Hrant Dink'in öldürüldüğü gün bir devlet üniversitesine asistan olalı bir ay bile olmamıştı.
Haberi aldığımızda dört-beş arkadaş bir araya gelip saatlerce ne yapacağımızı bilmez halde fakültenin yakınındaki bir kantinde oturduğumuzu hatırlıyorum.
Gözümün önüne yirmili yaşlarında, kederden omuzları düşmüş dört-beş insandan fazlası gelmiyor. Ne konuştuğumuzu hatırlamıyorum.
Tuhaf bir donma hali. Ne hissettiğimizi bile ancak düşünerek bulabiliyorum. Hepimizin milatları var; milattan yana sıkıntımız yok bu ülkede. Kimisi için 2010 referandumu, kimisi için 2015 Genel Seçimleri, Suruç, 10 Ekim, 15 Temmuz, KHK'lar diye gidiyor. 2007 görece erken bir tarih. Içine düşeceğimiz karanlığı değil bilmek, sezemeyeceğimiz kadar erken bir tarih.
Hrant Dink kaybetmemizin üzerinden on iki yıldan uzun zaman geçti. 23 Nisan 2019'da Agos'un bulunduğu Sebat Apartmanı'ndaki ofis bir hafıza ve vicdan mekanı olarak, "23,5 Hrant Dink Hafıza Mekanı" ismiyle yeniden açılacak.
Mekan açılmadan önce uzun bir hazırlık süreci işledi. Arkasında geniş zamana yayılmış, titiz, özenli ve emek-yoğun bir hazırlık var.
Batı-dışı ve kanonik olmayan mekan ve işleri de içerecek şekilde, dünyanın farklı yerlerindeki bellek mekanları incelendi; bu mekanların sorumlularıyla, çalışanlarıyla, işlerin sahipleriyle fikir alışverişinde bulunuldu.
Türkiye'de aktivist, akademisyen, öğrenci, ve daha başka şekillerde bellek meselesiyle ilgilenen hayli geniş bir gruptan fikir alındı. Üstelik bu süreç şeffaf ve müzakereci bir anlayışla yürütüldü.
Fotoğraf: Berge Arabian/AGOS.
Mekanın açılmasıyla tamamlanacak projenin belgelerine Hrant Dink Vakfı üzerinden ulaşılabilir.
21-22 Mart tarihlerinde İstanbul'da gerçekleştirilen "Başka bir Gelecek için Hafıza Mekanları, Hafıza Yolları" konferansı da, mekan açılmadan önce gerçekleştirilen büyük çaplı son etkinlikti. Konferans ortalama bir akademik etkinlikten çok daha fazlasını vaat ediyordu.
İçlerinde aktivistlerin, sanatçıların, akademisyenlerin, küratörlerin ve müzecilerin olduğu, dolayısıyla bellek/hafızalaştırma alanında hayli geniş bir perspektif sunan, meseleyi sadece verili ve kanonik olan üzerinden değil, aynı zamanda toplumsal hatırlama pratiklerinin potansiyelleri ve vaat ettiği yeni olanaklar çerçevesinde de genişleten son derece ufuk açıcı bir etkinlikti.
Geçmişin hafızasıyla, geleceğin umudu
Hrant Dink Vakfı Başkanı Rakel Dink yaptığı açılış konuşmasında 23,5 Hrant Dink Hafıza Mekanı'nı başka bir gelecek tasavvurunu mümkün kılmak ve geçmişin hafızasıyla, geleceğin umudunu bir araya getirebilmek için kurduklarını söylerken, konferansın ve tek tek konuşmaların izleyende yaratacağı kederli ve ümitvâr ruh hallerinin bir aradalığını öngörür gibiydi.
