"içim sıkılıyor
içim sıkılıyor
avluya çıkıyorum ve parmaklarımı
gecenin gergin teninde gezdiriyorum"*[1]
Mutsuz uyuyup mutsuz uyanıyoruz. Mutluluk delisi değiliz elbette. Mutsuzluklardan ne şahanelikler devşirmeyi pekala biliriz. Ama bu sefer başka. Cümleten mutsuzluk hummasına tutulmuşuz gibi. Ne sevişmekler, ne eylemler, ne sokaklar, ne kitaplar, filmler, müzikler ne rakılar, balıklar, uzun uzun bakmaklar dindiriyor mutsuzluklarımızı. Öyle çok çatlağımız var ki içimize sızabileceği. Sızıp da her bir köşemize yayılıp yerleştiği. Bir yerin ağrısı dinmezken öbürü başlıyor. Ne yapsak dindirmek için kâr etmiyor. Etmeyecek gibi görünüyor.
Mesela bir Pazar günü, herhangi bir Pazar günü olamıyor. Önce kahvaltı sofralarından uzun uzun kalkamamak… Kalktığın sofrayı orta yerde öylece bırakıp uzunca bir yazının orasını burasını toparlamak, yarın derste her ne çalışacak, tartışacaksak malzemelerini düşünmek, planlamak; belki sınav hazırlamak, bir sonraki günün dersi için metinleri toparlayıp öğrencilere mail atmak, final ödevi kitap listesi üzerinde çalışmak… Klasikler soruşturması listesine takılmak, oradaki problemleri düşünmek, not etmek... Mavi En Sıcak Renktir'in yazısını artık bitirmek... Yahu, bu edebiyat gerekli mi sahiden, neden savunu halinde böyle, ne etmeli de bu on altı yaşın içine kelime cinlerini kaçıracak yolları bulmalı'ya esaslıca kafa yormak... Bir öyküde kaybolmak… Of, bu edebiyat tarihi de ters yüz edilip her kimliğe, dile, dine, cinsiyete, cinsel yönelime açılarak yeniden yazılmalı'nın yollarına taşlar döşeyen okumaları satırların altlarını çize çize yapmak… Yarın unutulması, ötelenmesi muhtemel tahlil sonuçları üzerine doktorla konuşma işini bir kıyıya not etmek, sonraki güne başka bir randevu almayı akla yazmak… Birkaç gün önceki konuşmanın notlarını birbirine çatıp bir ucunu öbür ucuna ekleyip eğitim sistemi nasıl da cinsiyetçi işte demek için masa başı yazı işçiliği yapmak gerek. Eh, bugün Pazar deyip, varoluşsal problemler etrafında dolanmak, pazartesi sendromu yaşamak, tırnakları törpülemek, hangi renk oje sürsem acaba demek, kaşın sağından solundan çıkanları toparlamak... Çamaşırları peteklere sere sere kurutmak, ortalığın tozunu süpürmek değil de üfleyiverip oturacak yer açmak... Ocaktaki çaydanlığı hiç boş bırakmamak... Nicedir beklediğimiz yağmurda yıkanıp koşa koşa eve gelip sarınıp sarmalanmak, koyu koyu kahvelere düşmek... Bir filmin karşısında uyuklamak... Akıldan geçen hiçbir işi yapmamış bir halde yatağa kendini bırakmak... Uykuyu beklemek. Gelmedikçe sinirlenmek. Kuzuları saydığımız günleri düşünmek gerek.
Oysa uzunca bir zamandır sadece pazar günleri değil; hiçbir mevsim, hiçbir ay, hiçbir gün kendisi değil. Sorun gün, ay, mevsimde de değil. Sorun, bu ülkede.
"yukarda dediğime bakma aslında
başarısız boktan bir kış geçirdik
kanımız bile doğru dürüst akmadı
bir sürü çocuğu öldürdüler"[2]
Çok değil, hemen hemen on - on beş güne sığdırmaya çalıştıklarımızı buraları bilmeyen birilerine nasıl anlatabiliriz?
