12 Eylül'ün mimarlarından olan Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya'nın yargılanması sonunda başladı. Davanın seyri netlik kazanmadığından dolayı, yıllardır sürdürülen adalet arayışının mutlu bir sona geldiğini iddia etmek için henüz çok erken.
Elimizdeki en somut gerçek, 2010 Anayasa Referandumu'ndan beri tartışılan 15. Madde'nin kaldırılmasının ardından gelişen sürecinin en önemli aşamasına gelindiğidir.
4 Nisan'da ilk duruşması görülen davanın müdahillik taleplerini incelediğimizde, CHP'den MHP'ye, BBP'den HAK-PAR'a, DSP'den EDP'ye kadar siyasetin çok farklı renklerinden partileri; hükümeti ve kurum ve siyasi partilerin haricinde 476 kişinin başvuruda bulunduğunu görüyoruz.
Bu, dava sürecine dair farklı yaklaşımlar olmasına rağmen, davanın neredeyse hemen her siyasi eğilimin dikkatinde olduğunu ve önemsendiğini bizlere gösteriyor.
İki zıt kutup
Dava sürecine dair ortaya çıkan farklı görüşlere bakacak olursak, özellikle de darbenin en büyük mağdur kitlesini oluşturan Türkiye solundaki polemikler ve köşe yazarlarının yaptığı eleştiriler göze çarpıyor.
Bu polemik ve eleştirileri incelediğimizde ise, genel olarak iki siyasi yaklaşımın olduğunu söylemek mümkün.
Bir yanda, bugünün koşullarının 12 Eylül'den pek de farklı olmadığını (başka bir deyişle, 12 Eylül'ün bugün de devam ettiğini), AKP'nin varoluşunu 12 Eylül darbesine borçlu olduğunu ve bu nedenle de siyasi iktidarın "ileri demokrasi"si altında 12 Eylül ile gerçekten hesaplaşılamayacağı argümanını görüyoruz.
Bu argüman sonuç olarak topluma 4 Nisan'da başlayan sürecin iktidarın bir illüzyonundan ibaret olduğunu ve kanmamak gerektiğini açıklıyor. Öte yandan, Türkiye'de başta Kürt sorunu olmak üzere birçok alanda demokrasinin söz konusu olmadığını, fakat birkaç yıldır yükseltilen askeri vesayete karşı mücadelenin kazanımlarından da rahatça söz edilebileceği, 12 Eylül davasının iki isimle kısıtlandırılmaması için darbe karşıtı mücadelenin yükseltilmesi gerektiğini savunan bir kanat var.
Bu kesim ise sonuç olarak 12 Eylül davasının her şeye rağmen ilerletilmesi gereken bir kazanım olduğunu iddia etmekte.
Türkiye solu içerisinde bu derece keskin ayrışmanın yaşanmasının en önemli sebebi olarak, yakın zamandaki darbe girişimlerine karşı alınan tavır olduğunu söylemek mümkün. Bu nedenledir ki, bu ayrışma Ergenekon yapılanmasının ortaya çıkmasıyla karakterini kazanmış ve 2010 anayasa referandumuyla en derin halini almıştır. Bir adım daha ileri gitmek gerekirse, darbe karşıtı mücadeleye dair görüşlerin bugünkü ayrışmayı yarattığını söylemek de sanıyorum ki yanlış olmaz.
Yaşanan ayrışmanın temellerinin bunlar olması bir yana, ayrışmanın vücut bulmasını sağlayan şey, referandum öncesi ve sonrası 15. Madde üzerinden yürütülen tartışmalardır: 15. Maddenin kaldırılmasının bir şeye yarayıp yaramayacağı, sanık ifadelerinin alım şeklinin nasıl olacağı, iddianamenin 12 Eylül darbecilerini akladığı mı yoksa hakladığı mı vb. sorulara verilen yanıtlar da sol içerisindeki parti ve grupların bugünkü süreçte konumunu belirliyor.
"Sembolik kurgu" ya da 12 Eylül davasının küçümsenmesi
5 Nisan tarihli Radikal'deki köşesinde "Aman 12 Eylül'ü yavaş yargılayın" başlıklı yazısı yayınlanan Ezgi Başaran, 12 Eylül davasına "sembolik kurgu" benzetmesini yapıyor. Gerek yazının başlığından gerekse de içeriğinden Ezgi Başaran'ın konumunun yukarıda bahsettiğimiz ilk kesimden olduğu anlaşılıyor.
Yazısının ilk bölümünde 87 ve 95 yaşlarındaki iki darbecinin yargılanmasının demokrasi adına bir şey ifade etmeyeceğini ima eden Başaran, günümüzde yaşanan antidemokratik uygulamaları örneklendirerek bugünün 12 Eylül'ü pek de aratmadığına dikkat çekiyor.
Başaran, yazının devamında ise iktidara yönelik eleştirilere hükümetin nasıl yanıt verdiği ve "show business taktikleri" ile insanları demokrasi süsü altında nasıl kandırdığını yine örneklerle açıklıyor ve sonuç bölümünde, bundan yola çıkarak "show business taktikleri"nin 12 Eylül davasında da geçerli olduğunu söylüyor.
Günümüzde yaşanan antidemokratik uygulamalara dair Ezgi Başaran'ın yapmış olduğu eleştirilere sanıyorum ki karşı çıkacak olan yoktur. Bugün bile hâlâ BDP'nin kapatılması tartışılırken "ileri demokrasi"nin varlığına inanmak en iyimser ifadeyle saflık olur. Ancak, Başaran'ın gözden kaçırdığı çok şey var.
