Bu samimi bir yazı. Akademik ilgi alanları bir taraftan Türkiye'deki yabancı düşmanlığını da koşulsuz içeren milliyetçilikle, diğer taraftan Türkiye tarihiyle, dahası o Türkiye'nin hazin basın tarihiyle sınırlı bir Türkiyelinin sana söylemek istediklerinin kısa özeti.
Dün, meslektaşın Frederike Geerdink'in Diyarbakır'da evini basan polislerce gözaltına alındığını atlamış olamazsın. Beni sana seslenmeye iten de işte bu elim vaka.
Şu anda ne düşünüyorsun bilmiyorum; belki tedirginlik duyuyorsun, kızgınsın, kırgınsın. Birkaç nedeni olabilir bu hallerin: Sokakta "turist" olarak kazıklanmaktan, en azından kazıklama girişimlerinden bıktın belki. Kiralık bir evde yaşıyorsan benimkiyle aynı değerde bir eve benim verdiğim kiranın iki katını veriyorsun. Kiranı çalıştığın "kökü dışarıda" kurum ödüyorsa, onlar zaten alışık bu kiraları ödemeye, merak etme. Görevini yapmaya çalışırken çoğu zaman şüpheyle karşılaştın; soru sordun, tedirgin, kaçak cevaplar aldın. Yüzeysel bilgilerle yetinmek istemeyip de "meselelerimizin" derinlerine inmeye çalıştıysan eğer, ilk yapman gerekenin bizden birilerinin güvenini kazanmak, onun yardımını almak olduğunu çabuk öğrendin. Türkiyeli arkadaşlarında belki birkaç bira içerken sohbet ederken sağda solda masalarda duyduğun binlerce kelimeden bazılarını seçti kulakların kim bilir: "Gavur", "ajan", "dış güçler", "Türk'ün Türk'ten başka dostu yok"... Olabilir, ben duyuyorum zira.
Belki de epeyce mutlusun. Birkaç kaynağı olabilir mutluluğunun: Bir kere habere doyuyorsun. 24 saat durmadan çalışsan yine de yetişemezsin bizim gündemimize. Ya da belki mevcut iktidarla iyi ilişkiler kurmaya çalışan bir basın-yayın kuruluşunun temsilcisisin; iyi ağırlanıyorsun, o "tehlikeli" mevzulara pek girmiyorsun. İyi, en azından keyifli yaşıyorsun sanıyorum; hele de İstanbul'daysan.
Her ne ise haletiruhiyen, bu memleket hayatında önemli bir yer edinecek biliyorsun. Neden mi? Kısa kesip birkaç maddede sıralayayım:
1. "Hey dostum, biz burada yabancıları sevmeyiz"
Şu anda çalışıyor olduğun ülkenin politik ve kültürel kodlarında "yalnızlık" hissi çok yüksek bir yerde oturur. Eski bir hikâye. Osmanlı'nın son döneminde, önce Batı karşısında duyulan askeri, sınai ve iktisadi eziklik duygusunun, sonra da Osmanlı tebaası halkların birer birer devlete baş kaldırıp bağımsız ulus devletlere dönüşmesinde Batı devletlerinin önemli rollerinin, "yabancı sevmezlik"in bizdeki siyasi tohumlarını attığını söyleyebilirim. Birinci Dünya Savaşı hezimeti, ardından resmi tarihin, "bizi yok etmeye çalışan Batılı güçlere karşı" verildiğini yazdığı Kurtuluş Savaşı derken yeni Türkiye, Batı'ya öykünen, Batı'nın kurumlarına, geleneğine dayanmaya çalışan ancak Batı'ya rağmen bir kimlik oluşturmaya kararlı, paradoksal bir siyasi muhayyileyle dünyaya geldi. Aynı dönemde Doğu ise, karanlık, gerici, durağan, vahşi bir tümel kimlikle tanımlandı. Bir tür "Türk aydınlanması" peşindeki siyasi kadro, Türk milliyetçiliğini yabancı düşmanlığıyla bezeli kitlesel bir öğretiye dönüştürmeyi başardı. Aynı siyasi kadro, Batı karşısındaki eziklik duygusunu, Batı'yı reddederek değil ancak Batı kültürünün ve hatta Batı dillerinin kökeninin de Türk kültürü olduğunu çaresizce ispat etmeye çalışarak geçirdi. Hal böyleyken, ders kitapları "dört yanı düşmanla çevrili Türkiye" ve "dış güçlerin içerideki işbirlikçileri olan vatan hainleri" öyküleriyle doldu taştı. Biz böyle büyüdük, böyle büyüyoruz. Yakın zamanda Amerikan merkezli Pew Araştırma Şirketi'nin yaptığı kamuoyu araştırmasında göre, bugün artık kimseyi sevmiyoruz. ABD başta olmak üzere Çin de, Rusya da, Arap ülkeleri de, Avrupa Birliği üyesi ülkeler de nasibini alıyor hıncımızdan. Halkımız, hakkında Rio Karnavalı'ndan hallice bilgiye sahip olmadığı Brezilya'yı bile sevmiyor mesela. Nasıl, yelpazemizin genişliğini, çok renkliliğini beğendin mi?
