Sağdan soldan gelen laflara da bakarsak, anlaşılan söz konusu gazetede daha fazla zamanım kalmamıştı. Gerçekten de öyle oldu, gazetem bana düğün hediyesi olarak işsizliği verdi...
Hayattaki ilk kovulmamın hemen ardından avukat bir arkadaşım "dava açıyorsun değil mi" diye sordu. Aslen ne yalan söyleyeyim aklıma gelmemişti o ana kadar; sadece 8 aydır söz konusu gazetede çalışıyordum, ihbar tazminatı dışında bir tazminat almaya bile hakkım yoktu.
Ee, bu durumda herhalde dava da açamazdım. İşin böyle olmadığını söylediler. Yeni yasalarla işe iade davası açma hakkım vardı. Davayı açtım...
İşe iade davaları adı üzerinde işe iade davaları olduğu için davacıyı uzun süre mağdur etmeme ve eğer haklıysa işine iadesini sağlamak adına yasalarca iki ayda sonuçlanması öngörülen davalar.
Benim davam ise açıldıktan iki ay geçtikten sonra bırakın sonuçlanmayı, henüz başlamamıştı bile.
Avukatım Meriç Eyüboğlu yıl başından bu yana muhtelif zamanlarda beni arayıp, davayla ilgili muhtelif bilgiler verdi. Bense her arayışında adaletin nasıl işlediğinden habersiz olduğumdan herhal, inatla "ne oldu, kazandık mı" diye başladım söze.
Meriç sağolsun her seferinde muhteşem bir sabır örneği göstererek beni memleketin adli gerçeklerine karşı uyarmaya çalıştı ama nafile... Benim durumu anlayacak halim yoktu, ta ki dün sabah tanıklarımızla birlikte Bakırköy Adliyesi'ndeki iş mahkemesine gidene kadar.
Meriç önceki gün beni aramıştı. Bildik "kazandık mı Meriç" sorusunu atlattıktan sonra "mahkeme yarın, sabah 09.30'da. İstersen tanıklara da anımsat" dedi.
Tanıkların durumu da adliyeden çok farklı olmadığından hatırlatma yerinde oldu. Birinin tamamen aklından çıkmıştı, diğerinin ise günden haberi bile yoktu. Zira tanıklık için evine gitmesi gereken davet mektubu gelmemişti.
Neyse kısa sürede her iki tanığı da bir sonraki sabahki duruşmaya ikna ettikten sonra duruşmada neler konuşacağımı düşünmeye başladım. 1960'ların Türk filmlerini arka arkaya seyredenlerden olduğumdan kafamdaki "hakim amca" Hulusi Kentmen ile Nubar Terziyan arasında bir yerde duruyordu.
Ben mağdur ama gururlu bir şekilde yaşananları anlatıyordum, o da sevimli sevimli davalılara kızıyordu.
Cuma sabahı erkenden kalkıp mahkeme havasına girmeyi başardım. Kafamda söyleyeceklerimi bir bir oturttum. Mahkeme saatinden yarım saat önce tanıklarımla birlikte mahkeme salonunun kapısında olmayı başardım. Avukatım da beni bekliyordu zaten.
Tam kadro medyayla savaşmak için hazırdık, zira o sırada öncelikle adliyeyle savaşmam gerekeceğini bilmiyordum.
Mahkeme binasının kapısında çay içerek beklerken Meriç, Amerikan filmlerinden ve 60'lar Türk sinemasından edindiğim bütün öğretilerin yanılsamadan ibaret olduğunu bana sevecen bir dille anlattı.
Hakim muhtemelen konuşmama bile izin vermeyecekti ve hatta tanıkları bile tam olarak dinlemeyecekti. Zaten oldukça az zamanımız vardı, o zaman zarfında mevzuyu anlatmayı başarabilirsek bile iyi iş çıkarmış olacaktık.
Mahkeme saati geldiğinde Galatasaray-Fenerbahçe maçı girişi kadar kalabalık olan adliye kapısından içeri girdik. Kapıdaki kontrolde sadece erkek polislerin olmasına sinirlendim, aranmak için sıramı beklerken çantamı açmak isterlerse buna izin vermeyeceğimi düşündüm kendi kendime, ardından da polis memuruna bu uygulamayla ilgili iki çift laf etmek gerektiğini...
Ama hazırladığım cümleleri kurmama hiç gerek kalmadı. Polis umursamazca çantama bile bakmadan içeri girmeme izin verdi. Ben de tanıklarımla birlikte 60'ların Türk filmlerinden beri bir çivi bile çakılmadığı belli olan yaşlı adliyenin merdivenlerinden tırmanmaya başladım.
