Yaklaşan akşam yemeği nedeniyle boşalmış olan huzurevi kafeteryasında tek başına oturmuş, sudoku çözüyordu. "Merhaba"ma "Hoş geldiniz!" diyerek karşılık verdi.
"Ankara’dan, huzurevi inşaatı için gelen bayanlardan biri olmalısınız!" deyince gülümseyip, kendime bir sandalye çektim. "Evet... Ben Şadiye... Nasılsınız?" Cebinden bir kartvizit çıkartıp uzattı: Nihat Ertok. Çemişkezek(?) Huzurevi. Telefon numarası.
"Kartta yazmıyor ama; aslında öğretmenim. Öğretmenlikten başka her işi yaptıysam da."
"Aaaa, ben de Öğretmen Okulu mezunuyum. Öğretmen olamadıysam da..."
Çabucak yakalayıvermiştik, birbirimizi. "Evlat! İki çay; ince belli bardakta, misafir bardağında..." diye çay ocağına doğru seslendi.
Çay eşliğinde
Çayımız geldiğinde çocukluğunun Nevşehir’in bir köyünde geçtiğini, babasının mübadillerin yerleştirildiği köylerden birinde görüp aşık olduğu annesiyle zor kullanarak evlendiğini, aralarındaki 29 yaş farka rağmen ikisinin de sonuçtan şikayetçi olmadığını, kardeşinin sıtmadan öldüğünü, ilk okulu bitirdiğinde babasının ve kaymakamın ısrarıyla Hasanoğlan Köy Enstitüsü sınavına girip kazandığını, ancak annesinin hasretine dayanamayınca okulu bıraktığını ve bunun hayatının ilk "keşke"si olduğunu, ortayı kasabada, liseyi Aksaray’da okuyup, ardından Ankara’da Gazi Terbiye Enstitüsü Türkçe Bölümünü bitirdiğini, askerliğini Sarıkamış’ta yaptığını öğrenmiştim.
Konuşması renkliydi. Mesela...
Annesinden "Öyle güzeldi ki; gördüğünde günahın dökülür" diye, görücü usulüyle evlendiği karısından "Onun kocasını on adım öteden tanıyacak biri olduğunu bilemezdim" diye, öğretmen maaşıyla dört nüfus geçinmenin zorluğundan "Kuru dua, karın doyurmuyor" diye söz ediyor, sıkça "İyi gördüğünüzden geri kalmayın" dileğini yineliyordu.
Laf arasında saç dökülmesi için bir bardak kaynar suya atılan sinameki demlendikten sonra saça friksiyon yapılmasını, bağışıklık sistemini güçlendirmek için sabah–akşam 12 sap maydanoz doğranılan birer kase yoğurt yenmesini, yağda kızarmış yiyeceklerin asla ağza alınmaması gerektiğini de söyledi.
Hikayesi Almanya'da sürüyor
Çaylar gelip gidiyor, onun da anlatımı sürüyordu. 1960 sonrası başlayan "Alamancılık" rüzgarına kapılarak öğretmenliği, eş ve çocuklarını burada bırakıp Münih’e gittiğini, elindeki parayla lisan, sanat(sayacılık) ve dans kursuna yazıldığını, ancak dört yıl sonra çoluk-çocuğunu getirtebildiğini, Alman kültürüne çevresindeki Türklere görece daha hızlı uyum sağladığını, kendine kozmopolitik bir çevre kurduğunu, çalıştığı ayakkabı fabrikasında çabucak yükseldiğini, Alman Edebiyatı’yla yakından ilgilendiğini, çok çalışmasına karşın ancak kendini ve ailesini ‘adam gibi yaşatacak’ kadar para kazanıp tükettiğini anlattı.
Kendi kafa yapısındaki "Alamancı"ların zaten para biriktiremediğini, gelişmeğe açık kişiliğine rağmen "Alaman" elinde ikinci, üçüncü değil sonuncu sınıf vatandaş olduğunu, bu denli aşağılanmaya katlanmakta zorlandığını, anlatmaktan kaçındığı bir nedenle aniden dönmeye karar verdiğini, bu karara eşinin sevindiğini, çocuklarının üzüldüğünü, fabrika müdürünün maaşını üç kat arttırma teklifini kabul etmeyerek hayatının ikinci "keşke"sine yol açtığını da anlattı.
"Geri dönmek hayatımı kararttı. İnsanın kendi ülkesine uyum sağlayamaması ne acı... Bu ukalalık değil; gördüğünden geri kalmama meseli. Bakanlık öğretmenliğe başlatmadı beni. Evdekilerin karnını ‘her boyaya girip, çıkarak’ doyurdum. Şimdi bu halimle bile, yanımda olsalar yine çalışır, bakarım onlara."
Bunları derken gözleri sulanıp, sesi titremeğe başladı.
"Keşke"ler...
"Herkesin hayatının kırılma noktası farklı. Benimki 13 ve 15 yaşındaki iki oğlumla, eşimi ölü bulduğumda; kırıldı. Lodos, soba, gaz... Toparlanamadım uzun süre. Serseriliğe vurdum işi. Sonra da çalışmağa verdim kendimi. Canım sıkıldıkça iş ve şehir değiştirdim. Pamuk ameleliği, ayakkabı tamirciliği, site bekçiliği, bulaşıkçılık, tercümanlık, deri fabrikasında idarecilik, çiftlik kahyalığı; aklına ne gelirse...
Hiç param olmadı hayatta. Allah’a olan can borcum dışında; borcum da... Hayatımın üçüncü ‘keşke’si: Yeni bir ‘baş beraberliği’ denemeye kalkıştığımda karşıma çıkan bulgur kazanı gibi kaynayan o kadın."
Karşımdaki dolmuş- boşalmış, düşmüş-kalkmış, yorulmuş ve hep üşümüş olan o adama söyleyebileceğim şey olmayınca, karşı duvardaki göllere okyanuslara daldım.
Hani sonra onun "Kavafis’i bilir misin" diyen sesiyle çıktım sudan. "Şeyyy; evet!" "Dinle o zaman!" deyip usulca ayağa kalkıp okumağa başladı:
"Yılların, azgınlıklarının
yıprattığı,
belini büktüğü yaşlı bir adam, bitkin
ağır ağır yürüyor dar
sokakta.
Ama evine girer girmez, gizlemek için
yaşının o acılı halini,
düşünüyor
içinde hala sönmeyen gençlik ateşini(**)" (ŞD/GG)
* Şadiye Dönümcü, Sosyal Hizmet Uzmanı
** Kavafis, Çok Ender