* Panço
Veganlar “tahıl beyinli” ve “hasta” mı?
Vegan olmak, gökten inen yerden yükselen, insana bir tıkla yüklenen; içinde ırkçı, cinsiyetçi, homofobik, transfobik olmamayı da içeren bir paket mi?
Vegan mücadelenin tek alanı ve aracı sosyal medya mı?
Vegan yaşam zor mu?
Veganlık bir burjuva alışkanlığı mı?
Sorular üç aşağı beş yukarı genellikle böyle. Buralardan öteye, beriye kıpırdayamıyoruz çoğu zaman. Oysa pek çoğumuzun elinde yeterince dil, referans kitap, belgesel, makale vb. kaynak mevcut. Mesele, ne bunların yokluğu ne de bunlardan yoksunluk. Düşünmeme, araştırmama, öğrenmeme, anlamama önünde ideolojik ve paradigmatik bir engel yok mu?
Vegan olmanın nedenleri, sadece beslenmeyle mi ilgili, neleri içeriyor, vegan bir yaşam nasıl mümkün olur, bireysel olarak vegan olmak tamam, peki ya sonrası; vegan olunca nelerin önüne geçilmiş, nelere dur denmiş ya da nelere “katkı” sunulmamış oluyor; literatür taraması ve okumasına nereden, nasıl başlamalı? Ya tarihsel, sosyolojik, ekolojik, etik temelleri ve çerçevesi? En azından ben, bu ve benzeri meraklarla daha az karşılaşıyorum. Ağırlıklı eğilim, ilk beş soru vb.
Hal böyle olunca, bak bebeğim, dünya bir gaz ve toz bulutuydu’dan başlamak gerekiyor. Eh, buna da her zaman mecal bulunamıyor açıkçası. Dil zaman zaman sertleşebiliyor, omurga dikleşiyor, baş yukarı kalkıyor, bir yandan el, ses titrerken bir yandan gözler beleriyor... Kalıplaşmış yargıları farklı kelimelerle yeniden üreten, kuran ve yer yer alaycı, iğleneyici, saldırgan bir ton da taşıyan sorulara fenafillaha ermişiz gibi bir sabırla cevap vermemiz bekleniyor. Aksi durumda, sinirli, öfkeli, aşağılayıcı oluyoruz. Sürekli açıklamak zorunda bırakılmak, bak nasıl da köşeye sıkıştırdım seni, hadi bunu da cevapla bakışı karşısında rasyonel bir zeminde kalıp konuşmaya, göstermeye, anlatmaya, sormaya, düşünmeye çalışmak ve karşıdakini bunlara davet etmek bazen mümkün olmayabiliyor.
Biz bu zihniyet ve dili elbette başka başka alanlardan ve “az/azınlık” olma hallerimizden biliyoruz. Bir azınlık çeşidi olarak veganlığa ve kendi sürecime gelmeden evvel, epey öncesine uzanacağım şimdi.
Feminist oldum ben!
80’ler. Benim 10’larım. Orta birdeydim. Bir okul çıkışımda daha kızları Seçil ve Aynur bebekliğimden bugüne kızkardeşim olan Kitapçı Arif’in dükkânındayız. Çocukluğumun Afiş amcasının. Meliş bak yeni kitaplar getirdik Hatice teyzenle İstanbul’dan diyor. Raflarda geziniyorum. Pır pır fır fır bakınıyorum. Pıt, duruyorum. Ne kışkırtıvı bir kitap ismi: “Kadının Adı Yok”. Hoop çektim. Evirip çeviriyorum, param yok. Annemler verse Arif amca? Ayıpsın Meliş’im, iyi okumalar sana. Evdeyim. Odama kapanıp okumaya başlıyorum. Okumaya ve ödev yapmaya kapanmak, okuldan gelen annemin Melike salça kavanozu, Melike gel fasülye kıralım’larından yırtmak demek benim için. Bu seferki epey keyifli bir kaytarma galiba. Gece yarısı bitiriyorum kitabımı. Uyuyorum. Bunun “huzurlu” son uykum olduğunu elbette bilmiyorum. Sabah düşlerden mi uyandım hiç hatırlamıyorum. Çok net hatırladığım, uyandığımda ben bir feministtim artık.