Her şeyden önce, 12 Eylül'e yargı yolu açılmasını AKP ile ilişkilendirmek, dava sürecine dair alacağınız tutumu belirler. Gelinen noktada, ortada gerçekten bir yargılama varsa bunu AKP'ye mi borçluyuz, yoksa yargı kapısını aralayan darbe karşıtı harekete mi? Bu soruya verilecek yanıt sanıyorum ki her zamankinden daha fazla önem taşıyor.
12 Eylül darbecilerine yargı yolunu açan etkenin AKP'nin icazeti olduğunu düşünmek, darbe karşıtı mücadelede AKP'yi özne olarak kabul ettiğiniz anlamına gelir. Bu da dolaylı olarak, bu davaya umutla bakan birçok 12 Eylül mağdurunu iktidarın siyasetine hapsettiğiniz anlamını taşır.
Bunun da ötesinde, bu argüman, binlerce insanı askeri vesayet ve darbe karşıtı mücadelede basit birer nesne haline getirir. Son birkaç yılda Ergenekon yapılanmasına, Balyoz vb. darbe planlarına karşı binlerce sıradan insan son 10 yılın en soğuk gününde sokaklara çıktı, onlarca toplantılar düzenledi, binlerce bildiri dağıttı; 12 Eylül koşullarında evlatlarını kaybeden anneler, Cumartesi Anneleri'yle yüzlerce haftadır Galatasaray'da toplandı (ve halen toplanmakta). Şu çok açıktır ki, askeri vesayete karşı verilen mücadele aynı zamanda doğrudan darbe karşıtı bir siyasi mücadeledir.
Dolayısıyla, yakın zamandaki darbe planlarına karşı geliştirilen bu refleks, doğrudan 12 Eylül darbecilerine yargı kapısını aralamıştır. Bu nedenledir ki, 12 Eylül'ün iki generali bugün sanık sıfatını taşımakta ve utançlarından mahkemeye dahi gelememektedirler.
İkinci olarak, binlerce darbe karşıtı sayesinde bu noktaya gelindiğini düşünecek olduğumuzda ise, 12 Eylül davasını küçümsemek gibi bir lükse sahip olamayız. Dolayısıyla, "sembolik kurgu"dan da, "şakaya dönüşen müdahil listesi"nden de söz etmek mümkün değil, çünkü 105 yaşında olmasına rağmen ambulansla Ankara Adliyesi'ne gelerek müdahillik talebinde bulunan Berfo Ana bir şakanın parçası değil, 12 Eylül acı gerçeğinin bir resmidir.
Toplumda da yaygın olarak paylaşılan 90'larında ve 90'ına merdiven dayamış iki generalin yargılanmasının ne anlam ifade edeceği sorusuna verilebilecek farklı yanıtlar vardır. Ama en önemli ikisi, darbenin baş sorumlularının yargılanarak mağdurların acısına sadece su serpilebileceği ve darbe planları yapabilecek ordu mensuplarına yaşlarının kaç olduğuna ve zaman aşımına bakılmaksızın peşlerinin bırakılmayacağı mesajının verilmesidir. Şüphesiz ki, 12 Eylül'ün sorumluları daha erken yargılanıp hak ettikleri cezayı almış olsalardı, bugün yeni darbe planlarıyla da topraktan çıkan silahlarla da uğraşmak zorunda kalmayacaktık.
Uzaktan beddua etmek
Şu veya bu şekilde, 4 Nisan'la başlayan süreç Türkiye siyasi tarihine geçecektir. Ne koşulda olursa olsun, Türkiye tarihinde ilk defa, darbeyi gerçekleştirmiş generallerden yaşayanlarının yargılanmasına toplum olarak tanıklık ediyoruz.
4 Nisan ne bir zafer ne de iktidarın bir oyunudur, ama her şeye rağmen bir kazanımdır. Bundan sonraki süreç bu kazanımın derinleştirilmesi üzerine bahsettiğimiz sıradan insanlar tarafından şekillendirilecektir. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat, 27 Nisan... bu toplum her biriyle hesaplaşacak ve toplum mühendisliğine kalkışan bu zihniyeti mahkum etmek için gereken çabaya da 4 Nisan motivasyon sağlayacaktır, bir ivme noktası haline gelecektir.
Başaran'ın yazısının sonunda sorduğu soruları cevaplarsak: Evet, tatmin olmadık.
Tam anlamıyla geçmişimizle de yüzleşmedik. Henüz bütün katillerden de hesap sormadık. Onların zihniyetinden de tam olarak arınamadık. Evet, belki 4 Nisan sabahı demokrasinin ve özgürlüklerin ülkesine de uyanamadık ama neşeyle dolduk. Dava iddianamesindeki çarpıtmalara karşı da, diğer tüm askeri müdahalelere karşı da bu ülkenin demokrasi mücadelesi sürecektir.
Bitirirken, Ufuk Uras hocanın bir panelde paylaştığı İsveç atasözünü hatırlatmakta fayda var: "Uzaktan beddua etmek siyaset değildir." Umuyorum ki beddua edenler de bir gün bununla yetinmeyecek ve kazanımların ilerletilmesi için çabalayacaktır. (BK/HK)