyeyle örtüşüyor sanırım. İsrafil ismi de öyle... Toplum bulabildiği en "kara" günah keçisine günahlarını yükleyip onu bir sandalla suya terk eder ya da döve döve sınırın dışına kovalar, sonra evlerine dönüp düşlerinde melekleri görür, huzurlu bir son bekler. Ben bizi uyandıracak olanın kanatlı bir diriliş meleği değil sınırın dışına ittiğimiz "kara keçi"ler olacağına inanıyorum. Ahraz bir İsrafil, neden olmasın; kanatsız bir melek.
Hikâyenin geçtiği kasabadaki rüzgârın oradaki çürümenin kokusunu dağıtmak için deli estiğini söylediğin bir bölüm var. O küçük kasaba Türkiye'ye benziyor mu?
O küçük kasaba kapıları sıkı sıkıya örtülü evlerle bezeli, evlerin duvarları kalın, dışarının sesini, soğuğu ve kokuları geçirmiyor içeriye. Kasabanın insanları da öyle, kendisinden olmayanı görmüyor, almıyor içerisine. Evsiz, ailesiz bir kadını, babasız sessiz bir oğlu, tüyleri mavi soysuz bir köpeği, kuyudan çıkmış Yusuf'u, ölü çocuk doğuran loğusayı, hatta üzerlerine tuz serpen rüzgârı bile istemiyor, kabullenmiyor kasabalı. Zannediyorlar ki kötülük kapının dışındadır örtersin yüzüne orada kalır ancak karanlık, ayaklarının altında kaynayan sular gerçeğin yüze çıkmasına, yüreğin gümbürdemesine yol açıyor... O vakit onlar ne yapıyor; sırtlarındaki günah yükünü ötekilere yüklüyorlar. Böylece isimsiz ölüler, sahipsiz çocuklar, yetimler, açlar kapının dışında kalakalıyorlar. Tıpkı Türkiye gibi; rüzgâr duracak olsa kuyulardan insan sesleri duyulacak, başımıza is yağacak, içimizde çürüttüklerimizin kokusu her yanı kaplayacak.
Mutlu aile olmaz mı gerçekten? Göbek bağının insanın boynuna dolanmasının yok mudur kaçarı?
Kimseyi incitmek istemem ama bana öyle geliyor ki aile, kan bağıyla kurulmuş ve diğer tüm birliktelikler gibi varoluşunu, bölünmez bütünlüğünü yalana, ondan olmayanı dışlamaya, varlığını tehdit edeni ortadan kaldırmaya yönelik bir suç ortaklığı. Mutluluğun bize yutturulmaya çalışılan bir zoka olduğunu düşünüyorum, oltaya takılan kendini kovada buluyor mutsuzluk da tam burada başlıyor. Aile, toplumun çekirdeğiyse zehir de onda gizli.
"Edebiyat bize kötülüğün posasını yedirsin istiyorum"
İsrafil kasabanın çöpçüsü. Senin deyişinle her gün aynı tepeye uygarlık kulelerini dikiyor. "Peki ya şehirler ve ülkeler, geriye nasıl bir kule bırakıyorlardı her sabah?" diye soruyorsun. Ya edebiyat? Kötülüğün posasını çıkartabilir mi?
Edebiyat kötülüğün posasını çıkartmakla kalmasın o posayı bize bir bir yedirsin de istiyorum ben. İçimizden çıkanları görmeden, kötü koktuğumuzu duymadan arınamayız. Edebiyat bizi ışığıyla kör eden dünyadan çekip karanlığa sokmalı, huzurumuzu kaçıracak sesleri yansıtmalı ve aynayı zamana tutarken bizi de içine katmalı.
Yalan, zulüm en çok dil sayesinde ve dilden dile sürüp gidiyor, edebiyat o dili çarpıtan yepyeni bir dille bu gidişatın önüne geçebilecek belki de tek şey gibi geliyor bana. Çünkü hikâyeler ne kanla ne de yasayla bağlıyor bizi birbirimize, yalnızca hakikatle kucaklıyor.
"Ahraz" bir kadın hikâyesi de aslında. Yalnız Adile karakteri hem hiç yok hem çok var anlatında. Onu susturup, kapana sıkıştırman niye? Görün-e-meyen, sözümona büyük büyük kentlerden uzaktaki kadının gerçekliği mi bu?