2. Sen ilk değilsin, son da olmayacaksın!
Bu madde biraz uzun olacak, hazır ol.
Osmanlı'da gazeteye benzeyen ilk periyodik yayınları Fransızlar kendi dillerinde çıkarmaya başladılar. Devrimlerinin ruhunu tüm dünyaya -tamam, belki biraz yukarıdan bir tavırla ve devletlerinin doğrudan desteğiyle- anlatmaya çalışıyorlardı. "Gazete" ile ilk kez tanışan İstanbul'un Batısever insanları, Fransızca'yı bilmeyenleri bile ilgi gösterdi bu ilk gazetelere. Öyle ki söz konusu gazetelerin nüshalarının Türkçe'ye çevrilip elden ele dolaştığı rivayet edilir. Ama olmadı. Hem Fransız gazetecilerin jakoben bir tavırla Osmanlı gündemini es geçmeleri, hem de okur yazar oranının, bir de bu oran içinde Fransızca bilenlerin azlığı, bu ilk iki denemenin tohumlarını filizlenemeden kuruttu. Zaten kimse de meraklı değildi doğrusu. İzmir'de Fransız Alexandre Blacque'nin ise farklı bir düşüncesi vardı. Bir kere babasını ülkesinden kovan Fransız Devrimi'nden pek haz etmiyordu. Dahası İzmir, uluslararasılaşmayı belki İstanbul'dan bile daha iyi kotarmış bir ticaret merkezi olarak potansiyel barındırıyordu. Kentin Osmanlı tebaası olan Rum ve Musevi yerlileri eğitime, özellikle de Batı tarzı eğitime önem veriyordu. Yabancı dil bilenlerin sayısı epeyce fazlaydı. Kentte, Kapitülasyonlar sonrası Fransız nüfus artmış, ticaret yoğunluğu bilgi edinme ihtiyacını ortaya çıkarmıştı. Üstelik Blacque, Osmanlıların tabiriyle Blak Bey, ilk bakışta akıllıca gibi görünen bir pozisyon almış ve Batı devletleri karşısında Osmanlı'nın çıkarlarını sorgulayan bir yayın çizgisi izlemişti. Ama olmadı. 1827'de önce Hollanda Konsolosu'nun emriyle matbaasına el kondu. Kendinden sonrakilerin aksine bu ilk seferde Blak Bey ne yazık ki "kendi tarafı" olan Batı'nın darbesini yemişti. Yılmadı. İkinci çabası Courrier de Smyrne de bu kez kendi ülkesi Fransa'nın baskıları sonucu kapatıldı. Blak Bey çareyi İstanbul'a gelerek sarayın himayesine girmekte buldu.
