Türkiye'nin Kürt meselesiyle muhasebesinde, basın ve benzeri entelektüel araçlar her zaman benzer bir paralel doğrultusunda ilerledi. Önce milliyetçi, ardından devletçi bakışın sarmaladığı yayıncılık alanı, Cumhuriyet'ten günümüze dominant kimlik olarak tasarlanan Türklüğün dışındaki kimlikler ve temsillerini gerçeğinden farklı boyutlarda yansıtmayı temel prensip olarak kabul etti.
Bu yansıtmanın temel izdüşümleri de kendini diğer kimlik ve temsillerinin itibarını düşürme uğraşı olarak gösterdi. Türklük ve temsili makbul ve makulu anlatacak, diğerleri ise güvenilmez, başkalarının kontrolündeki tehlikeli öğeler olacaktı.
Kürt kimliği ve temsilinin belirgin olmaya başladığı 1980'lerden bu yana tekrarla kullanılagelen 'dış mihraklar' retoriği bunun en karikatür ancak uzun vadede bıraktığı etkilerle hayli yıpratıcı sonuçlar yaratan örneği oldu.
1980'ler ve 90'lara nüfuz eden 'dış mihrak' yerini Türkiye'deki konjonktürün 2000'li yıllarda bariz bir şekilde değişmesiyle 'iç mihraklar'a bırakmaya başladı. Burada da temel amaç, sorunu yaratan öznenin, yani Kürtlerin aslında kendinde bir önemi olmadığı, 'kullanılabilen', kendinde bir iradeden yoksun bir 'nesne' olduğunu kamuoyuna kanıksatmaktı.
Bunun için kullanılagelen güçlü metaforlardan 'maşa' şu anda Anadolu'nun birçok kentindeki siyasi sohbetleri biçimlendiren ifade olarak duruyor.
Uzun ömürlü ortaklık
Cumhuriyet'in tek ulus projesine en büyük tehtidi oluşturan Kürt kimliğinin kendisi 1980'lere kadar kamusal tüm hayattan koparılarak bir görünmeze çevrilmişti. Kimliğin dili de o dilin konuşulduğu bölgelerdeki evlerin içine sıkıştırılarak değeri olmayan bir öğeye dönüştürülmüştü.
Bu süreç dilin yıpranması ve gelişmemesi kadar çoğu Kürt'ün nasıl olsa bir karşılığı yok diyerek bu dili çocuklarına dahi öğretme ihtiyacı duymaması gibi sonuçlar yarattı. Bu 'kültürel' sürece basın da 'Türkçe' kalarak destek verdi.
80'lerden bu yana bu dil ve kimliği sahiplenerek bir siyasi mücadele yürüten figürler de itibarsızlaştırma siyasetinin her türlü karşılığına maruz kaldı. Bu figürlerin faili meçhullere kurban edilmeleri, hapse atılmaları gibi 'yöntem'ler toplumda karşılığını bir dehşet psikolojisiyle buldu.
Buna rağmen hedefinden uzak kalan devlet bu defa toplumun kendisini de travmatize edecek yöntemlere yöneldi. Bu 'siyasi' süreçte de basın ve diğer entelektüel araçlar önemli ölçüde ya sessiz kalarak ya da açık biçimde destekleyerek genel kamu algısının biçimlenmesine yardım etti.
İletişim kanallarının devlet siyasetini paralel izlediği anlarda, kamuoyunda sembol isimler kurumsal kimlikler gibi öne çıkmaya başladı. 90'ların ortalarına kadar etkili birer anti-PKK aracı olarak kendini gösteren Anadolu'dan Görünüm, Perde Arkası gibi TRT yapımı programların benzeri karakterler gazetelerde birtakım isimlerle belirdi.
Bu dönemde gazetecilik tarzı ve etkinliğiyle kimi gazete ve yazarları da birer sembole dönüştü.
Bu kurumlardaki isimleri etkili birer figür haline getiren öğelerin başında popüler yayın organlarında yazıyor olmaları kadar, kullandıkları dil ve tarz da geldi. Bu dil, ana akım siyaset ve kültürün içinde yer almayan hemen tüm unsurların herhangi bir nezaket öğesi taşımadan aşağılanması, hedef gösterilmesi şeklinde kendini var etti, benzerlerini de ya yarattı ya da güçlendirdi.
Devletin ana kurumları ve ideolojisinin ötesinde kalan ya da 80 yıllık bekaya tehtid görülen Kürt kimliği ve şahsiyetleri kadar, İslamcı siyasi parti ve simalar, sosyalist-liberal isim ve oluşumlar da korumacı olduğu ölçüde saldırgan da olan bu 'sevgili okuyucularım'la başlayıp hakaretlerle süren popüler dilin ağına takıldı.