Açılış tebliğini ise pek çok başka çalışmasının yanı sıra, The Generation of Postmemory: Writing and Visual Culture After the Holocaust (Post-bellek Kuşağı: Holocaust'tan sonra Yazı ve Görsel Kültür) kitabıyla ve bellek yazınında kitabın olanaklı kıldığı "post-bellek" tartışmalarıyla bildiğimiz Marienne Hirsch sundu.
Hirsch'in açılışta, kendi çalışma alanının merkezinden getirip sorduğu soru, yani, başkalarının anılarını hatırlayıp hatırlayamayacağımız sorusu, konferansta Holocaust'tan, Lübnan İç Savaşı'na, 11 Eylül 2011 Dünya Ticaret Merkezi saldırısından, Sri Lanka'daki geçiş dönemi adaleti sürecine çok çeşitli bağlamlarda tartışılan bellekle ne yaptığımız sorusuna verilecek olası cevapları işaret eder nitelikteydi.
Benzer biçimde Hirsch'in, hem akademik hem de aktivist (bu ikisi birbirlerinden kopuk değil elbette – hatta anlamlı her akademik çalışmanın aktivist bir vizyonu içermesi gerektiğini eklemek gerekiyor belki) evrenlerde bellek çalışmalarını kuran ve harekete geçiren temel dinamiğin "karşı-bellek(ler)" olduğu vurgusu da hem konferanstaki çoğulluğun hem de unutma, resmi veya baskın tarihyazımı ve yanıltıcı temsiller karşısında karşı/muhalif/meydan okuyucu belleklerin nasıl inşa edilip dolaşıma sokulduğu tartışmaları açısından kerteriz niteliğindeydi.
Hatırlamanın toplumsal dönüşümü
Konferans hem içereceği tartışmaları programlama aşamasında, hem de hatırlama pratiklerinin yeni olanaklarını tartışmaya açarken, özne/fail merkezli, hümanistik ve dolayısıyla ümitvâr bir bakış açısından ilham almıştı.
Köklerini Halbwachs'ın toplumsal grupların ve onların inşa ettiği bellek çerçevelerinin çoğulluğu vurgusunda bulabileceğimiz bu türden bir bakış açısı, hem yukarıdan-aşağıya inşa edilmiş, monolitik, monolojik bellek rejimleriyle nasıl baş edebileceğimiz hem de karşı-belleği nasıl inşa edeceğimiz ve daha temelde bellekle neler yapabileceğimiz üzerine düşünürken son derece elverişli bir çerçeve sunar.
Akademik bellek çalışmalarının bu bakış açısını ne derece hayata geçirebildiği sorusu hala cevaplanmayı bekliyor ama konferansta anlatılan deneyimlerin büyük bölümü bellek işinin toplumsal dönüşümle ilişkisine, bir başka deyişle, hatırlamanın toplumsal dönüşümde nasıl işlevsel hale getirelebileceğine dair ilham verici örnekler sunuyordu.
Sri Lanka'daki Memory Map ve Herstory projelerinin yürütücüsü Radhika Hettiarchchi'nin ve Beyrutlu bir mimar ve kültürel miras aktivisti olan Monak El Hallak'ın anlattıkları, bütünüyle aşağıdan yukarı karşı-bellek inşası örnekleri olmaları nedeniyle sanırım hayli etkileyici ve en çok akılda kalan örneklerdi.
Hettiarchchi'nin anlattıkları, Sri Lanka'da 1983'te başlayıp 2009 yılında son bulan, Tamil Kaplanları ve Sri Lanka ordusu arasındaki savaş döneminin acı deneyimlerini hatırlamanın, bugün toplumsal dönüşümün dinamiklerinden biri haline gelmesinin hikayesiydi.
Kadınlarla yürütülen bir oto-etnografi projesine dayanan Herstory ve dünyada ve Türkiye'de farklı örnekleri bulunan, travmatik belleği mekanla yeniden buluşturma amacıyla bir bellek-haritalama projesi olan Memory Maps, anlaşıldığı kadarıyla Hettiarchchi'nin bireysel çabasının ürünü olsalar da, 2015 yılında başlayan geçiş dönemi adaleti sürecine eklemlenmiş başarılı birer karşı-bellek işiydi.