19. yüzyılın sonlarına doğru basına duyulan resmi ve gayrıresmi ilgi, tedirginliğe, paranoyaya, düşmanlığa dönüşmeye başlamıştı bile. II. Abdülhamit'in basın sevmez siyaseti ülkedeki hürriyetçi Türkleri olduğu kadar heyecanla bir dönem Osmanlı'ya gelmiş olan, Batı'nın Osmanlı ilgisini haberleriyle karşılama gayretindeki yabancı gazetecileri de vurdu. Bu gazetecilerin birçoğu ülkeyi terk etti.
"Özgürlük yılları" sayılan 1908 sonrası kısa dönemde Osmanlı'ya akın eden yabancı gazetecilerin temel ilgi alanlarını da "özgürleşme" oluşturuyordu. Kadının toplumdaki rolüne, eğitim hamlelerine, gündelik hayatta daha çok görünür olan Batı tarzı yaşam tarzlarına yönelik haberler yapan bu gazeteciler, İttihat ve Terakki despotizminin kurumsallaşmaya başladığı yıllarda ortaya çıkan baskıyla ve Batı'ya karşı verilen savaşlarda alınan hezimetlerin kendilerine yansıması korkusuyla Osmanlı'yı geride bırakarak ülkelerine döndü. Bu dönemde resmi söylemde Batı düşmanlığı yerleşmeye başladı. Bizzat iktidarın organize ettiği Avrupa ülkelerine yönelik boykot çabaları, bayrak yakma eylemleri, dahası İttihat Terakki'ye muhalif Türk gazetecilerin sokak ortasında gündüz vakti öldürülmeleri, Osmanlı'nın artık yabancı gazeteciler de için pek de güvenli bir yer olmadığının kanıtıydı.
Cumhuriyet'in ilk yıllarında meslektaşların iyi karşılandı. Yeni Türkiye'nin "Batılı" vizyonunu yine Batı'ya anlatma derdindeki siyasi kadro, başta Mustafa Kemal olmak üzere ardı ardına yabancı gazetecilere demeçler veriyordu. Her ne kadar ülkenin psikolojisi henüz, kendilerine benzemek istediği ülkeler tarafından kısa bir zaman önce işgal edilmiş olmanın travmasının belirleyici izlerini taşıyor olsa da Batı'nın Türkiye'yi yeni kardeşi olarak içine alması en büyük özlemdi. Belki de bunun bir sonucu olarak dış basında ardı ardına Türkiye'yi güzelleyen haberler çıkıyor, yabancı basın mensupları en iyi şekilde ağırlanıyor, karşılanıyordu. Tabii aynı dönemde İstiklal Mahkemeleri'nin Türkiyeli gazetecileri ardı ardına sürgüne yollaması da kimi sütunlarda yer buluyordu.
Bu hep gerilimli hikâyenin sonraki bölümlerinde "güvensizlik" Türkiye, özellikle de devlet ile yabancı gazeteciler arasındaki ilişkinin temel tanımlayıcısı oldu. İktidarların 2. Dünya Savaşı sonrasında bir melodrama dönüşen ABD sevdası, bu kez de "komünist"leri kurban haline getirmiş, çok sayıda Türkiyeli sosyalist ve komünist gazetecinin yaşadığı baskı, başta SSCB ve Komünist Blok ülkeleri gazetecileri olmak üzere "komünist"liğinden şüphelenilen tüm yabancılara duyulan bir düşmanlığa dönüşmüştü.
50'li yıllarda Demokrat Parti döneminin çok önemli iki olayında da yabancı gazetecilerle yaşanan gerilimler yine merkezdeydi. Türkiye tarihinin en karanlık sayfalarından olan 6-7 Eylül 1955'te yaşanan İstanbul'un kadim Rum, Ermeni ve Musevi halklarına yönelik devlet destekli korkunç yağma, tecavüz, katliam günlerinde yağmacılarla fotoğraf çektirmekten geri durmayan polis, olayları izleyen neredeyse tüm yabancı basın mensuplarının ekipmanlarına el koymuş, görev yapmalarını engellemiş, şiddete maruz bırakmıştı. Cumhuriyetin azınlıkları Lozan'da bir madde olarak görmekten öteye gitmeyen ırkçı politikaları sayesinde gerek devlet gerekse toplumun büyük kesimi; evleri, iş yerleri, mezarlıkları, ibadethaneleri yıkılan, yağmalanan azınlıklar ile işlerini yapmaya çalışan yabancı gazetecileri zaten aynı kefeye koymuştu çoktan. Türkiye'nin gayrimüslim halklarına bugün bile "yabancı" dendiğini duyabilirsin sokakta. Anlaman gereken, bu ifadede epistemolojik olarak asıl nefret edilenin aslında o "yabancı" olduğudur.
