1996 yılında yürürlüğe giren Türkiye Deprem Bölgeleri Haritası, AFAD Deprem Dairesi Başkanlığı tarafından yenilendi, 18 Mart 2018 tarih ve 30364 sayılı (mükerrer) Resmi Gazete’ de yayımlandı. Yeni harita 1 Ocak 2019 tarihinde yürürlüğe girecek.
Bu deprem konusu yazmaktan hiç hoşlanmıyorum. Son yirmi yıldır Türkiye’nin yaşadığı büyük depremleri, bütün yıkımları ve dramatik hikayeleriyle bizzat gözlemlemiş ve de bunları defalarca yazmış biri olarak; birçok deprem mağduru insana kötü anılarını anımsatmak, birçok çaresiz insanı ise huzursuz etmekten öte bir işe yaramayacağını düşünmek bunun nedeni olabilir. Ama belirli aralıklarla konunun gerçek uzmanlarının yaptığı uyarıcı nitelikte açıklamaların, konunun muhatapları tarafından ne denli kulak arkası edildiğini görünce, konuyu gündemde tutmanın bile bir görev olduğunu düşünüyor insan.
Özellikle beklenen İstanbul depremi üzerinden yapılan bu uyarıların; bırakın ülkemizin birçok büyük kentini, İstanbul ölçeğinde bile yeterince dikkate alındığını söylemek olanaksız.
2000 yılında Celal Beşiktepe'nin olağanüstü çabası ve koordinatörlüğünde 7 kişilik bir ekiple, 120 sayfalık, “17 Ağustos 1999, 12 Kasım 1999 - Doğu Marmara Depremleri ve Türkiye Gerçeği” adlı bir rapor hazırlayarak yaşanan sorunların nedenleri ve çözüm önerilerini sıralamıştık. Geçen yaklaşık yirmi yılda dikkate değer bir ilerleme olmadı.
Oysa geçen yüzyılın başından bu yana, ülkemizde büyüklüğü 6’nın üzerinde 80 deprem yaşandı. Bunların 14 tanesi ise 7’nin üzerinde: 1912 - Mürefte (Tekirdağ), 1930 - Türkiye - İran sınırı, 1939 - Erzincan, 1942 - Erbaa (Tokat), 1943 - Ladik (Samsun), 1944 - Çerkeş - Gerede (Bolu), 1953 - Yenice (Çanakkale), 1957 - Fethiye(Muğla), 1957 - Abant (Bolu), 1964 - Manyas (Balıkesir), 1970 - Gediz (Kütahya), 1976 - Muradiye (Van), 1999 - Gölcük (Kocaeli), 1999 - Düzce, 2011 - Van.
Resmi kayıtlara göre son yüzyılda bu depremlerde yüz bine yakın insan yaşamını yitirdi. O yılların nüfus ve bina yoğunluğunu düşünürseniz, aynı depremlerin yakın zamanda olması durumunda kaybın varacağı boyutları tahmin edebilirsiniz. Örnek olarak sadece 1999 Kocaeli depreminde resmi rakamlara göre 18 bin kişi yaşamını yitirdi. Gerçek sayının ise çok daha fazla olduğu biliniyor. Bu da gösteriyor ki büyük kentlerin, bina yoğunluğuna bağlı olarak büyük risk altında olduğu tartışmasız bir gerçek.
1976 Muradiye (Van) Depremi ve 1999 Gölcük Depremi arasındaki 23 yıllık ara haricinde, 7’nin üzerindeki depremlerin tamamı takip eden ilk on yıl içerisinde gerçekleşti. Son büyük deprem 2011 Van Depremiydi. Bu da demek oluyor ki, Türkiye tam anlamıyla bir deprem ülkesi ve bu gerçekle yakın zamanlarda yeniden yüzleşeceğiz.
