Tabiatın alarm verdiğine, muhtelif şekillerde dengesinin bozulduğuna, geri dönülmez noktalara doğru hızla sürüklendiğine dair bariz dışavurumlar...
Alaska'da, Antartika'da, Arjantin'de, Grönland ve Kanada'da peş peşe yıkılan, gümbürdeyip parçalanan, okyanuslarda sürüklenirken eriyen buzullar...
Ve bu göz alıcı manzara karşısında, şaşkınlığın adeta sevinçle karıştığı, çığlıkların kahkahalar ve alkışlarla birleştiği, "Eh hadi artık!" ile "Wow"ların, "Aman Tanrım"ların birbirine girdiği, garip bir insan topluluğunun trajikomik vaziyeti ...
Küresel ısınmaya bağlı olarak hızlanmışa benzeyen doğanın tepkileri, insandaki sado-mazoşist yanı tetiklemiş gibi duruyor.
Gezegenin daha önce pek uğranmayan noktalarına gittikçe artan sayıda düzenlenen turistik gezilerde aslında bir felaketle karşı karşıya olunmasına rağmen katılanlarda coşku ön plana çıkıyor.
Icemeltland Park adlı belgesel bir eğlence parkı olarak algılanan buzların erime sürecine bizi dahil ederken vaziyete vurdumduymazların açısından bakmamızı sağlıyor.
Liliana Colombo'nun yönetmenliğini üstlendiği 40 dakikalık Birleşik Krallık/İtalya ortak yapımı filmin dünya prömiyeri Visions du Réel'de gerçekleşmişti; Locarno'nun programında yer aldığı gibi yeni yetenekler bölümünde de yarışıyor.
Bu yazı yazılırken Avrupa'nın ortasındaki Alpler'in en yüksek tepesi
Mont Blanc/Monte Bianco'daki buzulun çökme riskine karşı bölgede alarm verilmiş olması ayrıca manidar değil mi?
Tadını çıkarın!
Filmin başında söz konusu eğlence parkının ailelere, çiftlere, arkadaşlara ve ziyaret etmek isteyen herkese açık olduğu bildiriliyor.
Tatilinizde nereye gitmek istediğinizi bilmiyor musunuz?
Balayınızı nasıl geçireceğinize dair kesin bir kararınız yok mu?
Icemeltland Park'a gelin, pişman olmayacaksınız!
Tadını çıkarın!
Aslında belgeselin başından itibaren bu faaliyete ironik bir gözle bakıldığının farkına varıyoruz.
Doğanın olağanüstü ifadelerine, muhteşem gücünün dışavurumlarına kontrol edilemez bir alaka duymamız anlaşılır bir durum; fakat yerküre çevresel felaketlerle çalkalanırken, ilgili kurumlar alarm şiddetini mütemadiyen artırırken işin kötü yanını duygusuzca inkâr edip bundan sadece haz almak pek acayip değil mi?
Ses kayıtlarından anlaşıldığı kadarıyla bazı katılımcılar buzulun yıkılmasını beklerken epey sıkılıyor.
Fakat sonra sabırla beklenen oluyor ve kameralarla kayıt altına alınan çöküş anı ganimet değeri taşıyor. Görüntü avcılığı prim yapıyor, işin içyüzü fazla irdelenmiyor!
Zaten kullanılan klişe ifade biçimleri ve ses tonlarındaki soğukluk, içgüdüleriyle pek bir bağlantısı olmayan robotumsu, adeta hasta ruhlu insanları müşahede etmekte olduğumuzu ispatlıyor.
Biz niye yokuz?
Film bana yer yer Kossakovsky'nin iddialı Aquarela'sını hatırlatsa da bu kadar haşmetli bir eserle karşı karşıya olmadığımız kesin. Fakat ifade olarak daha kör kör parmağım gözüne bir dil benimsendiği söylenebilir.
Yıkılan heyula gibi buz parçaları suda büyük dalgalanmalara yol açarken görüntüye muhtelif tsunamilerden sekanslar karışıyor; film küresel ısınmanın birbirine bağlı etkileri hususunda seyirciyi uyarmış oluyor.
Kullanılan görsel teknikler inadına ilkel ve plastik; seyirciyi rahatsız edebilecek bir çok efekt de öyle.
Belgeselde gittikçe artan bir dozda, uzaydan çekilmiş NASA fotoğraflarına da yer veriliyor.
Başlarda alanları küçülmüş buzulları irdeliyoruz daha çok; erimekte olan buzulların fazla eski olmayan halleri ve günümüze yakın tarihlerdeki vaziyetleri yan yana getirilerek karşılaştırılıyor.
Fakat filmin sonlarına doğru Bolivya'daki lityum madencilik faaliyetinin Uyuni tuzlasında ulaştığı devasa boyutlara, ABD'nin en büyük hava alanı olma özelliğini taşıyan Colorado'daki Denver hava alanının yok ettiği tarım alanlarına da aynı teknikle vâkıf oluyoruz.
Şili'nin Atacama çölünde de lityum çıkartılırken çevre yok sayılmış, Mısır'ın ünlü tatil beldesi Hurgada'da da turizm uğruna sınır tanınmamış.
Filipinler'in Manila'sı, Hindistan'ın Yeni Delhi'si, Çin'in Şangay'ı kentsel işgal hususundaki şahikalar olarak karşımıza çıkıyor.
Dünya çapında dikkat çekmek uğruna çırpınıp her fırsatı değerlendirirken, aslında olumsuz sayılabilecek bir özellikle de olsa İstanbul'un bu listede olmasını arzulayanlar yok mudur?
Belgesel, meşhur Titanic filminin öne çıkan melodisiyle sona eriyor.
Yönetmen batan bir gemide olduğumuzu bize hatırlatıyor olabilir mi diye kuşkuya kapılırken, "My heart will go on" parçasının ucuz bir karaoke versiyonu "afet ve felaket tüketim furyası" hakkındaki belgesele pek bir yaraşıyor.
Kreşendoların sonundaki müzikal zirvelerle yıkılan buz kütlelerinin sulara karışması eşzamanlı olarak perdeye yansıtılırken, sanki kötülüklerden zevk alanların duygularına tercüman oluyor.
(MT/PT)