Devam edelim: 58'de ülkesinin taze ve muhteris müttefiki Türkiye'yi ziyaret eden ABD'li ünlü gazeteci Eugene Pulliam'ın ABD gazetelerinde yayınlanan olumsuz Türkiye izlenimleri, iktidarı epeyce sinirlendirmiş olmalı ki işin acısı Pulliam'ın makalesinden parçaları çevirip gazetelerinde basan "bizim çocuklar"dan çıkarılmıştı. İki dergi kapatılmış üç gazeteci de hapse atılmıştı. "Yabancı gazeteci" Pulliam ise bir yandan iktidarın hedefindeyken diğer yandan kendisine açık bir mektup yazan Abdi İpekçi gibi kimi önemli gazeteciler için adeta basın özgürlüğünün simgesi haline gelmişti.
Günler, yıllar işte böyle geçti. Darbeler yaşadık. Bazılarınız çalışma koşullarının tamamen ortadan kalktığını düşünüp işi "yerli" gazetecilere bıraktı. Kiminiz ise örneğin 27 Mayıs'ın mağrur ve Batı'ya selam çakan generallerin fotoğraflarını cunta koridorlarında çekebilen tek gazeteci olmayı başardı.
Hikâyenin devamını bir sonraki maddede konuşalım.
3. Hem gazeteci hem "gavur"sun, ne bekliyordun?
80'lerde kapılarını sınırsız bir kapitalizme açma gayretine giren Türkiye'de demokrasiye yönelik politikalarda aynı heyecanı görmek pek mümkün olmadı. Darbe terörünün enkazını öncelikle ekonomide temizlemeyi tercih eden liberal iktidar, darbe anayasasının varlığında ve uygulanmasında bir beis görmedi. Ülke fırtına sonrası sessizlikte sanılıyorken, bunun aslında fırtına öncesi sessizlik olduğunu sonradan anladık.
80'li ve 90'lı yılların -ve tabii sonrasının- en önemli olayı, Doğu ve Güneydoğu'da patlak veren son Kürt isyanıydı. Bu dönemde milliyetçi hezeyan beklendiği üzere tavan yaptı. PKK meselesi içeride "dış güçlerin oyunu" olarak tanımlanırken ana akım medyada bolca söz bulan Kürtlere yönelik ırkçılık yabancı düşmanlığıyla birleşiyordu. 90'lı yıllardan hatırladığım iki örneği anlatmama izin ver:
Aliza Marcus, 1989'da Türkiye'ye geldi. Savaşın giderek şiddetini arttırdığı bir dönemde özellikle savaşla ilgili haberler yapmak niyetindeydi. 1994'te Reuters'ın İstanbul muhabiri olarak çalışmaya başladı. Özellikle, boşaltılan Kürt köyleri üzerine yaptığı cesur haberler, dönemin suspus yerli basınına alışık olan muktedirin şimşeklerini üzerine çekmeye yetti. Bana sorarsan kadın olmasının da bu resmi nefrette büyük payı vardı. 1995'de bugün yerini Özel Yetkili Mahkemeler'e bırakan, milyonlar için kâbusa dönüşmüş olan Devlet Güvenlik Mahkemesi'nde yargılandı. Beraat etti etmesine ancak basın kartı verilmeyerek kibar biçimde "sınır dışı" edildi. ABD'ye döndükten sonra "Kan ve İnanç: PKK ve Kürt Hareketi" başlıklı bir kitap yazdı. Doğrusu konuya dair bugüne kadar okuduğum en iyi kitaplardan biriydi bu. Üstelik o denli hakkaniyetliydi ki bana göre, PKK'nin iç sorunlarından, liderlik zaaflarından bahsetmekten de geri durmuyordu. Aramızda kalsın ama Türkiye devletinin, örneğin Öcalan'ın kişiliğine yönelik sert sayılabilecek ifadeler aktaran böyle bir gazeteciden kendi siyasi çıkarları için yararlanmayı nasıl olup da denemediğini düşünmüştüm kitabı okurken. Bir nevi siyasi "beceriksizlik" tabii...
