“Yasanın önünde bir kapı bekçisi durur. Taşralı bir adam bu bekçiye gelir ve ondan kendisini içeri bırakmasını rica eder. Ancak bekçi, onun yasanın içine girmesine şimdi izin veremeyeceğini söyler...” (Yasanın Önünde, Kafka)
“Laiklik elden gidiyeahh” denmezden önce, 80’lerde “Yassah hemşerim” slogandı. Laikliğin aslında elden gitmediği, şimdiki yasa koruyucuların başa gelmiş en iyi yönetim olduğunu diyalektik bir pencereden bize açan yaşlı adam oldukça popüler. 40 yıl önce “Yassah hemşerim” ile vatandaşı devlet kapısından, yasanın görünmez dikenli tellerle çevirdiği tüm mekânlardan men eden resmi görevliler de Kafka’nın öyküsündeki kapı bekçileri gibi hatırda. Somut bir şekilde var olmayan yasaların en büyük gardiyanı(!) olması gereken dönemin Cumhurbaşkanı Özal tarafından “Bir kere de biz delsek ne olur” ile epey zorlandı kanunlar. Toplumları yönetmek için sık sık eğilip bükülen, değiştirilen ancak nereden geldiği, hissedilir ya da dokunulur bir şey olup olmadığı üzerine düşünmenin imkânlarının sınırlı olduğu bu konu her zaman tartışmaya değer.
A&B Düşünce Atölyesi etkinlikleri kapsamında geçtiğimiz günlerde felsefeci Tacettin Ertuğrul ile yapılan “Yasanın Kapısı Önünde; Derrida’nın Kafka Okuması” başlıklı söyleşi, edebiyat ve kendisini yasalarla temsil eden hukuk ilişkisine ayrıntılı olarak bakmamıza imkân verdi. Bir seçim öncesinde olduğumuz şu günlerde, yasaya değinen her şeyin kıymetli olduğu düşüncesiyle sunumdan bazı notları paylaşmakta yarar görüyorum.
Kafka ve Derrida
Psikiyatrist Dr. Burhanettin Kaya’nın moderatörlüğünde yapılan söyleşide, Kafka’nın “Yasanın Kapısı Önünde” öyküsü, post-yapısalcı felsefenin önde gelen isimlerinden olan ve yapısöküm kavramının kurucusu Derrida’nın okuması ışığı altında yeniden okunup, yorumlandı. Tacettin Ertuğrul, Kafka’nın daha sonra “Dava” romanında da yer verdiği “yasa-yargı” temasının Derridaca yorumu için bizlere anlaşılır bir güzergâh çizdi. Çok katlı, çok yönlü bu okumada ilk rota Derrida’nın, Kant ve Freud’u yasanın değişmezliği fikri içinde yorumlamaları idi.
Derrida, Kant'ın kategorik zorunluluğunun evrenselleştirici kanaatini, yasaların kurgusal temeli için bir dayanak olarak görüyor. Derrida’ya göre Kant, “Eyleminizin maksimumu, evrensel bir doğa yasasına dönüşme isteğinizmiş gibi hareket et” diyerek, ahlaki öznenin kurgusunu hukuki düşünceye sokar. Fakat Kant’ın yasanın nereden çıktığına ilişkin bir açıklama getiremediğine vurgu yapıyor Derrida. Kafka’nın öyküsünde de aynı güçlükle karşı karşıya kalındığını belirtiyor. Aslında düşünce tarihi de yasanın ne olduğunu bulmaya çalışıyor ama hep geri çekiliyor.
