Yazar ve Akademisyen Feride Çiçekoğlu’nun, gazeteci Nilay Örnek’in podcast konuğu olarak yer aldığı programda ne kadar büyük bir hayranlıkla dinlendiğini birçok arkadaşımdan duydum.
Programda yazarın, 12 Eylül döneminde cezaevinde maruz kaldığı ve insan onuruna yakışmayan tüm baskı ve yaşanan zorluklara rağmen, kadın koğuş arkadaşlarıyla birlikte uydurdukları edebi oyun; podcastin belki de en ilgi çekici bölümüydü. Baskı ve işkence anlarının, bir tür yaşamda kalış itkisiyle ve feminist bir neşe ve mizahla nasıl yok sayılmaya çalışılarak direnildiğini aktardığı bölüm; hepimizi çok duygulandırmış, beğenilmiş, cesaret vermişti.
Aşağıda okuyacağınız söyleşiye karar verdikten sonra, Çiçekoğlu’nun, beş yıl önce kaybettiğimiz sinema yazarı, gazeteci Cüneyt Cebenoyan’ın Açık Radyo’daki "Erguvani İslimbot" isimli programına davetli olduğu söyleşiyi de arşiv kayıtlarından dinledim.
Artık kayıtlarda, yazılarda kalan (ya da kalamayacak denli kıymetli) bir değer olan Cebenoyan’ın yasının ne kadar tutulduğu, kaybın farkındalığı gibi konuları düşündüm. Bir anlamda, artık “Bir arada” olamadıklarımız...
Bir arada olma meselesini bu kadar düşündüren ve söyleşinin esas meselesi yapan bir başka unsur, Feride Çiçekoğlu’nun son romanı "Milföy ve Arkadaşları"...
Çiçekoğlu ile son kitabı üzerine söyleştik.
Sanatla Terapi ve Yaratıcılık Kongresi’nde konuşma başlığınız, “Kadınları Sahiplendirmek: Örseleyici Toplumsal Tartışmalara Karşılık Onarıcı Güç Olarak Hikâye Yazmak”tı. Bu aynı zamanda “30 yıllık aradan sonra” yazdığınız Milföy ve Arkadaşları kitabını anlatan da bir başlık. İkisi arasındaki bağlantı ile başlayabilir miyiz?
"Sahiplendirme” sözünün kadınlar açısından ne kadar yaralayıcı olduğu açık: Ancak kendisine sahip çıkamayan sahiplendirilir. Mayıs 2023 seçimlerinde gündeme gelen bir sözdü bu; bir partinin programında yer aldı. Bu konuyu bekar kadınlar lehine bir talep olarak gündeme getirenler, bunun ne kadar aşağılayıcı olduğunu kavramaktan aciz kaldılar. Evli olmayan yetişkin kadınların sahiplendirilmesi gerektiğini söylemek onların kendilerini geçindiremeyeceğine, yalnız yaşamayacaklarına, mutlaka birilerinin onlara göz kulak olması gerektiğine dair bir inanca işaret eder. Bu söylem beni hayvanların sahiplendirilmesi üzerine düşünmeye yöneltti. Bizim çok doğal kabul ettiğimiz, hatta hayvan hakları açısından savunageldiğimiz barınaklardaki hayvanların sahiplendirilmesi acaba bu hayvanlar açısından ne ifade ediyor? Onların gözünden bakmaya çalıştım. Sonuçta onları doğadan koparan biziz, biz insanlar. Sonra da bir lütufmuş gibi sahipleniyoruz, sahiplendiriyoruz, boyunlarına tasma takıyoruz, evlere hapsediyoruz. “30 yıl sonra” ifadesi de buradan kaynaklandı; çünkü 30 yıl önce “Uçurtmayı Vurmasınlar” da anlattığım annesiyle birlikte cezaevine hapsedilen minik Barış’ın hikayesiyle örtüşen yanları var. Orada da Barış’ın sesinden anlatmayı denemiştim.