Basının temel karakteristiğini biçimlendiren bu isimler için Kürt meselesi kadar başörtüsü problemi, Avrupa Birliği'ne giriş kadar azınlıklarla ilgili sorunlar hep Türkiye'nin bağımsızlığı ve laik kimliğini tehdit eden konulardı.
Dolayısıyla bu sorunların toplumun gözünde olumsuzlaştırılması kadar bunları dile getiren insanların da itibarsızlaştırılmaları gerekiyordu. Nitekim birçok konuda şu anda çözüm yönünde bir siyasi irade dahi gelişse buna engel teşkil edebilecek denli güçlenen demokratik olmayan baskın bir toplumsal algı oluştu.
Bu algının kendini en olumsuz şekilde gösterdiği konu da, şüphesiz ki üzerinde en çok çalışılan Kürt meselesi oldu.
Yeni dönem
Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) 2002'de iktidara gelmesi, 2007 ve son olarak 2011 seçimlerinde iktidarını pekiştirmesi, bu parti ve öncülüne 1990'ların ikinci yarısından itibaren 'irtica tehtidi' üzerinden temelden karşı gelmiş yukarıdaki isimlerin önemli bir kısmının yavaş yavaş medya görünürlüğü veya etkinliğinden uzaklaşmasına yol açtı.
AKP'nin kendi medyasını yaratması, pro-AKP yayınların izlenirliğinin artması gibi nedenler de Serge Halimi'nin ifadesiyle değişmez 'düzen bekçisi' isimlerin etkinliklerini görece kıran nedenler oldu.
2000'li yılların ilk yarısına kadar da bariz bir etkinlik gösteremeyen muhafazakar medya, sahiplik yapılarının değişmesiyle birlikte daha etkili bir araç olarak görünmeye başladı.
Bu medyada görünür olan isimler izlenirlikleri öncesine kıyasla daha yoğun olan bir sürece girmiş oldu. Daha önce kimi zaman okunan çoğu köşe yazarı iktidara olan yakınlıkları nedeniyle artık ne diyeceği merakla takip edilen figürlere dönüştü.
Türkiye'nin ana akım medyasındaki olumsuz tasvirlerinin bir sonucu olarak muhafazakar kesimin Kürt meselesine bakışı uzun süre görece empati izleri taşıyan nüveler taşıyordu.
Bu dönemde ana akımda yer bulamayan liberal-demokrat isimler kendilerini bu medyada ifade imkanları da buldu. Ancak Kürt meselesi ve hareketinin Cumhuriyet'in temel hedeflerini engelleyici, rahatsız edici boyutu bir zaman sonra muhafazakar dünyanın da hedeflerini tehtid eder duruma geldi.
Kemalizmden uzak yeni bir paradigmanın inşa edildiği Türkiye'de Kürt meselesi bu yolda da engel çıkaran bir unsur olarak belirmeye başladı. Bu andan itibaren de 80 ve 90'lı yıllarda daha çok militarist-devletçi tarafın itibarsızlaştırmaya çalıştığı Kürt hareketi muhafazakar kesimden de benzer bir reaksiyonla karşılaşmaya başladı.
'Dış mihrak' retoriğinin Ergenekon gibi bir 'iç mihrak'la yer değiştirmesi bu dönemde kendini gösterdi. 90'lı yıllarda devletçi tarafın Avrupa-Ermenistan gibi 'odak'ların 'maşa'sı olarak yansıtmaya çalıştığı Kürt hareketi hükümetçi muhafazakar-liberal medyanın elinde Ergenekon ve derin devletin maşası olarak işlenen bir unsura dönüştü.
Burada da esas amaç Kürtlerin ve temsilcilerinin kendinde bir iradeden çok farklı hırsları olan kesimlerin kullandığı bir araç olduğu inancını yerleştirmekti.
Bu amaçla da, 90'lı yıllardaki 'düzen bekçisi' gazetecilerin gazetecilikle uyuşmayan pratikleri gibi, 2000'li yıllarda da gazetecilikten uzak bir yayıncılık pratiği sergilenmeye başlandı. Kürt meselesine kaynaklık eden problemlerin çözümü yönünde yapıcı siyasetler geliştirmeyen hükümetin izlediği politikayı bu kanallar, 90'lı yıllar örneğinde 'laik' medyanın yaptığı gibi sorgusuz bir şekilde takip etti.
90'ların farklı versiyonu
Hükümetçi ile devletçi ana akım medyanın bir başka benzer özelliği, takip ettikleri tarafların siyasetine kendilerine hemen uyduran yönleri oldu. 2009'da hükümetin başlattığı 'açılım'ı hükümetin diliyle destekleyen muhafazakar medya, bundan iki yıl sonra bu noktadan çok uzak bir siyaset yürüten aynı hükümeti benzer bir dille desteklemeye devam etti. Eleştirel, sorgular bir noktadan uzak durdu. Bunun da ötesinde, tıpkı 90'lı yıllardaki Anadolu'dan Görünüm türü programlar gibi, popüler televizyon kanallarında Kürtler ve siyasetleri hakkındaki milliyetçi önyargıları besleyecek ideolojik yapımlar hazırlanmaya başlandı.