Yasanın ne olduğu, nasıl oluşturulduğu konusunda Derrida’nın Kant’tan sonra diğer izlediği düşünür Freud. Tarihte ilk yasaların bir reaksiyonun sonucu olduğunu öne sürer Freud. İlkel toplumlarda bulunulan eylemlere verilen tepkilerle etik kurallar ve ahlaki kısıtlamaların oluştuğunu, bu ilk eylemin suçun kaynağı olduğunu belirterek bunu ahlak yasasının temeline koyar. Derrida, baba katlinin pişmanlığının Freud tarafından nasıl merkeze koyulduğunu sorguluyor. Burada, “Ahlak yasası yoksa neden ve nasıl baba katlinden pişman oldular?” diye sorarak Freud’u sarsıyor. Yasa yoksa, pişmanlık neye göre var? Pişmanlık zaten bir yasanın var olduğunu gösterir…
“Şimdi” giremezsin!”
Kafka’nın öyküsünde kapı bekçisi tarafından yasanın önünde karşılanan adam bizi başka bir düşünmeye sevk eder. Yasa ya da kanun, kırsal alandaki adamın girmeyi istediği, ancak kapı bekçisi tarafından girilmesinin engellendiği bir yer haline gelir. Kapıcı, adamı doğrudan engellemez; “şimdi giremezsin” der. (Öyküdeki iki karakterden taşralı olanın yüzü yasaya dönük ancak içeri giremezken, kapı bekçisi de arkası yasaya dönüktür ve aslında ikisi de yasanın içinde değildir.) Öyküde, ilk bakışta taşralı yasadan uzaktır; onu karşılayan bekçi, birçok bekçi ve kapı (yasa) daha olduğunu söyler, aslında bekçi de yasadan uzak ve o da yasayı bilmez. Taşralı adam beklemeyi tercih ediyor; giriş izni tamamen reddedilmemiş, kapı açık ama girmiyor. Adam ölene kadar girmiyor yasanın içine, girmeyince de kapı kapanıyor…
Derrida bu anlatıyı olanaklı kılanın da bu bekleme, erteleme (differance) olduğunu söylüyor; “Kafka ertelemenin ta kendisini anlatı olarak kurmakta” diyor. Öyleyse, tam olarak ertelenen ne; bir varlığa, bir arzuya varış mı erteleniyor? Öyküde yasanın kendisine erişmek erteleniyor ama yasa da bu ertelemeyi buyurmanın ta kendisidir, ‘yasasın yasası’ bu erteleyiştedir. Anlatının kendisi de ertelemeden farklı değil; zaman denilen şey bir gecikme ve erteleme anlamı taşıyor. Böyleyse bu, ölüme kadar sürecek ve yasa bulunamayacak demektir… Edebiyatın imkânları…
Derrida’nın okuması, Kafka öyküsü aracılığıyla tüm bu sorgulamalara sebep olan edebiyatı alışageldiğimiz düşünce biçimlerinin ötesine taşıyor ve “edebiyat nedir?” sorusunu sormak gerekliliğini ortaya koyuyor. Edebiyatın, üretimleri ve dil oyunlarıyla kendi yasasını koyan bir çalışma alanı olduğunu söylüyor Derrida.
Yazarın performatif olarak bunu yaparak yasanın özgünlüğünü bozduğunu, sınırlarını aşıp bunu sorgulanır hale getirdiğini ekleyerek, bir edebiyat eserinin yalnızca edebiyatın konusu olamayacağını vurguluyor…
Tacettin Ertuğrul, “Derrida okuması da bu öykünün anlamını tam olarak veriyor mu emin değiliz” diye konuşmasını bitirirken, bunun bizi kendi differance kavramına doğru çekeceğini belirterek yeni sorulara kapı açıyor.
“Kapıda beklemenin erdemli bir edilginlik olduğu” yorumunu getiren psikiyatrist Burhanettin Kaya, yasanın temsilcisi aracılığıyla öznenin aktif olmasını engelleyen bir durum olduğunu belirtiyor. Akademisyen Gözde Pelivan Cemgil ise, yasanın oluştuğu yere (topos) vurgu yaparken, dikkat etmemiz gerekenlerin kapı bekçileri olduğu yorumunu getiriyor. Tartışma, diğer katılımcıların zengin yorumlarıyla sona ererken, her şeyin bir zaman meselesi ve zamanın, ‘hikâye zamanı’ olduğunu düşündürüyor… (AT/HK)