Aman allahım! Meğer ne kadar zormuş. İlk günden anlıyorum. Huzurum öğleni bulmadan bozuluyor. Konforlu alandan ilk çıkışım. Ne Saadet Hocanım’ın ne Nazmi Hoca’nın çocuğu olmak kurtarıyor. Az olmanın zahmetini, derdini anlamaya başlıyorum. Başıma muhteşem bir bela aldığımı ve bunun peşim sıra geleceğini; onsuz asla yapamayacağımı.
Bir kasaba ortaokulunda adım çıkıyor feministe! Ne desem, aman canım feminist o! Şişt feminist! Düşman o düşman bize! Öğretmenim bir şey söylesenize! Sözünü kesmesiyle erkek olması arasında ne alakası var Melike, abartmıyor musun? E sen de sakin sakin anlat, kızdırma çocukları!
Annem, her sabah evden beni uğurlarken iki öğretmenin çocuğu olduğunu unutma bak demeseydi ta ki liseyi bitirene kadar, ben, orta birdeki aklım ve dilimle, yeni yeni duyduklarımdan en okkalısını seçip ne küfürler ederdim ya onlara, hem de cinsiyetçi falan demeden -Bence bu, bağışlanabilirdi. Daha yeni feminsit olmuştum ki.- ama edemedim.
Geçen sene üst sokaktan alt sokağa taşınıyoruz. Bir defter, anket defteri. Şarkıcı, oyuncu fotoğrafları, şiirlerden dizeler, şarkılardan sözler... ve 65 soru. Biri şu: Feminizm hakkında ne düşünüyorsunuz? Not da var: Dürüst olun. Cevaplar: Bilmiyorum, düşünmedim, anlamıyorum, bence gereksiz, kızların erkeklere düşmanlığı, erkekleri sevmeyen kızlar... Elbette sadece bunlar değil. Şöyle: Eşitlik için şart, özgürlük demek, kadın erkek eşitliği. Bunlar, az, ama yok değil. Orta iki ya da üçteyiz hepimiz. Zonguldak ilinin o zamanlar Tefen beldesi, sonraları Gökçebey isimli kasabasındayız. Dışı sarı, kapıları, pencereleri mavi boyalı tek katlı okulumuzun; dört bakır musluklu ince uzun çeşmemizin; kavak, çam ağacı, ateş gülü dolu bahçemizin yerini fallik hükümet binası henüz almamış bizden. Şenlikli son günler. Benim bugünlerimi her açıdan çizen günler.
Velhasıl, çoğunluk olma/zannetme halimin ilk kırılması feminizme nasip oluyor. Muhteşem bir ilk parçalanma, dağılma. Sahip olduğumu zannettiğim eylerin hiçbiri beni korumaya, kollamaya yetmiyor; ama ben gerçekten bir şey’e sahip olmaya başlıyorum. Onların korumasına ihtiyacım olmayacak.
Bir azınlık çeşidi olarak feminizm hikayem böyle başlıyor.
Benim de türbanlı, hatta Kürt, afedersin Ermeni arkadaşlarım oldu!
Önce örtülü/türbanlı arkadaşlar. 90’ların başı. Uludağ Üniversitesi. Benim feminizmim onları pek kapsamıyordu. Yalan yok. Hatta düşmandık biz Zonguldak’ta. Ki başını bağlayanlar elbette vardı çevremde ama türbanı nerdeyse hiç görmemiştim. Bizim korkumuz hep “kara çarşaflılar”dı. Bu türbanlılar da nerden çımıştı? Dertleri neydi? Hepsi bir miydi? Tanımaya, öğrenmeye, anlamaya çalışmam kolay olmasa da gördüm ki orada da başkaca bir mücadele örülüyor. Hem başı bağlı olan biri okula gidemez de ne demek! Haydaaa! Dertlerim çoğalıyor, feminizmim genişliyor, gelişiyor.
Derken başıma bir de Kürtler çıkmaz mı! Zonguldak’tayken ben, yeni yeni göç ediyorlardı bizim oralara. E tamam da bu katır kutur dil de neydi? Neyse, kısır ile çiğ köfteyi şahane yapıyorlardı. Hem biz o yemekleri hiç bilmiyorduk. Onlar da insan değil miydi? Nereden ve neden gelmişler, ve gitmişlerdi pek çok şehre? Bu, üniversite günlerimde hakikatle yüzleşmeye dair en sert, ağır olanlarından biriydi.