Geçiş dönemi adaleti süreçleri, travmatik geçmişlerin ulus/toplum anlatılarına nasıl dahil olacaklarının izlenmesi açısından önemli dönemlerdir.
Bu durumun, Hettiarchchi'nin bellek işini özel olarak önemli hale getirdiğini söyleyebiliriz. El Hallak, öncesinde çok kültürlü bir Beyrut'un simge mekanlarından biri olan, iç savaş döneminde ise Doğu ve Batı Beyrut arasında gidip gelmek isteyenleri vuran keskin nişancıların konumlandığı bir savaş cephesine dönüşen Barakat Binası'nı bugün Beit Beirut adını taşıyan bir müze ve bellek mekanına nasıl dönüştürdüklerini anlattı.
Çok kültürlü geçmişin peşinde
Resmi/yerel otoriteler tarafından gönülsüzce tanınan bu bina, bugün vaktiyle mekanda Müslümanlar'ın ve Hristiyanlar'ın birbirlerinin komşusu olarak yaşadıkları çok kültürlü bir geçmişi hatırlatmanın peşine düşmüş.
Bellek inşasının geçmişin seçmeci biçimde içerilmesi veya dışlanmasıyla mümkün olduğu bilinen bir gerçek. Söz konusu olan ister ulusal temsil iddiası olan resmi müzeler, isterse alternatif anlatıları içermeye yönelen müze/mekanlar olsun, bu gerçek değişmiyor.
Müzeler esas itibarıyla, büyük ölçüde kapalı anlatıları dolaşıma sokan mekanlardır ama farklı alanlardan müdahalelerle ve müzeciliğin epeydir ulus-devletlerin tekelinden çıkmasıyla bu durum değişiyor.
New York Şehir Müzesi'nin vekil direktörü olan Sarah Henry'nin konuşması müzeyi diyalojik bir mekan/anlatı olarak tasarlamanın olanakları üzerine kıymetli ipuçları sunuyordu.
Şehir müzelerinin kaçınılmaz olarak yerel ile kentli, özgül ile farklı gerilimleri üzerine kurulduğunu vurgulayan Henry, kapalı bir anlatıdan kaçınmanın yollarının karşıt anlatılara da yer vererek bir tür denge durumu ile mümkün olduğunu anlattı.
İzleyicisiyle diyalog kuran, onu salt bir izleyici değil, aynı zamanda anlatınının bir parçası kılan bir mekan/anlatının, izleyicisiyle arasına mesafe koyan, özellikle zor geçmişleri sergilemek söz konusu olduğunda, onu kurbanlaştırmayan ve tekrar travmatize etmeyen bir üslupla mümkün olabileceğinin altını çizerken, New York Şehir Müzesi'nde bunu hangi formlarla hayata geçirdiklerine dair örnekler de verdi.
Brüksel BELvue Müzesi'nin direktörü olan An Lavens'in anlattıkları da, hümanistik ve fail merkezli bir müze tasarımının iyi bir örneğini içeriyordu.
BELvue'yi bir müzeden çok, toplumsal bir amaç (yani, demokratik dönüşüm) için tasarladıklarından bahseden Lavens, demokratik ve insani değerlerin genç kuşaklara "otomatik" olarak geçmediğini, müzenin kuşaklar arası değer aktarımı için nasıl işlevsel hale getirelebileceğini kendi etkinlikleri üzerinden anlattı.
Belleğin dönüştürücü gücü
Amsterdam Müzesi'nin kuratörü olan Annamarie de Wildt'in konuşmasında sorduğu ve aynı zamanda müzenin ethosunu ortaya koyan soru, "tek bir hakikat nosyonunun ötesine geçmemizin olanakları nelerdir?" sorusu, diyalojik, farklılıkları içeren ama onların temsilini de sorgulamaya ve meydan okumaya açık bırakan, çok sesli bir bellek inşasının nasıl mümkün olabileceği üzerine düşünmeye teşvik eden bir açılış sorusuydu.