1-3 Kasım 2018 tarihleri arasında Çanakkale 18 Mart Üniversitesinde Aktif Tektonik Araştırma Grubu 22. Çalıştayı gerçekleştirildi. Türkiye’nin en önde gelen tektonik uzmanlarından olan dostum Dr. Fuat Şaroğlu’nun aşağıdaki uyarıları çok önemli:
“Özellikle yıkıcı deprem üreten fayların deprem tekrarlanma periyotlarının 250 – 300 sene ile 10 bin sene arasında değiştiği fakat deprem tehlike haritalarında son 100 yıla ait deprem bilgilerin kullanılması tartışmalıdır. Bu tip çalışmalarda tarihsel deprem verilerinin de kullanılması son derece önemlidir. Uluslararası tanımlara göre son 13 bin yılda en az bir kere hareket ettiği bilinen faylar, diri fay olarak kabul edilmektedir. Bu verilerin elde edilemediği faylarda Türkiye’nin jeodinamiği gereği Kuvaterner’den beri hareket ettiği saptanan faylarında deprem tehlike analizinde kullanılması çok daha gerçekçi sonuçların elde edilmesini sağlayabilirdi. Maalesef bu harita hazırlanırken bu durum göz ardı edilmiştir. Ayrıca yeni deprem tehlike haritası hazırlanırken deprem – diri fay ilişkileri doğru kurulmadığı için bazı bölgelerin deprem tehlikesinde de hatalar mevuttur”.
Kamuoyunda konunun genellikle İstanbul bağlamında tartışılması bizi yanlış yönlendirmesin. Beklenen büyük İstanbul depremi, periyodik verilerin ve bilimsel bulguların ışığında kaçınılmaz olarak yaşanacak. Bunun için öngörülen tarih yaklaşık otuz yıl içerisinde herhangi bir zaman olarak açıklanıyor uzmanlarca. Ülkemizin deprem istatistiklerine göre ise bu zaman diliminde başka bölgelerde deprem meydana gelme olasılığı mevcut. Bu bağlamda Ülkemizin bütününü dikkate alan politikalar geliştirmek durumundayız. Elbette İstanbul’un önceliğini hiç unutmadan.
Matematikçiler, çözüm yoksa problem de yoktur derler. Biz ise çözemediğimizde -elbette doğrusu çözmek istemediğimizde olacak- problem yok diyoruz ve yan gelip yatıyoruz! Oysa problem orta yerde duruyor ve çözüm bekliyor. Ülkenin saygın deprem bilimcileri artık sözlerini tüketti. Birçoğu artık konuşmaktan imtina ediyor. Felaket tellallığı ile suçlanmak bir yana; çözüm önerileri değil, yaklaşık tarih vererek yapılan açıklamalar; olacak veya olmayacak gibi kesinlik içeren ifadeler haber değeri taşıyor. Medyatik tarz bu alanda en geçerli akçe!
Son büyük depremlerden gerekli dersleri çıkardığımızı söyleyebilir miyiz? Sıcağı sıcağına verilen umut dağıtan demeçlerin ve alelacele çıkarılan yasaların elle tutulur bir sonucu görülebildi mi? Artık huzur içerisinde ve güvenle yaşar hale geldik mi? Bu olamadıysa bile deprem anında sığınacak, toplanacak güvenli bölgelerimiz arttı mı? Ne yazık ki hiç birine evet diyemiyoruz! Zemin etüdü yapan meslektaşlarıma göre; yeni çıkarılan bina deprem yönetmeliğine hakim olan anlayışla üretilecek zemin etüt raporlarıyla güvenli binaların yapılabilmesi mümkün değildir.
Ekonomiyi döndüreceğiz diye bütün kentleri beton yığınlarıyla nefes alınamaz hale getirdikten sonra yatay yapılaşmayı hatırladık! Ama bunu da dikkate alan olmuyor. Kentsel dönüşümü, kentlerin geri dönülmez bir noktasında uygulamaya koymayı akıl edebildik ama onu da rantsal bir anlayışla amacından saptırdık. Bunca yıldır kağıt üzerinde kalsa bile denetim anlamındaki birçok mevzuatın, imar aflarıyla defteri dürüldü. Bir araştırmaya göre, Türkiye’de kişi başına düşen çimento miktarı, gelişmiş ülkelerin birkaç katı. Ama ne hikmetse biz hala gelişemedik! Ben bildim bileli gelişmekte olan ülkeyiz!
Bilimin tek amacı insanın çilesini hafifletmektir demiş Bertold Brecht. Depremler kadar insanlığa çile yaşatan başka bir doğa olayı yoktur. Yoksul canını kurtarsa bile daha da yoksullaşır. Evet, deprem zengin fakir ayırmaz ama en çok yoksulları vurur. Genellikle depreme dayanıksız eski yapılarda onlar yaşar; ne zemin etüdü ne de güçlendirme yaptıracak paraları vardır. Belki de bu yüzdendir egemenlerin duyarsızlığı. İzlenen sosyal, ekonomik ve siyasal politikaların kendileri bir deprem ya da fay hattı oluşturuyorsa, bunları değiştirmekte bizim elimizdedir. (Şİ/HK)