Tatillerde eve gittikçe tüm bunları anlatma, sorma, konuşma; bir düşünsek ya beraber, belki de bildiğimiz, bize gösterildiği gibi değildir deme ihtiyacımı ne yapacaktım? Ailede, artık ilçe olan eski kasabamda, şehrimde... azdım. Hem feminizm neyime yetmiyordu? Nerden çıkarıyordum şimdi türbanlılar ile Kürtleri?
Sıksan acı, utanç, kahır ve tutulamayan yasın fışkıracağı toprakta göreceği, öğreneceği bitmezmiş insanın meğer. Karşımda 1915! Of aman ya rabbi! N’apacağım ben? Hadi diğerlerini anlıyor, konuşuyorum az biraz. Ama bu, mümkün değil. Algılar kapı duvar. Bakışlar kaskatı. Dilin fermuarları sımsıkı çekili.
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden resmi dil, edebiyat, tarih ne varsa hepsiyle bir güzel doldurulup mezun oluyorum. Ne okula ne bölüme ait hissediyorum kendimi ne de anlatılanlar edebiyat benim için. Oh, bitiyor gidiyor. Hadi şimdi arın Melike! Arıt tenini, zihnini, bakışını, dilini. Kalp, sanki en kolayı.
19 bitti, yaş 20. Öğretmenim artık. Sınav ağır. 23 Nisan törenini hazırlamam gerektiği söyleniyor. Elim ayağıma aklım dilime dolanıyor, kalbim ağrıyor. Köy okulundayım. Kendimi epeyce sıyırıp, kıyıya çekip, görünmemeyi, kaybolmayı deniyorum. Derken tören konuşması görevi! Okulun tek Türkçe öğretmeniyim. Dünyanın bütün çocuklarından söz edeyim diyorum. Hepsi için hak, hukuk, eşitlik, adalet, özgürlük talep etmek gerektiğinden. Kısa, temiz bir konuşma. Kimse memnun olmuyor tabii. Adlı adınca anmasam da bu ülkede Türk olmayan çocuklar da var demek zorunda mıydım, hem bunu diyerek neyi, kimleri kastediyordum, bu bayrak ve marş altında hepimiz Tük değil miydik?
İşte böyle. Ortaokulda feminist olmakla başlayan yolculuğum İslami kesimden kadınlar, Kürtler, Ermeniler... derken epey zorlu bir hal almışken hemen hemen hepsiyle aynı dönemlerde hayatıma bir kuş konuyor adeta: LGBTİ. Arkadaş Z. Özger, Murathan Mungan, küçük İskender okuyorum. Gerçi liseden biliyor ve seviyorum onları, ama şimdi Mungan ile İskender’i canlı canlı dinliyor, izliyorum. Okula gelip gidiyorlar söyleşiler için. Her birinde kalabalık muazzam. Sorular, konuşmalar. Onların da bitkin, bıkkın, yorgun olmadıkları ve hatta “olmadıkları” zamanlar. Nimet imiş hepsi. Başkaca bir dil, beden, zihnn kalbi atıyor salonlarda, bahçelerde pıt pıt. İmgeler ve algılar paramparça. Sadece onlar mı?
Kimlik, inanç, cinsiyet, roller... derken tuz buz artık verili, öğretilen, yüklenen, hatta çeşitli araçlarla zerk edilen her şey.
Ama sorsalar, “Aşağıdaki azınlık çeşitlerinden/hallerinden hangisi diğerlerinden daha zor olabilir?” Bilmiyorum. E) Hepsi seçeneğine gelene kadar öyle çok azınlık çeşidi var ki bu topraklarda.
Biter mi sandın “acılar”?!
2010’ların ortası. Gezi sonrası, 7 Haziran sarhoşluğu ve şaşkınlığı. Okullar bitti, tatil başladı, bir tebligat geldi, aaa işten atıldım. Ah feminizm vah feminizm sen neymişsin be! İtaat de iflah da yok anacım lügatımda, hala. Bu kısmı geçelim. Sonrasına gelelim.
İşsizlik, boşluk, mahkeme... aman tamam ya of... derken -Ki o arada memlekette aklın, kalbin, bedenin; hayatın, hayalin, hakikatin; evin barkın ocağın taşı taş üstünde kamazken.- benim bir kedim bile yok, ama niye? Facebook’ta sahiplendirilmek üzere paylaşılan bir fotoğraf görüyorum. Ah canım Gül ah! Duvarın üzerinde iki çift göz. Hemen yorum yazıyorum. Ben istiyorum aman sakın kimseler gelip almasın.