Hatice Can'ın, oğlu Yaser Onur'un yanına gökdenizine kendini bırakması. Bir yatak odası. Açık pencere. Önüne çekilmiş bir tabure. Yanında boş terlikler. Genç bir kadının haykırışı.
Zirve katliamının katillerinin serbest kalışı. Boğazıma yapışan iki el. Kan. Korku.
Özge'nin bedeninden çıkarılan erkek kurşunlar. Öfkeyle çöküşün birbiriyle yarışması aklımda. Özge'nin gözlerinden kaçmak. Nereye kadarsa? Başım bir taksi penceresine dayanmış. Abla geldik, devam edeyim mi?
Hrant'ın katillerinin hesap vermemekle kalmayıp, göstermelik hapse atılanların birer birer serbest bırakılması. Kuşların tedirginliği. Rakel'in gözlerinde kimbilir hangi bakış, dilinde hangi acı? Arat, Sera, Delal'i bir kez daha kimsesiz komak! Hrant'ı şunca sene yerden kaldıramamak! Gözümün önünde, iki hafta önce pazar günü Agos'un önünde açılan o kanlı pankart, katillere methiyeler(!) düzen. Edebiyatın canını yakan bir yazarın ağzından dökülen nefret cümleleri.
Aksaray, Urla, Ordu, Giresun, Fethiye, Sakarya, Düzce, Tekirdağ, Manisa'da HDP bürosuna, HDP'lilere ve esasen Kürtlere yönelik saldırılar. Yakılmaya, parçalanmaya çalışılan bayraklar, otobüsler, camları kırılan iş yerleri, indirilen tabelalar. Devlet güvencesindeki linç girişimleri. Hafızalarımızın titreye titreye Madımak'ı, 6-7 Eylül'ü fısıldaması.
Roboski katliamından sağ kurtulan Servet Encü'nün evinin silahlarla taranması sabaha karşı. Delik deşik.
Hasta tutsaklara, KCK tutsaklarına hukuksuzluk süregiderken asit kuyularında Kürtleri, sokak ortalarında Ermenileri katledenlerin, çeşit çeşit zulümleri planlayan, uygulayanların salıverilmesi.
Buna karşılık, KCK'lilerin, hele hele hasta tutsakların tutsaklılığının devamlılığı esastır! Çünkü, maazallah dağa çıkıverirler!
Bir bakanın Yahudileri hedef alan sözlerindeki kopkoyu nefret!
Hevsel'de kıyılan ağaçlar, Demirciköy'de ortasından yarılan Kuzey Ormanları. Ankara'da göbeğinden parçalanan çınar ağaçları.
8 Mart Feminist Gece Yürüyüşü'nün şahaneliğinin ve coşkusunun çizik çizik edilmesi. Anlam veremediğim bin bir tartışma. Erkeklerin silahları, dilleri, bedenlerince durmadan durmadan yaralanan, yok edilen kadınlığımız. Kadınlarımız. Bir trans kadının bedenine inen erkek tekme!
Her yerde gaz her yerde polis! Kurtlu, hilalli, yıldızlı siyah kocaman yüzükleriyle gözümüze gözümüze parmak sallayışları.
Ve Berkin, 269 gündür uyanmıyor. Diren Berkin, diren diren... Derken... Berkin'in bizi bırakıvermesi. Berkin devletin derste, sokakta, tarlada, meydanda, parkta, evde öldürdüğü çocuklarımızın, hepsinden son kalandı bize.
Ama Berkin uyanamadı!
Bu kadar. Benim, bu öldürmeye dair sözüm yoktur. Berkin Elvan ölümsüzdür ya da devrim şehitleri ölümsüzdür sloganlarına ikna olamayacak kadar hakiki söz delisiyim. Berkin Elvan, vuruldu. Direndi. Öldü. Çok söz söyleniyor. Ağlayan, direnen, lanet okuyan... Ne şiirli ne de öfkeli cümleler kuramıyorum. 14 yaş. 16 kilo. Toprakta. Bu kadar.
"hiç ışık yok
hiç ışık yok"[3]
Mavi değil, tedirginlik bir huy bende -artık-!
Bir yası tutarken başkaca yaslara gebe olduğumuzu görüyoruz hep birlikte.