"Doğaya yakınlar. Dünyayı kavramaya çalışıyorlar"
Milföy’ün, Uçurtmayı Vurmasınlar eserinizdeki Barış’ın “ruh ikizi” olduğunu düşündüren benzerlikler neler? Kitap aynı zamanda bir travmadan iyileşme, ayağa kalkma anlatısı, ancak bu kez başta Milföy olmak üzere; Püskül, Zarife ve romanda yer alan diğer köpek ve kedilerin başlarına gelen örseleyici olaylardan nasıl güçlenerek çıktıklarını okuyoruz. Bu konuyu hayvanların dilinden anlatmaya sizi yönlendiren neler vardı?
Arada birçok başka şey yazdım, ama sevgili editörüm Mustafa Çevikdoğan aradaki bağa işaret edene kadar Barış’la Milföy’ün onun deyimiyle “ruh ikizi” olduklarını fark etmemiştim. İkisini ruh ikizi olduklarını düşündüren en temel benzerlik masumiyetleri elbette. İkisi de kirlenmemiş, zehirlenmemiş, toplumsal ön yargılarla, çıkar ilişkileriyle, ikiyüzlülük, sahtekarlık gibi insanlara has zafiyetlerle örselenmemiş temiz varlıklar. Doğaya yakınlar. Dünyayı kavramaya çalışıyorlar.
İnsanların neden birbirlerine ve doğaya zulmettiğini anlayamıyorlar ve kendilerince sorular soruyorlar. Nasıl 12 Eylül döneminde önce askeri sonra sivil cezaevinde yaşadıklarımı Barış’ın gözünden sorgulayarak aşmaya çalıştıysam bu kez de hayata dair farklı incinmelerimi Milföy ile arkadaşlarının yardımıyla geride bırakmak istedim.
Romanda da okuyoruz; hayvanlar ve insanlar birbirine nasıl iyi gelir? Şiddet ve sınırsız bir tahakkümün olduğu bu zamanlarda buradan çıkmanın bir yolu olarak hayvanlardan/ doğadan yana olmak nasıl bir patika açabilir?
Hayvanlardan ve doğadan yana çıkmanın müthiş sağaltıcı bir yanı var. Doğa bizim zaman ve çıkar algımızdan bağımsız akıyor. Mevsimler dönüyor, bitkiler ve ağaçlar dinlenip diriliyor, hayvanlar aleminde doğanlar ölenlerin yerine geçiyor. Bu döngüleri gözlemek ve kendimizin de aslında aynı doğanın parçası olduğunu hatırlamak sakinleştirici, dinginleştirici bir patika açabilir. Nitekim biz Şubat 2024’te kongrede buluştuğumuzda Mayıs 2023 seçimlerinin öğrencilerim üzerindeki travması sürüyordu.
Bir an önce buradan uzaklaşmayı ve uzaktan bakınca onlara daha iyi gibi görünen kimi ülkelere gitmeyi istiyorlardı. Oysa Mart 2024 yerel seçimlerinden sonra rüzgâr döndü. Sezen Aksu bestesiyle hatırlayacağımız, Kemal Burkay’ın o unutulmaz şiirindeki deyimle söylersek “mevsim Akdeniz” oldu. Farkı hissediyorum. Bu beni çok sevindiriyor.
Kitapta siz de “mavi saçlı kadın” olarak varsınız. Karakterlerin tümü bildiğiniz, tanıdığınız insanlar, köpekler, kediler... Uçurtmayı Vurmasınlar olarak sinemaya uyarlanan kitabınızın otobiyografik bir anlatım olduğuna dair yüksek lisans tezi var. Ankara Mamak’daki cezaevi döneminden sonra yazdığınız filme çevrilen, çok sevilen ‘Uçurtmayı Vurmasınlar’ gibi ‘Milföy ve Arkadaşları’nın da otobiyografik bir roman olduğu söylenebilir mi?
“Uçurtmayı Vurmasınlar”da İnci; “Milföy ve Arkadaşları”nda mavi saçlı kadın… diğer hikayelerimin kimilerinde de varım, film deyimiyle söylersek bazen “cameo” yapıyorum (kendi kimliğimle bir sahnede görünüp kayboluyorum), ya da başka kimliklere bürünüp tebdil-i kıyafet geziyorum.