Neyime güvendim, bilmiyorum. Ama o iki çift göze vuruldum. Eve geldi. Çok huysuzdu. Aslında bir şey yaptığı yoktu. Var mı yok mu belli değildi. Ben de Sait Faik’ten mülhem, dedim ismi Panço olsun. Varlığı yokluğu belirsiz candaşım, yoldaşım benim o. Ben olsa olsa onun büyümesine ve yaşamasına eşlikçi.
Bu queer arkadaşım, öyle çok şey öğretiyor ki bana. İlki, hayvanları yememek. Oysa ben ne de yiyordum çocukluğumdan beri di mi? Pışııık dedi panço; azı çoğu yok bizi yemenin canım. Kandırma kendini. Çok utandım. Ancak apçık söyleyebiliyorum bunu. Bir süre kendime dahi itiraf edemedim suçluluğumu ve utancımı. Geldiğinin ilk aylarında, pencere önünden sofraya baka baka bana öğrettiği ilk hakikat için ömrümce minnettarım Panço’ya.
Sonra, baktım olmuyor böyle. Eksik bir şey var benim hayvan tüketmeme tercihimde. Tam o aralar, bir roman okuyordum. Han Kang’ın “Vejeteryan”*. Roman bitti. Uyudum. Uyandım. Vegan oldum. Vallahi.
O günden bugüne aklım, kalbim, vicdanım; buzdolabım, mutfağım, banyom; kahvaltım, öğlen-akşam yemeğim, kahvaltı-rakı sofralarım; üstüm başım, yüzüm, saçım... hepsi hafif, hepsi memnun. Epeyce suçsuz.
Gel gör ki meram anlatmak çok zor. Nasıl iştahlı bir savunma ve saldırı, bazen anlamamaya başlıyorum dinlerken. Kulaklarımın, beynimin fişini çekiyorum adeta. Öyle zamanlarda Panço’nun gözlerini hatırlıyorum bana o ilk bakışını. Sakinleşiyorum.
Neden vegansın? Sen neden değilsin güzel kardeşim? Demenin çözüm olduğunu düşündüm epeyce. Biraz durdurup karşı tarafı düşünmeye çekebildiğini. Yanılmışım. Durdurmak mümkün değil sanırım.
Neden süt içmiyorum, şimdi bunun ne zararı var ki hayvana? Diyelim, köyde iki ineği var, onu besliyor, büyütüyor bir yandan sütünü satıyor; yine mi içmem? Cık! Yumurta yemiyor muyum? Diş macunum, çamaşır suyum, sıvı sabunum da mı farklı? Onlar niye? Neden marketlerde içindekiler bölümüne uzun uzun bakıyorum, işim bitmek bilmiyor, ne çok zamanım var öyle benim de? Neden yanımda kuru yemiş, meyve, zeytin ezmesi... taşıyorum? Neden vegan restaurant, kafeler önceliğim değil de navegan mekanlara gidip mesela et/kemik/ilik suyu katılmamış mercimek çorbası, bulgur pilavı olup olmadığı soruyorum? Kattılarsa neden kattıklarını? Öğretmenlik hastalığım mı nüksediyor yoksa? Dışarıda değil de evde yemenin nesi keyifli yahu? Toptan yorgunluk! Marketlerin vegan/organik reyonlarından değil de diğerlerinde neden dolanıyorum? Romantik bir hafta sonu gezmesi olarak mı pazarlara gidiyorum? Vegan olmak o kadar pahalı mı? Aç kalıyor muyum? Peki, sahiden tahıl beyinli bir hasta mıyım? En çok ve sürekli karşıma çıkan ise, peki B vitamini eksiğim?
Puff!
Dirseklerimi masaya dayayıyor, başımı avcumun içine alıyor, yüzümü masaya çeviriyor içimden saymaya başlıyor 1 2 3 4... 78 89... tamam, sırtıma doğru nefes alıyorum, karnımı içeri çeke çeke bırakıyorum aldığım nefesi, yüzümü yerden kaldırıyor, kollarımı sakince aşağı indiriyor, omuzlarımı yuvalarına gönderip bakıyorum.
