* Fotoğraf: Shane Aldendorff / Pexels
Sinema salonlarından uzakta geçirdiğimiz onca zamandan; yaz, kış mevsimlerinden sonra soluğu yeniden salonlarda almak ve mesafeli de olsa sinemaseverlerle birlikte olmak bizlere iyi geldi. Sinema salonlarına, büyük ve büyülü perdeye kavuşmak ve birlikte yeniden film izleme olanağı bulmak salonlarda yaşadığımız seyir deneyimi üzerine tekrar düşünmemizi sağladı. Sinema seyrini zamansız ve mekansız bir deneyime dönüştüren dijital olanaklar yeni bir seyir kültürünü, yeni kamusal alanları beraberinde getirirken; şu an seyirciye erişimde her iki yolun da harmanlanarak festival programlarının oluşturulduğunu görüyoruz. Yeni ve eski kamusal alanlarda gösterim, sinema tarihinden yeni ve eski filmlerin buluştuğu ortak temalar bu yıl belgesel sinemayı takip edenler için önemli bir adres olan Sheffield Belgesel Film Festivali’nde de karşımıza çıktı.
James Baldwin (yukarıdaki fotoğraf), 1968 yılında Londra’da bir konuşma yapar. Horace Ové tarafından filme alınan bu 19 dakikalık etkileyici konuşmada Baldwin bize siyah olmanın ne demek olduğunu anlatır. Londra’da ilk sorulardan biri “Nerelisin?”dir. Baldwin kendisinin, annesinin ve babasının doğduğu yeri söyler, Harlem’den geldiğini söyler ama soruyu soran tatmin olmaz. Baldwin’in de bundan başka söyleyeceği bir şey yoktur. Bu hikaye siyahlara bakışın bir parçası olarak alınabileceği gibi Baldwin’in bir siyah olarak geldiği ülke ile ilişkisini de anlatır. Ne kadar kaçarsa kaçsın, nereye kaçarsa kaçsın Baldwin bu sorudan kaçamayacak ve Amerika’da, İngiltere’de, Fransa’da ya da Türkiye’de bir siyah olarak yaşamayı deneyimleyeceği gibi; siyah olmayı, nereden geldiğinin bilinmezliğinden ziyade nerede ve nasıl yaşadığını yazacaktır. James Baldwin’in tamamlanmamış eserinden (Remember This House) yola çıkarak Raoul Peck’in gerçekleştirdiği belgesel, I Am Not Your Negro (Ben Senin Zencin Değilim) tarihsel olarak tam da bu konuyu ele alıyor. ABD’nin tarihi, siyahların tarihidir diyor Baldwin. Art arda öldürülen üç siyah aktivist lidere -James Baldwin’in yoldaşlarına-; Medgar Evers, Malcolm X ve Martin Luther King’e dair anılarından yola çıkarak ABD’deki ırkçılığı anlatıyor. Baldwin’in yazdıkları güncelliğini hiç kaybetmiyor.
Raoul Peck’in filminde yer verdiği 18 yaşında polis tarafından vurulan Michael Brown’dan, sokakta hepimizin gözü önünde nefesi kesilen George Floyd’a, 1960’lardan günümüz Siyah Hayatlar Değerlidir’e (Black Lives Matter) gözle görülür bir bağ var. Tıpkı Londra’da bir yangın sırasında hayatlarını kaybeden 13 siyah gençle, 23 yaşında kaldırıldığı hastanede 11 polisin gözetimi altındayken hayatını kaybeden ve RIP SENI filminde (Daisy Ifama, 2021) hikayesi anlatılan Seni Lewis arasındaki bağ gibi.
Sheffield Film Festivali’nde bu yıl önemli bir başlık Black British (Siyah Britanya) sineması oldu. Baldwin’in dediği gibi siyahların tarihi Amerikalıların tarihiydi; tıpkı sömürge ülkelerden gelen insanların tarihinin Britanya tarihi olması gibi.
I.
Yaz Ruhu, 1969 Yazı
1968’de Martin Luther King’in öldürülmesi sonrası Harlem’deki, Amerika’nın dört bir yanındaki siyahlar bir ruhun, siyah bir ruhun, onları yakan, acıda birleştiren bir ruhun peşindeydiler. Kimsenin hatırlamadığı, unutulan bir tarihi atmosferi tüm sahiciliğiyle geçmişten ve günümüzden tanıklıklarla anlatan Summer of Soul (...Or, When the Revolution Could Not Be Televised) bir kültürün sesini çıkarması, bir kültürün buluşması, şarkılarla bir kuşağın, dönemin ve siyah kültürün belgeselidir. 1969 yazında, 6 gün süren, genç Stevie Wonder ile başlayan ve Nina Simone ile biten Harlem Kültür Festivali, 6 gün boyunca yaşanan duyguların başarıyla aktarıldığı bir belgesele dönüştürülür. 300 bin insanın izlediği, internete hiç düşmemiş 45 saatlik ham materyalden yola çıkan, siyahları sokaktan alıkoymanın bir yolu olarak da görülebilecek, Woodstock’la aynı yaz yapılan ve yönetmen dahil kimsenin haberdar olmadığı ya da herkesin unuttuğu bu festival, restore edilen bu arşiv ünlü müziyen Questlove’a siyah tarihin bir kesitini müzikle anlatma fırsatı veriyor. Müzisyen-yönetmen The Roots grubunun kurucularından Ahmir “Questlove” Thompson başlangıçta sadece filmin yapımına destek vermeyi düşünürken, arşive dalınca ilk yönetmenlik deneyimini de yaşar. Filmin alt başlığından yola çıkarak; devrim de devrim gibi konser de televizyonda yayınlanmazken belgeseli yapılabilecektir böylelikle.