Hatırladığım diğer örnek, Alman gazeteci Stefan Waldberg. Kasım 1992’de PKK kuryeliği yaptığı iddiasıyla Diyarbakır DGM tarafından tutuklanmıştı. Sonradan yaptığı açıklamalarda, bölgede tanık olduğu işkence ve katliamları anlatmaması için tutuklandığını defalarca söyledi. Asıl görmeni istediğim ise, Waldberg'le ilgili yazan Türkiye'nin "aydınlık" ve pek mühim bir gazetecisinin gösterdiği "devlet-gazeteci" ortaklığı. 1998'de, yani olaydan 6 yıl sonra, bir mahkemenin aktivist bir gazeteci olan ve suçu Nevruz kutlamalarına katılıp zafer işareti yapmak olarak belirlenen Dino Frisullo adlı İtalyalıyı serbest bırakmasına öfke kusan yazısında bu büyük gazeteci, Oktay Ekşi, Waldberg'i de hatırlıyor ve şöyle diyordu (parantez içleri bana ait):
"Beş yıl önce de Cumhurbaşkanı Demirel, PKK'ya kuryelik yaparken (böyle bir suçlamayı destekleyecek kanıta rastlanmamıştı) yakalanıp 5 yıl hapse mahkûm edilen Stefan Waldberg adında bir Alman'ı (bu vurgu tabii ki önemli), sözde hastalığı (bu vurgu da önemli) nedeniyle affedip ülkesine gönderince, Waldberg uçaktan iner inmez Türkiye'ye ve Türkler'e en ağır hakaretlerde bulunmuştu." (Böyle bir bilgiye de ulaşamadım).
Yani sevgili "yabancı basın mensubu", olur da başın derde girerse sakın ama sakın Türkiyeli meslektaşlarının bir ağızdan seni savunacağını falan düşünme. Aksine, yukarıdaki gibi birçok örnekte görebileceğin üzere, devletten daha devlet gazetecimiz çoktur hamdolsun.
4. Bu aralar işler kötü, unutma!
Lafı çok uzattım değil mi? Hadi aklımdaki daha bir sürü örneği atlayayım. Mesela, içimizdeki Batı sıkıntısının örneklerini görüp de bizi salt Batı karşıtı sanma diye anlatabileceklerimden yalnızca biri olan, yine devlet adına konuşmaktan büyük haz alan Ertuğrul Özkök'ün Suriyeli gazeteci Hüsnü Mahalli'ye yönelik "Bizim ona bir tavsiyemiz var. Türkiye’nin kıymetini bilsin. Burası onun pek alışık olmadığı cinsten demokratik bir ülke. Baksanıza, ülkesinin menfaatini ne kadar cüretle ve pervasızca savunabiliyor. Suriye Muhaberat’ı bu kadar misafirperver, bu kadar sevecen bir ev sahibi olabilir mi?" gibi tehditkâr imalarla dolu yazısına hiç girmeyeyim.
Madem konumuzun en sıcak yerinde mevcut iktidar duruyor, yine aklımda kalanlardan sana küçük bir demet hazırlamak istiyorum.
Aslında işler yolunda gidiyor gibi görünüyordu. Demokratikleşme paketi, Erdoğan ve Cemaat'in ortak Ergenekon ve Balyoz atakları, senin nezdinde Türkiye'nin sivil bir yönetime kavuşuyor olmasının göstergeleriydi belki. O aralar sürekli gidip geldiğim Avrupa ülkelerinde Türkiye imajının olumlu bir seyirde geliştiğini görüp de "hayırlısı" diye düşündüğümü hatırlıyorum.