İş mahkemesinin önüne geldiğimizde Meriç kapıdaki listeyi gösterdi. Güne benden önceki iki davayla başlayan mahkeme hakiminin sekiz saatlik mesaisinde 50'den fazla davaya bakması gerekiyordu.
Kapıyı hafifçe araladığımızda filmlerden kalma bütün beklentilerim yerle bir oldu. Mahkeme masası, tokmak, mübaşir ve avukat masaları bekleyen bendenizin bütün hayalleri ancak bir bilgisayar masası ve küçükçe bir çalışma masasının sığdığı ve dört kişinin otobüs usulü ayakta durabildiği odayı görünce yerle bir oldu.
Saat çoktan 09.40 olmuştu, duruşma saatimiz daha şimdiden 10 dakika gecikmişti. Meriç aşağıda beklememizi söyledi, belli ki iş daha uzayacaktı.
Aşağıya indik, kendimize konuşlanacak uygun bir yer bulduk ve beklemeye başladık. Günün ilk duruşmalarından olmasına karşın daha baştan yarım saat gecikmiştik. Sonunda beklenen an geldi, saat 10.15'te, yani randevu saatinden tam 45 dakika sonra duruşmamız için küçük odaya girdik.
Ancak ayakta durabildiğimiz, havalandırmasız bir odada önündeki dosyalara gömülmüş bir kadın dosyalardan kafasını bile kaldırmadan sorular sormaya başladı.
Yine filmlerden doğru bir sürü soruya cevap vermem gerekeceğini düşünürken gördüm ki aslında kimsenin bana ne soru sormaya ne de cevabını dinlemeye vakti var.
Hakimin tanıklara sorduğu sorulardan anlaşıldı ki, dava dosyasını okumamıştı. Durum hiç de tuhaf gelmedi. Günde 50'den fazla davaya bakan bir insanın dosya okumaya vakti kalacağını düşünmek fazla iyimser oldurdu zira.
Ancak tanıkların dinlenmesinden ve aslında hakimin dinlediklerini pek anlamlandıramadığının anlaşılmasının ardından ikinci duruşma için gün verilmesi bölümüne gelindi ki, bu pek de beklediğimiz bir gelişme değildi.
Meriç bir işe iade mahkemesi olduğunu anımsatmaya çalıştıysa da hakimin davayı Eylül'e ertelemesini engellemek mümkün olmadı. Hatta Meriç iki arada hakim tarafından adaleti geciktirmekle bile suçlandı. Oysa derdi tam tersiydi ama belli ki hakim bunu anlayamadı.
Mahkemeden çıktıktan sonra sinemanın en güçlü yanlarından biri olan mahkeme filmlerinin tamamen yalan olduğunu ikna olmuş durumdaydım.
Avukatların, mübaşirlerin, stenografların, hakimlerin ya da savcıların devletin sağladığı (!!!) bu koşullarda çalışmayı nasıl başardıklarını düşünmeye başladım ve bu ülkedeki adalet sisteminin neden yürümediğini anlamış oldum.
Bir günde 50 davaya bakmak durumunda olan bir hakim, 7 saat 30 dakikalık mesaisinde her davaya sadece 8 dakika ayırabiliyor. Her davada bizimki gibi davalı ve davacı ikişer tanıkla gelse, avukatlarla birlikte odadaki herkese birer dakika konuşma süresi kalıyor.
Tanıklar adlarını, baba adlarını ve doğum yerlerini söylemek ve stenograflar da bu bilgileri yazmak durumundalar. Her bir tanığın kendini tanıtması 30 saniye alsa, davaya dair söyleyeceklerini kalan 30 saniyede tamamlamalı ki adliye ve adalet gerektiği gibi işlesin...
Bütün bunlar olamadığı için de elbette, adli makamlar adaleti uygulayamıyorlar, zira önce kendi iş koşullarına adalet gerekiyor...
Haa, bu arada, senin dava ne olacak derseniz, henüz bilmiyorum. Zaten şu aralar medyada çalışanlar adına asıl önemsediğim dava benim sıradan işe iade davam değil.
Gazeteci arkadaşım Ahmet Şık'ın özlük hakları için Radikal gazetesine açtığı ve bu nedenle medyada iş bulamaz hale geldiği tazminat davası.
Çünkü biliyorum ki adalet Ahmet'in davasına 8 dakikadan fazla zaman ayırmayı başardığı anda Türkiye medyasında benimki gibi davalar açılmasına gerek kalmayacak.
Çünkü medyanın başındakiler o kararla birlikte ürkecekler ve haklar konusunda daha dikkatli olmak zorunda kalacaklar...(ÇM/EÜ)