"Aman yarabbi! Dünyanın sonu geldi.
Yazalım albayım. Başka çaremiz yok."*
Yaz, hepsi geçecek diyorlar. Öyle olmuyor. Nasıl olsun?
Yaşadıklarımız, tanık olduklarımız, izlediklerimiz ne kötülük ne de kötülüğün sıradanlaşması. En koyu, yakıcı, yıkıcı, yok edici haliyle: vahşet. Biz, bir acıdan yanıp onun ağrısını dindiremeden, yaralı cana bir tutam merhem süremeden yenileri sökün ediyor. Gökten acı yağıyor kalbimizin ortasına. Katmer katmer acılarla kuşatılmış canlar n'eylesin?
Bitkiniz ve paramparçayız yarabbi. Koru bizi.
Êzidî canların yaşadıklarıyla kavrulup isyanın çığlığı, çığlığımdır demeye çalışırken; Suriyeli mültecilerin "istemezük" nidâlarıyla linç edilmesine ancak kalem değdireyazmışken ergenliğe dahi erişememiş devlet Lice'de bir heykele savaş açtı. 24 yaşındaki güpgüzel bir çocuğu daha öldürdü. Mehdin Taşkın, yok artık. Devletin askeri, yıktığı heykelin başına postalıyla basıp fotoğraf çektirdi. Yayınladı. Gazeteler kan damlayan cümlelerini kurdular yeniden. Manşetler ve askerler sosyal medyada alkışlandı.
Barbar IŞİD çetesi ABD'li gazeteci James Foley'i infaz edip video ve fotoğraf çekti. Yayınladı.Alçaklığın ve alçakların kan dolu tarihi elbet yazılacak. O gün en kıymetli(!) yerlere yerleştirilecek gazetelerden biri "Terörün başı işte böyle ezilir" manşetini attı bugün. Yıktıkları heykelin başında askerlerin çektirdiği fotoğraf tam sayfa! Türkiye Cumhuriyeti devleti, onu sahiplenenler, medya ve alıcılarıkestiği kafalarla fotoğraf çektirip yayınlayan barbarlardan bir farkı olmadığını böylece kanıtladı. İyi etti.
Aklımız ve kalbimiz lime lime yarabbi. Koru bizi.
Vaktidir Sineklerin Tanrısı'nın. İki sahne. **
Ava ilk kez çıktıklarında bıçağın canlı bir gövdeye girmesini, yaşayan gövdeyi parçalamasını, kanın akmasını düşünüp acıma duygularının durdurduğu çocuklar, bu defa, öldürdükleri domuzun başını varolduğuna inandıkları ve çok korktukları canavara armağan ederler. Yüzleri boyalıdır. ”Canavarı gebert! Gırtlağını kes! Kanını dök!” diyerek vecd halinde dans ederler. Bu ilk şölenle mitos etrafında birleşmiş, artık bir kabile/cemaat/topluluk haline gelmişlerdir.
Kan, ölüm, şiddet ve şehveti şölenlerle kutlayıp yüceltirler. Emirleri sorgulamadan yerine getirirler. Jack ile Ralph arasında başlangıçta yaşanan iktidar savaşı, korkuyla sürdürülen, şiddetten beslenen iktidarın kutsanmasıyla kazanılmıştır. Eyleyebilme güçlerini bu şiddetten, şölenlerinden alırlar. Yaşamsa bütün normalliğiyle akar. Benliklerinde ve eylemlerinde gölgedeki duyguları belirleyicidir. Yüzlerindeki boya şiddeti, ilkelliği, vahşeti maskeler ve gölgelere gün doğar. Birbirlerine karşı suçlu hissetmez, birbirlerinden ve kendilerinden çekinmezler. Oysa bu adaya düşmeden önce uygar(!) dünyada aileleri ve okulları, çocukların içlerindeki hayvanı ellerindeki kullanım kılavuzlarıyla ne de güzel bastırmış, ehlileştirmişlerdir. Ne olmuş, nasıl olmuştur da derinlerindeki karanlıklar, körlükler böylesine gün yüzüne çıkıvermiştir? Aidiyet duyguları zayıflamış, alışkanlıklarından, köklerinden kopmuşlar, içlerindeki karanlık, gölge onları egemenliğine mi almıştır? Kimbilir? Belki de hakikati, başka/yeni olanı bir tehdit öğesi olarak algılamışlardır. Gökgürültüsünün, karanlığın, yağmurun yaydığı korku da yüzlerindeki boya gibi şehvetle yok edişlerinin maskesidir.