Sonra tabii o malum günler geldi. Gezi'de iktidarın, sokaklardaki milyonları öteleyen, terörist ilan eden ifadelerine, en yetkili ağızdan o eski dost, "yabancı güçler" eklendi. Lakin bu kez sana duyulan öfke epeyce açıktan ifade ediliyordu. CNN ve BBC gibi büyük uluslararası haber kaynaklarının, Türkiye üzerine oynana küresel oyunun en büyük aktörlerinden olduğunun açıklanmasıyla, polisin ve hükümeti destekleyen "küresel oyun"u bozmaya yeminli yurttaşların açık hedefi haline geldin. Gezi boyunca birçok Türkiyeli meslektaşınla birlikte özellikle Batı kaynaklı organlar için çalışan meslektaşların da polis şiddetine maruz kaldı.
Olaylar sırasında gözaltına alınıp bırakılan ve hakkında 7 yıla kadar hapis cezası istenen İtalyan fotoğrafçı Mattia Cacciatori'nin ifadelerini hatırla: "Şaka mı bu, ben sadece fotoğraf çekiyordum!" Şaka değil Mattia, şaka değil...
Aslında bir iç politika aracısın biliyor muydun? Erdoğan'ın tüm o "yabancı gazeteci fırçalama" oyunlarının, yerli gururu okşamak, bizi sevmeyen yabancılara gününü gösterip "milletin adamı" olduğunu ispatlamak için sahneye konduğunu unutma. Cumhurbaşkanımız, "Sizi birileri özel olarak görevlendirmiş sanıyorum" diye başlıyor kimilerinizin sorularını yanıtlamaya. Lütfen kişisel alma; orada mesele sen değilsin zira. Orada Türkiye'deki seçmenine, "Dış güçlerin oyunlarını bozuyorum" mesajı vermek isteyen bir liderin çabası var.
Şubat 2014'te Today's Zaman yazarı Mahir Zeynalov, attığı twitlerde Erdoğan'a hakaret ettiği gerekçesiyle sınır dışı edildi. Paris merkezli RSF’in Avrupa Direktörü Johann Bihr'e göre, “Mahir Zeynalov örneği, Hükümet tarafından sürekli hedef gösterilen yabancı gazeteciler için bir gözdağı"ydı.
Siyasi paranoyanın en etkili sembollerinden, araçlarından biridir "ajan". Türkiye'de bir yabancı gazeteciysen yiyeceğin ilk yafta da büyük ihtimalle budur. Haziran 2014'te Erdoğan, partililere konuşurken Gezi'nin yıldönümü için İstanbul'da olan CNN muhabirini ajanlıkla suçladı mesela. "Dalkavuk" demeyi de ihmal etmedi.
Ekim ayında ise hükümetin polisi, Diyarbakır'da, Türkiye-Suriye sınırında yaşanan hareketliliği haberleştiren 3 Alman gazeteciyi gözaltına aldı. Björn Kietzmann, Chris Grodotzski ve Ruben Neugebauer, tabii ki ajanlıkla itham ediliyor, "provokasyon yapmak"la suçlanıyordu.
Son birkaç örnek daha: Bram Vermeulen, Hollandalı bir gazeteci. Yalnızca Türkiye ile ilgili değil; Yunanistan'dan Irak'a geniş bir coğrafyayla ilgili haberler yapıyor, belgeseller çekiyor. Ekim 2013'te verdiği bir röportajda, resmi olarak bir sorun olmamasına rağmen uzun bir süredir ülkeye giriş çıkışlarda kendisine sorun çıkarıldığını anlattı. Haziran'daki Gezi sürecinde de İstanbul'da bulunan Vermeulen, Gezi boyunca çok sayıda yabancı basın mensubunun gözaltına alınmasına, şiddete maruz kalmasına, sınır dışı edilmesine tanık olmuş. Ancak kendi durumunun, Gezi'den bile önce başladığını söylemiş ve eklemiş: "Şaşkınım". Ne tanıdık bir ifade... Vermeulen'in durumu BBC gibi büyük yayın kuruluşlarında haber olunca bu kez kendisine İçişleri Bakanlığı'ndan, "bir yanlış anlaşılma olmuş" temalı bir mesaj gelmiş ve anladığım kadarıyla sorun çözülmüş. Görüyorsun ya, sevmesek de çekiniyoruz yaptığınız haberlerden.