Şimdi bak bebeğim, bir canlı türü olarak bensem şu an senin için, B vitaminimi önemsediğin kadar ruh ve akıl sağlımı önemsesen ya, hı? Buluştuğumuz o güzel sofralarda sen karşımda kuzunun karnını, ineğin ciğerini yerken; fesleğenli mezgiti keyifle midene yolcu ederken; yoğurtlu semizine ekmek banarken karşında ne hissettiğimi, bu görüntüye nasıl dayandığımı, aklımdan hem sana hem o ineğe, balığa, kuzuya dair hangi görüntülerin, anların, işkencelerin geçtiğini; dilimi nasıl tuttuğumu bir düşün? Üstüne canın mı çekti ay tüh dediğinde, canımız çıksın ya bizim, diyemediğimi.
Bırak B vitaminim eksik kalsın, bir cana kast etmeyeyim yeter be gülüm. Sen kalsiyumun, demirin, magnezyumun eksilince nasıl ilaç kullanıyorsan; mesela ülserin çıldırınca asit düzenleyici içiyorsan... ben de bulurum bir ilaç. Oluveririm iğne. Sorun gerçekten B vitaminimin eksik kalması mı? Yoksa senin konforlu bir alanın dışına çıkma, oradaki gücünü, iktidarını kaybetme endişen mi? Tembelliğin de olabilir bak. Düşünmeden, emek vermeden tüketme kolaycılığına tutsak olman ya da? Doymak bilmeyen arzularının esiri olman? Kendini ekosistemin üzerinde bir yerde konumlandırman? Tüm canlılar üzerinde hak iddia etmen? İnsan merkezli bakışın? Ben bilemem. Ama inan kötü biri olduğunu düşünmüyorum.
Hatta sen benden çok daha önceden beri bir kedi, bir köpekle yaşıyorsun belki de. Sonra Hayvanları Koruma Günü’nde sosyal medya hesaplarından en militan cümleleri paylaşıyor da olabilirsin. Hayvanlara edilen zulmün fotoğraf ve videolarını. O anlarda çok büyük bir öfkeyle bunun yaptığını, canının acıdığını düşünüyorum. Yasal düzenleme talep ediyorsun di mi? Barınaklara mama yardımı yapıyor, sokakta gördüğün hasta kediyi kucaklayıp veterinere taşıyor da olabilirsin. Pek güzelsin.
Peki, tüm bunların ardından Instagram’da mesela mangal başındaki fotoğrafını nasıl paylaşıyorsun? Problem paylaşman değil tabii ki. Ben az evvel saydığım karelerle “köfte”yi bıçakla keserkenkini yan yana koyup baktığımda biraz afallıyorum. Sen söyle, ben ne düşüneyim senin hakkında? Ne yapayım bunları görünce? Cümle kurunca savunma soslu saldırını boca ediyor beni nasıl suçlasan bilemiyorsun.
Duyuyorum, mağdur edebiyatı yapıyorlar diyormuşsun. Çok ayıpladım. Daha doğrusu içerledim. Ben mi mağdurum? İktidar alanını kaybetmemek için canlılar üzerindeki tahakkümüne son vermekten vazgeçmeyip yaşam hakkını gasp eden sen mi? Bir mağduruiyet, suç söz konusu ise; öznesi ben değilim inan. Ha, bir de üstünlük taslıyormuşum. Bak, nasıl da yanlış anlamışsın. Hayvana dair hiçbir şeyi tüketmemek ona bir lütfum olmadığı gibi beni senden üstün de kılmaz. Misal feminizm, queer... nasıl bir kariyer aracı değilse ve olamazsa, veganlık da değil. Yapan varsa sen hıh de hızla uzaklaş oradan.
Hayatla, hakikatle, canlılarla ilişkimi eşit, barışçıl bir yerden kurmaya çabalıyorum. Bunu öğrenmeye. Bu kadar. Onlar hakkında söz ve hak sahibi değilim. Hem üzerimde hem de bir başka canlı üzerinde tahakküm kurulmasına karşıyım. Türlerin eşitliği ve barış içinde yaşaması neden mümkün olmasın? Bu son derece etik, vicdani, akli tercihimin sonucu, varsın “tahıl beyinli”, ukala desinler.
Yalnız, hatırlatayım brokoli üzülüyor. (MK/BK)
*”Vejeteryan” romanıyla ilgili yazı için bkz.: http://t24.com.tr/k24/yazarlar/melike-kocak,749