Ve ikinci sahne. Baştan beri daha çok fiziksel özellikleri sebebiyle dışlayıp, ötekileştirdikleri iki arkadaşlarından biri olan Simon (Diğeri de Domuzcuk'tur, bu lâkabı kendileri takmışlardır ona) ormandan emekleye emekleye çıkıp at nalı biçimindeki halkanın içerisine girer. Tepedeki ölü adamdan -paraşütü inip kalkan pilottan- söz edecek, adada canavar olmadığını söyleyecektir herkese. Ama vecd halindedirler. Canavar korkusu ve öldürme arzusu onu/hakikati görmelerini, duymalarını engeller. Sadece “O!”nu öldürmelerini emreder. Canavar, o an odur, Simon’dur. Saldırır, bağırır, vurur, ısırır, yırtar, parçalarlar. Küçük cansız beden kumun üzerine düştüğünde çocuklar çığlık atıp karanlığa koşarlar. Avlarından birinde kıçına sapladıkları mızraktan kanlar akan dişi domuzun üstünde tattıkları hazzı yaşarlar tekrar. Doyuma ulaşmışlardır. Kurban edilense ötekileştirdikleridir. Bundan böyle domuz ya da insan fark etmez onlar için.
Bizse -okur/izleyici- Simon’un söyleyemediği o son cümleyle başbaşa kalırız: “Demek istediğim şu... Bizden başka canavar yok belki...”
Şimdi derin bir nefes alalım. Günlerdir izleyip okuduklarımızı düşünelim. Simon'un cümlesini içimizden dışımızdan tekrarlayalım. Ne yaşananlara, yaşatılanlara bulacak gerekçemiz var ne de söyleneni kabullenmekten başka çaremiz.
Yoksa, heykele, heykel üzerinden bir halka savaş açılmasını, 24 yaşındaki bir gencin öldürülmesini, yıkılan heykelin başının üzerine basıp da fotoğraflar çekilmesini, buradan millî onur ve gururun yeniden inşa edilmesini, savaş çığırtkanı manşetleri başka nasıl açıklayabiliriz? Bir çetenin infazlara doymak bilmemesini, bunları gururla servis etmesini? Başka nasıl? Êzidilerin katledilmesi, Suriyeli mültecilerin linç edilmesini... Öyle çok ki! Soma'yı, Gezi boyunca koparılan gülleri, Roboski'yi, 90'ları, Çorum'u, Maraş'ı, Sivas'ı, 6-7 Eylül'ü, 1938'i, 1915'i, Hrant'ı...
Sûretine dahi âşık bir devletin elinde akıl ve kalp kıyımı yaşanıyor yüz yıldır yarabbi. Koru bizi!
Ey aşkı ölüm saçan ceberrut, dilinden ve eyleminden düşürmediğin cümlendir bu: "Canavarı gebert! Gırtlağını kes! Kanını dök!” Kimdir o "canavar" söyle? Maskelerinle hayatlarımızın çevresinde döne döne daha kaç can yutacak, bizi kanatacaksın? Albümün kanlı ve şanlı fotoğraflarla dolu değil mi? Bu topraklarda her Türk asker mi doğacak hâlâ? Hepsine fotoğrafını çekme şerefine nail olacağı bir katliam mı nasip olacak? Böyle mi yazılı Türklüğün/Türk'ün ata/akbabayasasında?
Tabiat dersinden tahtaya kalkacak çocukların, solgun halk ayaklanmalarının o güpgüzel çocuklarının hayatlarının yakasından düşmeye niyetin yok belli ki! Sen devletsin, bilmez miyiz? Oysa biz hasretiz dağların, taşların, halkların beraberce gülmesine, gülmeye. Çeşit çeşit dilde ve biçimde dans etmeye. Sen aradan bir çekilsen... Acının geçit törenlerine son vereceğiz biz. Keşke çekilsen...
Yaz, hepsi geçecek diyorlar. Öyle olmuyor. Nasıl olsun? Yeryüzünün ezelî ve ebedî salgını insana dair Domuzcuk'un sorusu topraklarımızda, sınırın ötesinde berisinde ciğer yakıyor, göğsün ortasına saplı bir bıçak gibi duruyor: “Neyiz biz? İnsan mı? Yoksa hayvan mı? Yoksa vahşiler mi?”
Ölüyoruz yarabbi, her gün daha da fazla. Görmüyor musun? (MK/YY)
* Oğuz Atay, Tehlikeli Oyunlar, İletişim Yayınları
** William Golding, Sineklerin Tanrısı, Çev: Minâ Urgan, Türkiye İş Bankası Yayınları