Pazar gecesi başka bir çocuğu düşünüyordum. Tanımadığım, ismini bilmediğim. Fethiye'de yaşayan bir Kürt çocuktu o. Pazartesi günü uyanacak, sabah okula gidecekti. İstiklal Marşı'nı okuyacaktı. Bir gün önce, küfürler eşliğinde indirilip yerine asılan bayrağın altında. Bu, muhtemelen bu şekilde yaşandı. Türkiye'nin doğusundan batısına belki de/muhtemel ki zorunlu olarak göç etmiş bu çocuk, salı sabahı uyandı. Kendisini toprağından koparan devletin 269 gün önce başından gaz fişeğiyle vurduğu ve bu kadar gündür uyuyan Berkin kardeşinin elinde uçurtmasıyla göklere uçtuğunu öğrendi. Uçurtmasını aldı, üzerine kardeşinin ismini yazdı. Sokağa çıktı. Kalbinin yaralı doğusunda üç sene önce tepesine bombalar yağdırılarak devletçe öldürülmüş kardeşlerinin resimleri vardı. Ve Ceylan'ların, Uğur'ların, Fatma'ların... Yanlarına Berkin'i de ekledi. Uçurtması, gökteAmed'de, Berkin'in resmiyle Hewsel bahçelerine yürüyen arkadaşlarıyla buluştu. Bu da muhtemelen böyle yaşandı. Çünkü çocuklar, bizim bilmediğimiz güçlere sahiptirler. Berkin, toprağın koynunda; ismi -diyelim ki- Ceylan olan Fethiye'deki kara gözlü, "teörist" denip istenmediği bu yerin kendisine kucak açan göğünde, Amed'in çocukları Hewsel bahçelerine diktikleri fidanlarda çoktan oyunlarını kurmuşlardır. Çünkü onlar çocuklar!
Problem biz yetişkinlerin o çok kirli oyunlarında. Damarlarımıza zerk edilmiş, kesip de bir türlü akıtamadığımız nefretimizde. Bu nefret, bu öldürmeler karşısında tutunacak çok güçlü bir umut gerek hepimize. Çeşit çeşit isyanı, acıyı, itirazı her türlü farklılığımızı kucaklayacak bir umut.
Zira, yalnızca Hıristiyan yalnızca Alevi yalnızca Ermeni yalnızca Kürt yalnızca kadın yalnızca trans yalnızca eşcinsel yalnızca çocuk yalnızca ağaç yalnızca kedi ceylan olduğu için öldürülenlerin ülkesinde bu ölümler toplumsal refleksler, milliyetçi duygularla açıklanırsa gördüğümüz, bildiğimiz kıyımlara, katliamlara yenilerinin ekleneceği besbelli. Öbürleriyle yüzleşilmiş, onların hesapları verilmiş, haklar sahiplerine teslim edilmiş, yaralar sarılmış, herkes herkesle eşit yurttaşmış gibi yeni kıyımlar göstere göstere organize edilip hızla hayata geçiriliyor. Barıştan söz edenler savaşa, şiddete sürüklenmek için uğraşılıyor. Bunların karşısında sesini sözünü hangi sebeple olursa olsun çıkarmayan bu yangına ortak olduğunu, olacağını bilmiyorsa hatırlatmış olalım mı?
Hafızamız, bir acılar mezarlığı. Kat kat. Orada yeni bir acıya yer kalmadığından eskisinin üzerine kapak örtüp, toprak atıp yenisini gömüyoruz. Öyle acılar ki kapak da olsa kat kat toprak da uç uca eklenip kuşatıyor bizi yeni gelenin resminde. Elden ele karanfiller değil, acılar verilir bu coğrafyada.