90'lı yılların devletçi gazeteciliğinde ana akım siyasetin dışında duran aydın veya siyasetçilerin 'nerede bu devlet' klişesiyle ihbarı, bunların devlet birşey yapmıyorsa dahi 'sevgili okuyuculara' şikayet edilmesi yaygın bir yöntemdi. Bu durum çok sayıda özellikle Kürt siyasetçi ve entelektüelinin hedef olmaları, sayısız mağduriyetle karşılaşmaları gibi durumlar yarattı.
Devletin koyduğu engellerin yanında bu tür gazetecilik de, Türkiye'deki ifade özgürlüğünün önündeki temel bariyerlerden biri haline geldi. Farklı, muhalif bir düşüncenin kendini ifadesi, bu gazeteciliğin de sansürü ve karşı yayınıyla daha da güçleşti.
2000'li yılların hükümetçi gazeteciliğinde de, bunun benzeri bir yönelimin örnekleri belirmeye başlamakta. Güçlenen bir basın kutbu olan hükümetçi medya, farklı görüşleri hükümete, olmadı okura şikayet eder bir yönelim içinde.
Son zamanlarda Kürt siyasetini olumlayan yazarlara yönelik de bu türden işaretler görülmekte. Bu durum da, 90'lardakinin bir tür yansıması gibi bu defa Türkiye'de değişmez 'devletçilerin' dahi yakınmaya başladığı bir ifade özgürlüğü sorunu yaratan durum olarak kendini gösteriyor.
Ümmetçiliğin unutulması
Muhafazakar medyada Kürtlere dönük yönelimin nedeni yalnızca basit bir partizanlıkla da açıklanamaz. Kendini İslamcı-dindar olarak kabul eden kesimlerin de içinde bir tartışma konusu olan milliyetçilikten, bu kesim de uzak değildi.
Bu nedenle 2000'ler öncesinde Kürt meselesine 'ümmet' anlayışı üzerinden daha kapsayıcı bir perspektifle yaklaşabilen muhafazakar medya devletle tanışma, devleti temsil eden bir konuma gelmenin de bir sonucu olarak klasik Türk milliyetçi bakışının izlerini sürmeye başladı.
Muhafazakar medya ve entelektüel çevresinin Kürt meselesine olan bakışını milliyetçiliğin baskın geldiği bir noktaya çeviren unsurlardan biri de Kürt hareketinin sol-seküler kimliği oldu. Kürtlerin Kemalist devletten çektiği eziyeti 90'lı yıllarda Filistinliler veya Bosnalılarla özdeşleştirebilen bazı daha ümmetçi Müslüman bakışın popüler Kürt hareketinin sol-seküler özüyle de yıldızı hiç barışmadı.
Dolayısıyla çoğu zaman 'ümmet'-'mazlum' kavramları ölçüsünde bir yakınlık kurabilen muhafazakar bakış, milliyetçilik ve sekülerlik üzerinden de Kürtlerden uzaklaşmaya başladı. Kürt hareketini AKP düzenini bozmaya çalışan anti-demokratik ve Kemalizmi takip eden kliklerin bir 'maşa'sı olarak gösterebilen hakkaniyetsiz anlayışı kolaylaştıran da bu kesimde Kürtlerle Kemalist Türkler arasında bir 'din kardeşliği'ni gören bakış oldu.
AKP hükümetinin Kürt meselesinin nihai-barışçıl çözümüne ulaşmaktan uzak adımlarını yeterli bulan muhafazakar çevre, bunu yeterli bulmayan Kürt hareketine karşı kızgınlık üreterek, Kürt hareketini 'reformist hükümet' karşısında 'şımarık' gören bir çizgiye kaydı. Muhafazakar kesimdek
i ümmetçi bakışın yavaş yavaş terk edilmesi, yerine Kürtlerin huzur ve düzeni bozan unsurlar olarak görülmesi süreci buradan doğdu. Tüm bunlar, özellikle son dönemde muhafazakar medyada gördüğümüz türden Kürt meselesinin öznelerine karşı hırçın ve refleksif bir yayıncılığın doğmasına yol açtı.
Son zamanlarda bu açıdan bakıldığında, bu medya ve kesimin de Kürt meselesinde kendilerine ait bir 90'lı yıllar pratiği sergilemekten uzak durmayacakları izlenimi bıraktığını söylemek mümkün. (HA)
(Hamza Aktan, gazeteci; http://hamzaaktan.blogspot.com/)