Tüm bu örnekler, kapalı anlatılara mesafeli duran müzeler bir yana, müzeciliği aktivist vizyonlar ve toplumsal dönüşümle bir araya getirmeyi başaran pratikler olarak yorumlanabilir.
Belleğin dönüştürücü gücünün en üst düzeyde izlenebildiği işler bellek inşasını yaratıcı edimle birleştiren işler oluyor genellikle.
Konferansın sanat ve bellek oturumunda anlatılanların tamamı bunu gösterir nitelikteydi.
Auschwitz-Birkenau Anıt Müzesi'ndeki sanat koleksiyonunun başında bulunan Agnieszka Sieradzka'nın Holocaust döneminde kamplarda yaşamış insanların yaptığı resim ve sanat işlerinden gösterdikleri örnekler, dünya tarihinin bu en büyük insanlık dışı uygulamalarını deneyimleyen insanların yaratıcılıkta nasıl bir sığınak bulduklarını ve sonlarını bile bile bu yaratıcı eylemlere sarıldıklarını gösterdiği için zaten tek başına etkileyiciydi.
Ancak kamplardan kalan bu işlerin bugün Holocaust gibi büyük bir kırımın bile insanlardan koparıp alamadıklarını anlatan birer bellek nesnesine dönüşmüş olması, büyük yıkımlar ve kırımlar altında dahi insanlığın ve yaratıcı emeğin kendine bir faillik alanı açabildiğini göstermesi açısından, izleyende hem umut hem direniş kuvveti uyandırıyordu.
Keza Alman mimar ve sanatçı Andreas Knitz'in Horst Hoheisel ile birlikte ürettikleri bellek işleri de, zor ve travmatik geçmişlerden kalanların bugün meydan okuyucu, sarsıcı karşı-bellek mekanlarına/ürünlerine dönüştürülmesinin çok etkileyici örnekleriydi.
Buchenwald Kampı'ndaki insanların özgürlüklerine kavuşmalarının ellinci yılında kampın girişine yerleştirilen çelik plaka ilkin görsel olarak bir şey vaat etmiyor görünse de, plakanın sabit biçimde insanın beden sıcaklığı olan 37,5 santigrat derecede tutulması ve üzerinde bu kampta kalmış olan elli bir ulustan insanları temsilen bu ulusların isimlerinin bulunması, bu yaratıcı işin çelik soğukluğu ile insan sıcaklığı arasındaki kontrastta aslında hayli dokunaklı bir hikaye anlatmasını sağlıyor.
Konferansta burada anlatabildiklerimden çok daha fazlası vardı. Rakel Dink'in açılış konuşmasında hatırlattığı gibi, içinde bulunduğumuz bu karanlık dönemin nasıl hatırlanacağı sorusunu yanıtlamak için henüz çok erken olsa da, bu soru dinleyenlerin kafasında dönüp durdu.
23,5 Hrant Dink Hafıza Mekanı böyle bir birikimi arkasına alarak açılacak. Mekan bir bellek ve vicdan mekanı olduğu kadar bir umut mekanı da olacak.
Konferansta anlatılanlar bize tikel olanın, yani tek tek insanların öykülerinin, birbirleriyle kurdukları ilişkilerin, onlara ait nesnelerin birleşip birer karşı-bellek anlatısına dönüştüklerinde, kurumlara, sarsılmaz görünen uzlaşımlara, katılaşmış ve dışlayıcı tarihyazımlarına nasıl meydan okuyabileceklerini gösterdi.
23,5 Hrant Dink Hafıza Mekanı'nın aynı zamanda bir umut mekanı olması, bu meydan okuma potansiyelinden ileri gelmektedir. (GO/PT)