Yukarıdakiler acılarımızın, ağrılarımızın upuzun tarihinin bugünlerinden kıpkısa bir kesit sadece. Apağır ama. Acılarımıza, ağrılarımıza sebep binlerce yara -ki hepsi devletten bu ülkede- hafızamızın derinlerinde. Devletin katil değil, "seri katil"* olduğu önce Hrant Dink'in, sonra Roboski'de 34 Kürt çocuğunun katledilişiyle bilmem kaçıncı kez ilan edilmesinden bugüne kaç kıyım, kayıp, öldürme sığdı? İşte şimdi Berkin gitti. Ceylan'la, Uğur'la, Roboski'deki canlarla Berkin'in resmini yan yana koyup yaslarda da olsa eşitlenmedikçe kaç canımız, çocuğumuz daha kayacak ellerimizden? Bütün bu acı hikâyeler herkesçe yan yana getirilmedikçe? Bütün sloganlar hükümsüzdür bu coğrafyada; acıda, yasta, sevdada halklar eşittir denmedikçe!
Hrant'ın katledilişinin altıncı senesinde, 19 Ocak'ta, yağmur kirimizi pasımızı temizlemek istercesine yağarken gözümüzdekilerle göktekiler birbirine karışmışken canımız Rakel Dink şöyle diyordu: "Sağımızdakine, solumuzdakine rahatsızlık vermeden, ötekileştirmeden buradayız. Adalet borcumuzu hatırlayarak buradayız. Sevgimizi, umudumuzu hatırlayarak buradayız. Yataklarında sevdiklerinin elini tutarak ölme fırsatı ellerinden alınanların anısına buradayız. Acımızla, onurumuzla buradayız. Doğruluk ve adalet için buradayız. Birbirimize hikâyelerimizi anlatmak ve anlamak için de buradayız. Hep burada olacağız, birlikte olacağız."
Tam da bu sebeplerle ve mevsimler mevsimliği, günler günlüğünü bilsin, alıştığımız pazar sıkıntılarını, pazartesi sendromlarını yeniden yaşayalım; artık hafifleyelim azcıcık diye son bir umut etme hamlesi olarak HDK/HDP'yi kendime yurt ediniyorum bugünlerde. Zira ne sadece acılarda birleşilmesini istiyorum ne de acılarda dahi birleşemeyenlerin nefretiyle yaşamayı.
Kürtleri, Ermenileri, Rumları, Süryanileri, Çerkesleri, Alevileri, seks işçilerini, kadınları, transları, eşcinselleri, çocukları, deistleri, ateistleri... yok sayan, dışlayan, öldürenlerlerce ötekileştir(il)meden, ayrıştır(ıl)madan, ayır(ıl)madan bir arada yaşamak; eşit, demokratik, özgür, adil yaşam alanlarını, kentleri, memleketi, hayatı birlikte barışarak kurmak için söz söyleyebileceğim, eyleyebileceğim, varolabileceğim tek alan Halkların Demokratik Kongresi/Partisi'dir.
Bu hayalimin ve umudumun vücut bulduğu ittifaklar zeminidir burası. Ona yönelen her saldırı/linç ben ve benim gibi on binlerce insanın hayallerine, yaşamına, umuduna ve coğrafyadaki tüm halklara, haklarına... yapılmış demektir. O linç anlarını izledikçe etimin lime lime edildiğini, çimdiklendiğimi, boğazıma bir el yapıştığını zannetmem, soluksuz kalmam, öfkemin tırmanışı, dilimden taşışı bundandır. Milliyetçi muhafazakâr saiklerle yeni yaralara, acılara gebe olunan şu günlerde, millî mutabakat ayarlarına geri dönülmeye, döndürülmeye çalışılırken barıştan, barışmaktan yana inadına söz söyleyenlere karşı hangi ideolojiye, hangi teoriye, siyasete, -izm'e dayanarak sus pus olunur, anlamam. Sus pus olan her kimse, bu coğrafyaya kaç katliam, kıyım, savaş; kaç çocuk acısı, boş kalan baba omzu ana kucağı daha sığdırmak istiyordur acaba?