Geçenlerde Der Spiegel'in Türkiye muhabiri Hasnain Kazim, özellikle yabancı gazeteciler olarak zor şartlarda çalıştıklarını anlatırken, hükümetle ilgili konularda bilgiye doğrudan ulaşmalarının pek mümkün olmadığını kaydetti. Kazim yine de barış çubuğu uzatıyordu: “Oysa yapılan güzel şeyleri de yansıtmak isteriz. Örneğin Erdoğan’ın basın sözcüsü beni arayıp 'bizim bu konuda duruşumuz, görüşümüz şudur' dese memnun olacağım. Ama bunu yapmıyor, biz aradığımızda ‘hayır’ veya 'biz size maille göndeririz' diyor, ancak bir şey göndermiyor. Hükümetteki partiyle neredeyse hiç basın ilişkimiz yok.” Ama Kazim'in asıl vurucu ifadesi, Soma üzerine yaptığı bir haberden sonra Erdoğan'ın Köln'de kendisini hedef gösteren konuşmasından sonra 10 binin üzerinde (yanlış duymadın) ölüm tehdidi aldığına dair sözleriydi. Yıllarca Pakistan'da "Batı" merkezli bir yayın organı adına çalışmanın zorluklarını yaşamış olan gazeteci ekliyordu: "'Kafanı keseceğiz' diyorlar. Bu kadar tehdidi Taliban'dan bile almadım."
Ve son olarak, bu uzun yazıya vesile olan Frederike Geerdink'in gözaltına alınması. Diyarbakır'da yaşayan ve özellikle Kürt mücadelesi, kadın hareketi gibi devletin pek hoşlanmadığı konular üzerine yazılarıyla tanınan Geerdink'in gözaltına alınmasının, ya da resmi ifadeyle "ifade vermeye götürülmesi"nin Hollanda Dışişleri Bakanı Bert Koenders'in resmi ziyaret için Ankara’da bulunduğu sırada gerçekleşmesi beceriksizlik mi, bilinçli bir oyunun sergilenmesi mi bilemiyorum. Üstelik yine aynı saatlerde Cumhurbaşkanı Erdoğan, yaptığı konuşmada şunları söylüyordu: “İddia ile konuşuyorum. Ne Avrupa’sında ne diğer ülkelerinde, Türkiye’deki basın kadar özgür bir medya yoktur. Bunların hepsini gittik, gördük." Ne ülke ama!
Geerdink daha sonra -ve belki de şimdilik- serbest bırakıldı.
5. "Kendine dikkat et!"
Liste uzayabilirdi. Daha kısa da olabilirdi tabii. Sıktıysam mazur gör.
Ama itiraf et, sen ve meslektaşların bizi çoğunlukla kötü hatıralarla dolu sayfalarda andınız gazetelerinizde. Bu sizin suçunuz değildi tabii; bizim kaderimizdi. Ancak sizi pek sevmeyen bu ülke insanı, gazetelerinde, televizyonlarında "yabancı basın organları da olaya büyük ilgi gösterdi" haberlerini tuhaf bir zevk alarak izledi hep.
Neden mi? Türkiye'yi tanıdıysan bu coğrafyada aşkın öfke ve nefretle ne kadar ilişkili yaşandığını da öğrenmiş, belki çalıştığın yayın kuruluşuna erkeklerin "seviyordum, o yüzden öldürdüm" ifadeleri dolu şiddet haberleri geçmişsindir.
İşte sen de böyle bir öfke-öykünme-nefret etme-sevdalı olma hallerinin nesnelerinden birisin.
Kendine çok dikkat et. (MÇ/HK)