İstanbul Film Festivali’nde de gösterilen Summer of Soul sadece müzikle ilgili bir belgesel değil; aynı zamanda toplumsal hafızanın önemli bir parçası haline geliyor.
II
Kış Ruhu, 1981 Kışı
Müzik 1981’i anlatan ve üç bölümden oluşan Uprising (Ayaklanma) için de önemli. Çünkü müzik siyahları ortak ruh ve toplumsal hafızada birleştiriyor. Çünkü müzik yaşamak için bir nedendir; çünkü müzik ve bir doğum günü kutlaması 13 çocuğun bir araya gelmesi için iyi bir nedendir. Steve McQueen ve James Rogan’ın BBC için yaptıkları ve her biri bir saat uzunluğundaki belgesel İngiltere’nin 1981 yılını anlatıyor.
1981 yılında İngiltere’deki siyah toplumu ve İngiltere’nin tamamını derinden etkileyen 439 New Cross Road adresinde gerçekleştiği için New Cross Yangını adıyla anılan yangını ve sonrasında yaşananları üç bölümde ele alıyor. Filmler, Ocak 1981’de 14 ila 21 yaşlarındaki 13 siyah gencin bir evde öldürülmesi; aynı yılın Mart ayında gerçekleşen ve “Black People’s Day of Action” olarak anılan büyük yürüyüş ve son olarak Nisan 1981’deki Brixton ayaklanmalarının nasıl iç içe geçtiğini gösteriyor. 1981 yılına dair bu belgesel bir kuşak için ırk ilişkilerinin nasıl tanımlandığını anlatıyor.
New Cross Yangını 40 yıldır İngiltere’de en büyük can kaybına neden olan yangınlardan biri ve 40 yıl öncesinden bugüne kalan derin ve acılı bir miras. Yangının bugün hala nedeni, failleri açıklığa kavuşturulmamış, kavuşturulamamıştır. Yangında kaybedilen canların yanı sıra yürütülen soruşturma devletin ilgisiz kalışı ve basının, protestolar dahil, kullandığı manipülatif, suçlayıcı dil de acıya acı katmıştır. 13 arkadaşının ölümünden iki yıl sonra yaşadığı travmadan, acıdan kurtulamayan bir genç de intihar ederek yaşamını kaybetmiştir. Yangın bir sırra dönüştürülerek çözülemez; zaman içinde pek çok şaibe ortaya atılır, ancak siyahların 1977’den itibaren ırkçı saldırıların, kundaklama vakalarının, aşırı-sağ politikacıların saldırgan söylemlerinin başlıca hedefi olduğu bir gerçektir.
Festival programında yer alan 1981 tarihli kısa bir belgesel Blood Ah Go Run, genç yaşlardaki iki yönetmenin, Menelik Shabazz, Imruh Caesar’ın, o günlerde kamerayla sokaklarda çektikleri görüntülerden oluşuyor. Öfkeyi, acıyı hissetmemek imkansız, dayanışmayı da… Hem sokaklarda birlikte yürüyen siyahların dayanışmasını hem de yönetmenlerin bu belgeseli çekerken gösterdikleri dayanışmayı görüyoruz. Film gücünü olağanüstü bir yürüyüşü, bir ruh halini görsel olarak kaydedebilmesinden; öfkenin elle tutulabileceğini gösterebilmesinden alıyor. Yangında hayatını kaybeden çocuklardan, doğumgünü çocuğu Yvonne ve Paul’ün annesi Armza Ruddock’un sözlerini aktarıyor: “Gözlerimi her kapattığımda sadece ateşi görüyorum ve çocuklar çığlık atıyorlardı ve çığlık atmayı bıraktıklarında, aman Tanrım, öldüler dedim.” diyor. Unutulmayan bu sözlerin yanı sıra yangından sonra toplumsal belleğe yerleşen ve bir kuşağı belirleyen bir başka söz de yangın sonrası yürüyüşte sıklıkla haykırılan bir slogan da bugün hala hatırlanıyor: “13 dead, nothing said”, 13 ölü ve hiçbir şey söylenmedi…
Seni Lewis’in annesi oğlunu nasıl kaybettiğini bize anlatırken öğreniyoruz ki; bilinmez bir isim Güney Londra’da Bethlem Royal Hospital’in bahçesinden yola bakan tarafa asılan gündelik hayatta karşılaşabileceğimiz, akıl sağlığımıza yönelik 8 farklı soru içeren (örneğin bu davranışınızın sonuçlarını idrak ediyor musunuz? gibi) 8 plakadan oluşan bir çağdaş sanat eserinin her bir plakasına bir harfle RIP SENI yazıyor ve Seni’nin 10 yıl önce orada öldürüldüğünü hatırlatıyor. Seni Lewis için bir meçhul bir kişi ardından, yıllar sonra “huzur içinde uyu” eylemi yapıyor grafitiyle.
Tarihi yazan muktedirler yaşananlarının üzerini örtmeye çalışsa ya da hatırlamaya değer bulmasa da ne bu annelerin ne bu müziğin ne de bu belgesellerin bize söylediklerine kulak tıkayamaz artık hiç kimse. Çünkü siyahların hayatı değerlidir. Çünkü siyahlar kendi tarihlerini kendileri yazıyorlar. (SG/AS)