Sopası, taşı, tüpgazı, bayrağı, marşı, allahıyla sokaklara dökülmüşlere; onları copla, gazla, kalkanla koruyan, kışkırtan ve kendilerine bu görevi veren devlete, devlet geleneğine karşı durmak gerekirken; özellikle kendini sosyalist olarak tanımlayanlar ile milliyetçi muhafazakâr kodlarla barışmakla barışmamak arasında/sözleşmelere attığı imzalardan vazgeçmekle vazgeçmemek arasında gidip gelse de laik, özgür, eşit, şenlikli bir hayat, şehir, dünya özlemi içerisinde olan seküler sınıftakiler barışma imkân ve ihtimalinin yanında yer almak, onu desteklemek yerine; hangi sosyal, ekonomik, siyasî, kültürel, kimlik gerekçeleriyle HDP'ye mesafeli bir tavır sergiliyorlar?
"kimse güneşle tanıştırmayacak beni
kimse serçelerin şölenine
götürmeyecek beni
uçmayı anımsa
kuş ölümlüdür"[4]
Bugün barıştan, adaletten, özgürlükten, eşitlikten, aşktan, umuttan, emekten yana halkların her tür kamusal alanda göz, dirsek, akıl, omuz, yürek temasıyla kurduğu, bu yeni ve diri hatta, hangi sebeple olursa olsun yer almamak, buraya destek olmamak devletin, millî mutabakat/Türk-İslam cephesinin, geleneğinin ve bu çürümüş, kokuşmuş, zulüm üzere inşa edilmiş statükocu yapının -kısaca HDP'nin karşısında yer alan hemen herkesin- işlediği suça ortak olmak demektir.
Böyle giderse, devletin, kurt - hilal - yıldız işlemeli kocccaman gümüş yüzükleri, hepimizin yüzünü parçalayacak oradan içirilecek zehir hepimizi öldürecektir.
Berkin'in gidişine yandığımız, ciğerimizin parçalandığı, öfkemizle acımızla, üzüntümüz ve itirazımızla sokaklara, caddelere sığamadığımız 12 Mart Salı günü, yaşatılan devlet şiddetinden, kimden, nereden geldiği belli olmayan kurşunla gece vakti gencecik bir canın, Burak Can'ın öldürülmesinden ve böyle böyle kurulmaya çalışılan kirli ve kokuşmuş can pazarı oyunundan kurtulmanın yolu damarlara zerk edilen ırkçı - milliyetçi - muhafazakâr yapış yapış, çok tehlikeli karışımdan tez arınmaktır. Bu da ancak Türkiyelileşebilmekle mümkündür.
Dileğim, devletin, bir ucu seks görüntülerine uzanan dinleme/yolsuzluk kasetleriyle -gittikçe de pornografikleşen bir hâl alarak- çökmesi değil. Dileğim, devletin yüzyıllık katliamları, kıyımcı geleneğiyle; çocuk katili olması hakikatiyle, milliyetçiliği, ırkçılığı, islamcılığı, sünniliği, muhafazakârlığı, erkekliği ve elbette hırsızlığı, yolsuzluğuyla yüzleşerek kökten yıkılması ve Zabel Yesayan'ın dediği gibi "hepimiz(in) kana bulanmış ülkemizin gerçek resmini bilme"si ve "ona cesaretle ve dosdoğru bakabilme"sidir.
Nesneleştirildiğim, her tür özgür ve özerk birey olma hakkımın elimden alındığı, sözümün ve arzularımın kıymetsiz olduğu yerel/genel yönetimleri değil, tam tersini istiyorum.