Adile'yi kapana sıkıştıran, toplum. Ailesiz, çatısız, yasasız bir kadın Adile; çocukluğu ve büyüyünce de rahmi alıcıların pençesinde un ufak olmuş ve belki de hikâyenin tek "dil"siz kahramanı.
Yasa var olduğundan bu yana dili, rengi, yurdu fark etmeksizin kadın hep öteki, hep günah keçisi hatta şeytanın ta kendisidir. Cennetten kovulmanın mesulü, rahatı kaçıran, huzuru bozan ilk ve daimi asidir kadın; kendisine dikilen usluluk gömleğini giymediği müddetçe baskıya, zulme, şiddete maruz kalır "cadı"lıkla yaftalanır, kapı dışarı edilir. Çünkü kadın kan kokar, topraktan, yerden gelir, "erk"in dili ne söylerse söylesin, nasıl bir yalan inşa ederse etsin, kadın dünyanın ağrısını duyar. Adile tüm yersiz yurtsuzluğundan öte dünyanın ağrısını duyan bir rahmi olduğu ve usluluk gömleğini yırtıp attığı için tanrının değil "şeytan"ın oğlunu doğurur.
"İçime kapanarak dışarıyı duyuyorum"
Kitabında Mesnevi'den alıntı yapmışsın. Bir şeyleri çağrıştırdığından soruyorum. İnzivaya çekilerek mi yazarsın? Edebiyatla uğraşan kişinin toplumsal olaylara ilgisi olması gerekir mi?
İnzivaya çekilmek mi bilmem ama dağ başı sayılabilecek bir yerde yaşıyorum, sezon bitip de yazlıkçılar gittikten sonra tilkiler, baykuşlar saklandıkları yerden çıktığında ve gürültünün yerini gerçek sesler aldığında benim de yazma mevsimim başlıyor fakat bu dünyanın ağrısına, olup bitenlere kulaklarımı tıkadığım, kayıtsız kaldığım anlamına gelmesin, tam tersi içime kapanarak dışarıyı duyduğumu sanıyorum.
Edebiyatınsa doğası gereği iktidarın karşısında, muhalif bir rol üstlendiğini düşünüyorum. Gündelik hayatta kullandığımız dil iktidarın bize dayattığı kastre edilmiş bir dildir. O dilin dönmediği şeyleri edebiyatın söyleyebileceğine ve o dile kolay gelenlerin hikâyelere kulak verince nasıl da ağır geleceğine tanığım. Hiç değilse buna inanmak istiyorum başka da bir şey gelmiyor elimden.
Hikâyende karşı kıyıdan gelen "öteki", kasabanın "ötekisi" ne sığınıyor. Tüm ötekiler birbirini çeker mi?
Birbirini yaralarından tanıyıp kollamak gibi bir şey bu. Zalimin kan ve kin bağına karşın ötekileri birbirine yaklaştıran acının ortaklığıdır; yersiz yurtsuzluğun, kimsesizliğin, duvarın dışındakinin dili, sınırları kendiliğinden çözer. Ötekinin kapısı hep aralıktır, lokması ortadadır, bölündükçe çoğalır.
"Çiğ süt emmişiz hepimiz hiçbir şey bulamasak kendi kendimizi yeriz." diyor ağaç ustası Yusuf. Papaz da bir gün o insanların tövbe edeceğini söylüyor. Peki, sen, yazar ne diyor?
Gerçekten ne diyeceğimi bilemiyorum, keşke Papaz haklı olsaydı fakat sanırım ben de Yusuf gibi düşünüyorum; hep daha yükseği, daha ileriyi, daha fazlayı gözümüze kestirdiğimiz müddetçe nasibimizden fazlasını iç ettiğimiz, başkasının etinden kopardığımız aşikâr. Belki önümüzdeki çokluktan, üstümüzdeki yeniden, kapımızın kapalı oluşundan utanarak yani ancak utanarak kurtulabiliriz bu iştah bozukluğundan.
Derrida'nın dediği gibi "Misafirperverliğin adil olması için, mutlak ötekinin 'ev'imize girebilmesi için bir açık kapı bırakmamız gerekir".
İkinci romanın ( ya da neyse niyetin) için hazırlıklara başladın mı? İlgilisi okura bilgi geçelim.
Kafamda bir şeyler var fakat yazmaya henüz başlamadım, okudukça, içe kapandıkça çizgileri de belirmeye başlayacak sanırım, bekliyorum... (FG/EKN)
*Deniz Gezgin, Ahraz, Sel Yayıncılık, 2012, Roman, 157 sayfa, 12 TL