“Autofiction” kavramı, yanı yazarın kendi yaşam öyküsünden esinle ve kurguyla karıştırıp hikaye anlatması öteden beri var olmasına karşın Annie Ernaux’nun 2022’de edebiyat dalında Nobel Ödülü almasıyla daha da güncelleşti, saygınlık kazandı. Özellikle Ernaux’nun 1963’te kendi başından geçen kürtaj tecrübesini anlattığı 2000 yılında yayınlanan romanı Olay ve Audrey Diwan’ın romandan uyarladığı 2021 tarihli film Happening (L'Événement) bence “autofiction” kavramını farklı bir boyuta taşıdı.
Hele ABD’de kürtajın kimi eyaletlerde tekrar yasaklanması, geri dönülmez sandığımız kimi temel hakların tehdit altında olması bu tür tartışılması zor kabul edilen konuların kişisel hikayeler üzerinden konuşulmasını mümkün kıldı. 1980’lerde kendi hayatınızdan çıkarak yazdığınız hikayelerin neredeyse hor görüldüğü, saygın edebiyat türleri arasında kendine yer bulamadığı, hele kadınların yazdığı bu tür eserlerin bir tür iç dökme olarak görülüp aşağılandığı bir dönemde ve tamamen el yordamıyla kendime böyle bir patika seçtiğim için mutluyum.
Mimarlık ve sinema... İkisi de eğitim aldığınız alanlar. Yazar ve eğitici olarak size katkıları neler? Ek olarak toplumsal cinsiyet rollerini düşünerek öğrencilerin bu alanlara ilgisi, katılımı, üretiminde bir farklılık var mı?
Mimarlık eğitimine hep müteşekkir oldum, birinci sınıf ilk haftada mimar olamayacağımı idrak etmeme rağmen… Neden böyle söylüyorum, çünkü daha çok iç dünyama bakan, dışımdaki dünyaya bakarken de daha çok hikâye görmeye çalışan, mekânın fiziksel özelliklerini ancak bunlarla bağlantılı olarak kavrayan bir yapım varmış meğer. Tabii ki bizdeki üniversiteye giriş sistemi sizi kendi özelliklerinizi anlamaya değil, yarış atı gibi alabileceğiniz en yüksek puanı almaya yönlendiriyor. Sayısal her nedense sözelden daha makbul görülüyor.
Hele benim üniversiteye hazırlandığım 1968 yılının o çalkantılı ortamında ODTÜ Mimarlık Fakültesi’ni kazanmışsanız, gidip de “ben edebiyat okuyacağım” deme şansınız yok. Hatta burada sorunuzun toplumsal cinsiyetle ilgili yanına dair de bir not düşmek isterim: “Sözelci” olmak ve üniversitede edebiyatla ilgili bölümler seçmek “kız işi”
görülür ve aşağılanırdı. Ben de o rüzgâra kapılmış olmalıyım. Buna rağmen edebiyat yerine mimarlık okuduğuma da mutluyum. Müthiş bir tasarım sezgisi, sorgulama yetisi ve mekânsal farkındalık kazandırdı mimarlık bana.
Sinemanın da mekân ve zaman üzerinden aktığını düşünürsek, “Uçurtmayı Vurmasınlar” macerasıyla sinemaya geçmem, senaryo nedir anlamam zor olmadı. Sonradan sinemada ikinci bir akademik kariyer inşa etmek ise hiç kolay değildi, akademik önyargılarla mücadele etmek yorucu, bazen de tüketiciydi ama çok öğreticiydi. Şimdi hayat benim en sevdiğim haliyle yine döngüsel bir şaka yaptı; artık sinemada değil mimarlık ve edebiyat bölümlerinde dersler veriyorum. Demek ki böyle bir yol kat etmem gerekiyormuş, diyorum.
(AT/EMK)
*Can Yayınları, 128 Sayfa, Şubat 2024