Bu yazı, İletişim Yayınları’dan yeni çıkan, Tanıl Bora’nın derlediği "40 Yıl 12 Eylül" kitabındaki Göze Orhon’un “Bir 12 Eylül Yazısının İlk Cümlesi ya da Kuşaklar, Sessizlikler, Kederler” yazısından alındı.
12 Eylül’ün kolektif belleği üzerine yazdığım doktora tezimin girişinde, 12 Eylül’e dair ilk anımın bir subay eşi olan ilkokul öğretmenimin Kenan Evren’i henüz 7-8 yaşlarında olan bizlere müşfik ve tanıdık bir akrabamız gibi anlattığından bahsetmişim. Bir de 1987 seçimleri yaşadığımız taşra ilini ve aile çevresini turuncuya boyarken[1] annemle babamın Turgut Özal karşısında alınacak tavırla ilgili didişip durduklarını.
Bu didişmenin, Adalet Partili, Yassıada görmüş bir bürokrat olan bir babanın oğlu ile öksüz ve yetimliğine karşın genç Cumhuriyet’in kendisine vaat ettiği “hâkim olma” (hem bir meslek hem de bir yaşam biçimi olarak) imkânı karşılığında Kürt olduğunu inkâr edip Atatürk’e, Cumhuriyet’e ve Cumhuriyet Halk Partisi’ne iman etmiş babanın kızı arasında cereyan ettiğini biraz daha büyüyünce anladım.
Daha önemlisi, annem ve babam arasındaki bu gerilimin, 12 Eylül bedeninde, yaşadığım ülkenin tarihinin de bir özeti olduğunu, tabii. Bambaşka bir anıyı çekip çıkaran ise, resmi adıyla, 12 Eylül’ü yaşamamış kuşakların 12 Eylül’ü nasıl hatırladığını anlamaya çalıştığım, gönül gözüyle bütün bir gençliğime, gençliğimize (s)inmiş 12 Eylül melankolisini, belki nostaljisini deşip durduğum, ilkinin üzerinden on yıl geçmesinden sonra yaptığım bir başka saha araştırması oldu[2]. Ama 12 Eylül üzerine bu yazıyı yazarken, geçmişte bekleyip duran bu büyük gediğe bilgiyle değil, sezgiyle yaklaşabildiğimi hissediyorum. O yüzden benim için bu yazının ilk cümlesi, bir hikâyenin son cümlesi olmalı. Kardeşimin kaybolduğu günün hikâyesi.
Kardeşimin kayboluşu
Bir erkek kardeşim var, adı Mehmet, benden üç yaş küçük. Ben en fazla sekiz, o da beş yaşlarında olacak. Hava karardıktan sonra dışarıda köpeklerden başka kimsenin kalmadığı bir taşra ilinde, beş yaşında bir çocuğun akşam eve gelmediğini düşünün; epey sarsıcı. Evin içindeki koşturmacadan ziyadesini hatırlamıyorum. Korkunç bir telaş, biraz kızgınlık belki. Öyle polisin falan işe karışmasına gerek kalmadan kapı çaldı.
Gelen Mehmet, belki henüz bir metreye ermiş boyuyla, tek başına. Babamın daha da kendinden geçtiğini hatırlıyorum. Çocuk salimen eve gelmiş gelmesine, ama nasıl? Bu sorunun peşine düşüyor; “Oğlum eve nasıl geldin?”, “Oğlum nereye gittin?”, “Oğlum evin yolunu nasıl buldun?”.
Mehmet’in anlattıklarından anladığımız, çocuk adımıyla evin epey uzağına gitmiş olduğu. Yetişkin adımıyla bile yürünmeyecek kadar uzağa. Arkadaşını bırakmaya. Arkadaşının evine girip Mehmet’i oracıkta bıraktığını bir de. Mehmet’in o taşra ilinin en işlek caddelerinden birinde beş yaşında haliyle kalakaldığını.
Birinden yardım istediğini, yardım istediği insanın, isteğini ikiletmeden, Mehmet’i tarif ettiği adrese getirdiğini. Mehmet’in adresi nereden bildiği, bizimkinin bu adresi tarif etmeye, berikinin anlamaya ortak dili nereden bulduğu muamma.
Babam sonunda meşum soruyu soruyor: “Nasıl güvendin de beni eve götür dedin oğlum?”. 1980’li yıllarda sağcısı, solcusu, futbolcusu, hiçbir ebeveynin itibar etmekten kaçınmayacağı bir cevap verdi Mehmet, bilmeden: “Bir abiye sordum, beni eve götür dedim. Abinin elinde kitaplar vardı. Abi dayıma benziyordu”. Yıl 1986.