Azınlığın, azınlıksal olanın yanında yer aldığım için, kadın olduğum için, neoliberal sistem her tür sosyal güvenlik hakkımı, kentimi, ağacımı, suyumu, sinemamı, kitapçımı, kahvemi, çay bahçemi, deniz kıyımı, yolumu, evimi elimden aldığı için; haber alma, bilgi alma, söz söyleme, sokağa çıkma, fır fırlı eteklerle dolanma özgürlüğümü kısıtladığı için; yasaklı ve bilinmeyen dilleri öğrenmek, halayın binbirinin coşkusuna katılmak için; kamusal alanlarda herkesle birlikte varolabilmek, inadımı, isyanımı, öfkemi gazsız, copsuz, gözaltısız yaşamak ve haykırmak istediğim için; anne olmayı, çocuk doğurmayı reddettiğim için; şehrin gecelerini ve sokaklarını, bedenimi dileğimce yaşamayı istediğim için; filmlerimin, kitaplarımın, oyunlarımın, resimlerimin, heykellerimin yasaklanmaması, sansürlenmemesi; yazarların, şairlerin, yönetmenlerin, yayıncıların cezalar almaması için; ibnelerin özgür olması, özgürce ibne diyebilmek için; transseksüel bir öğrencimin bunu özgürce dile getirmesi, transseksüel bir öğretmen arkadaşımın olması için; benim Kürt arkadaşlarım var, Ermeni de komşularımız vardı, Rum meyhaneleri de ne güzeldi diyenlerin hakikatle yüzleşmesi ve dillerini yeniden kurması için; Kürt çocuklara, okullarına defter kitap kıyafet yardımı yapan ve vicdanını rahatlatan zihniyetin kökten değişmesi için; Kürd'ün Kürt, Ermeni'nin Ermeni olduğunu söylemesi, herkesin istediği yerde istediği hayatı yaşayabilmesi için; anadilde eğitim için, anadilde aşk, özgürlük, aş için..
Çocukların öldürülmediği, annelerin çığlıkları, babaların vakur duruşları altında ezilmediğim bir ülke istediğim için.. Her güne bir acı bir yas bir öfke bir katliam haberiyle uyanmak, yüreği pır pır bir halde dolanmak istemediğim için her zaman yersiz yurtsuzluğu savunsam da bu sefer bir yerde HDK/HDP'deyim.
Acıların ve ağrıların dört bir yandan sökün ettiği, şiddet ve gerilimin tepe noktalarından aşağı inmediği, öfkemizin hiç dinmediği bu günlerde bir hayal ve umuttan başka ne'miz var yeryüzüne dayanabilmek için?
Ha, elbette edebiyatımız -Tezer'e selam- ve candaşlarımız. Hep birlikte yüzleşmeleri ve barışı inşa etmekten başka çaremiz var mı, bilmiyorum. Bu çekilmez, dayanılmaz, paramparça yeryüzüne dayanabilmek, her gün tedirginliğimiz daha derinleştirilse de ayakta kalabilmek; derinleştiren, varlığımızı fiziken ve ruhen linç edenlere karşı direnebilmek için baş etme araçlarımdan biri -de- bugünlerde hep beraber "evimiz dünya" demek! Ve elbette kimse kimseyle aynı cümleleri kurmak, aynı yerleri yurt edinmek, aynı araçlarla baş etmek zorunda değildir. Ancak, herkes bir diğerinin hayallerine, umuduna sahip çıkmalı, bunu engelleyenlerin karşısında yer almalıdır. İçimizde endişe kuşlarının uçurulmasına müsaade etmemelidir. Bu yüzden kimse HDP'nin siyaset yapmasını engellememelidir. Engelleyenler ve onlara karşı ses çıkarmayanlar devletin üçyüzlü yüzüğünü birbirlerine kırmızı kurdeleleri keserek taksınlar Türkçe kahramanlık şiirleri okudukları merasimlerde! Bizim çocuklarımız uçurtma uçursunlar betonların değil ağaçların göğünde.
Çünkü biz artık sıradan pazar günlerimize dönmek, aşk yaraları sebebine ağrılar çekmek istiyoruz.
Çünkü kuş(lar) ölmemelidir. Hele vakitsizce, hiç! (MK/HK)
[1] Furuğ Ferruhzad, "Kuş Ölümlüdür", Yeryüzü Ayetleri, Çev. Makbule Aras, Can Yay., 2008.
[2] Turgut Uyar, "Kıştan Kalan Soğukluk", Büyük Saat - Bütün Şiirleri, YKY, 2002.
[3] Furuğ Ferruhzad, "Kuş Ölümlüdür", Yeryüzü Ayetleri, Çev. Makbule Aras, Can Yay., 2008.
[4] Furuğ Ferruhzad, "Kuş Ölümlüdür", Yeryüzü Ayetleri, Çev. Makbule Aras, Can Yay., 2008.
* "Bize tek araç "söz" kaldı. Sözümüze de göz diktiler. Diyorlar ki "Devlete katil deme". Olur. Seri Katil." Arat Dink