Mehmet hangi dayımdan bahsediyordu, bilmiyorum ama bizde özü, üveyi, dayılar solcu. Çocukluk imgeleminde, biri kitaplarla dolu bir odanın içinde kaybolmuş, çok sevilen ama yaklaşılamayan bir adam, diğeri Mehmet bu hikâyeyi anlattıktan iki sene sonra, gencecik, benim şimdiki yaşımda, öldü; 12 Eylül’le öyle ya da böyle ilişkili olduğunu bildiğimiz ama dönemin ruhuna uygun, muamma bir kederin bedeni olarak. Ama bana sorarsanız, bu minör hikâyede, dayıların hikâyesinden daha çarpıcı olan, beş yaşında bir çocuğun elinde kitap taşıyan bir insanın güvenilir olduğu fikrine, kanaatine, belki en kaba haliyle, güdüsüne nasıl sahip olabildiğidir. İşte bu sorunun cevabı bizde, 12 Eylül’dür. 12 Eylül, bu ülkenin kolektif vicdanında, karanlıkta bile, elinde kitap taşıyan genç insanlara güvenilebileceği hissidir. Benim için 12 Eylül üzerine yazılmış bir yazının ilk cümlesi, işte budur.
"40 Yıl 12 Eylül"'e katkı sunanlar.. Göze Orhon (Bir 12 Eylül Yazısının İlk Cümlesi ya da Kuşaklar, Sesizlikler, Kederler), Murat Belge (Bir "Rejim Biçimi" Olarak Mediokrasi/Vasatîlik), Nilgün Toker (O Gün Toplumun Başına Gerçekten Ne Geldi?), Ümit Kıvanç (Milattan Önce), Gaye Boralıoğlu (Eğri Gülümseme ), Ömer Laçiner (12 Eylül Heyulası), Merh Cemal Taymaz (Yenilginin Zaman Dışı Tarihi), Gültan Kışanak ( Tanıtım İçindir Gerçekten 40 Yıl Oldu mu?), Fethiye Çetin (Kırk Yıldır Bu Model İşliyor), Kumru Başer ("Alabildiğine Öznel" Bir Geçmiş Yolculuğu Denemesi), Ercan Kesal (12 Eylül Bize Ne Yaptı?), Tolga Arvas (Doğduğun Yer Gençliğindir) |
Kitabın künyesi Kitabın Adı 40 Yıl 12 Eylül Dizi Birikim Kitapları - 34 Alan Politika/Siyaset Sayfa 232 sayfa En 130 mm Boy 195 mm Baskı 1. baskı - Eylül 2020 Derleyen Tanıl Bora Editör Tanıl Bora Kapak Suat Aysu Uygulama Hüsnü Abbas Düzelti Remzi Abbas Baskı Ayhan Matbaası Cilt Güven Mücellit |
(GÖ/NÖ/EMK)
[1] 1987 genel seçimlerinde ANAP yüzde 44 oy almış Kayseri’de. Belleğim beni yanıltmıyorsa, oturduğumuz ana caddeye boydan boya sarı-turuncu ANAP bayrakları asılmıştı ve o seçim Kayseri’yi sahiden de turuncuya boyamıştı. Artık ANAP’lı olma fikrine iyiden iyiye tav olmuş yakın bir akrabamızın ailedeki küçük çocuklara turuncu giydirip hepimizi evin balkonuna doldurduğunu, birkaç metre önümüzden geçen seçim otobüsüne el salladığımızı hatırlıyorum.
[2] “Geçmişin Ağırlığı: Türkiye’nin 12 Eylül’ü” başlıklı doktora tezimi, 2008-2013 yılları arasında Yükseköğretim Kurumu bursuyla Essex Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde tamamladım. Tezin dili İngilizce’ydi. En geniş haliyle, 12 Eylül’ü farklı politik aidiyetlerle deneyimlemiş grupların 12 Eylül’ü nasıl hatırladığı sorusunu cevaplamaya çalışan bir saha araştırmasına dayanıyordu tezim. Pratik kategoriler olması açısından, saha araştırmam sırasında görüşmecilerimi üç gruba böldüm. Böylece 12 Eylül’e ilişkin kolektif çerçevelerin de gruplar içinde nasıl inşa edildiğini görebildim. 2010 yılında, 12 Eylül öncesinde büyük kısmı örgütlü solcu/devrimciler, tamamı örgütlü ülkücüler ve o dönem herhangi bir politik gruba aidiyeti olmayan toplam 29 kişiyle görüşmeler yaptım. 2020 yılı içinde ise, 12 Eylül üzerine ikinci bir saha araştırması yaptım ve sonraki kuşakların 12 Eylül’ü nasıl hatırladığını anlamaya çalıştım. Bu kez, bir önceki araştırmadan farklı olarak, bütünüyle keşfetmeye dönük bir hevesle yola çıkmadım. Zihnimi meşgul eden daha sınırlı, ancak daha belirgin bir soruydu; yani, 12 Eylül belleğinin sonraki kuşakların solcu/devrimcilerine bir tür kolektif nostalji olarak devretmiş olup olmadığı. Bunun için de 1970-1999 yılları arasında doğmuş, kendini solcu/devrimci olarak tanımlayan on yedi kişilik bir grupla görüşmeler yaptım. Halen bu araştırma üzerine çalışıyorum.