Kanadığım gün, annemle babamın yatak odasının penceresinden uzaklara bakmıştım. Annem su dolu bi bidon getirmiş, sarıl, demişti, sarıl ki kısa sürsün. Vaktinde o da sarılmış, anneannem öyle bilirmiş. Bi de tokat atarlarmış, ama annem bana tokat atmamıştı. Eve misafir teyzeler amcalar gelmişti, öğretmen. Yürürken bacaklarımı birbirinden ayırmıyordum. Nesi var, demişti Mürüvet teyze anneme? Kaş göz işareti yapmıştı, annem. Niye söylememiş de böyle anlatmıştı? Orkid marka pedler yeni çıkmıştı. Gecesi, gündüzü, kanatlısı, incesi, kalını yoğ idi henüz; hepsi kapkalındı. O ilk gün, annem beyaz patiska içine pamuk koymuş, değiştireceğim patiskaları da çamaşır çekmeceme dizmişti. Banyodaki çamaşır makinasının üzerinde niye durmuyorlardı ki? Allah allah!
Ertesi gün, Orkid almıştık. Sık değiştirmeliydim. Kimseye göstermemeliydim. Kızlara bile mi? Oha! Ayıptı! Pedleri çantamızdan kimseye fark ettirmediğimizi zannederek çıkarmayı belimize ya da kışsa kazağımızın kolundan içeri sokuşturmayı böylece öğrenmiştik. Her ay kanamak, ayıp sayılmasından daha fenaydı benim gibi tembeller için. Neyse, beden eğitimi derslerine girmeyecektim kanadığım zamanlarda. Güzeldi. İsmini sevmemiştim aybaşı, adet, regl... kanıyorduk işte. Saklayamamıştım da. Bi gün, biliyor musun biz her ay parça parça kanıyoruz demiştim çocuğun birine. Çok kızmıştı kız arkadaşlarım. Çocuk da midem bulandı, demişti. Salak mısın, demiştim. Duygu Asena okuyordum, ilk feminist konuşmamı yapmıştım.
Lisedeydik. Kızları bi sınıfta topladılar. Kanadığımız günün adını koydular, nerelerimizi erkeklerden saklayacağımızı söylediler -bu benim için nerelerimi yaşayıp seslerini, sözlerini dinleyeceğim anlamına geliyormuş meğer, sonra sonra anladım- kolumuzun altındaki tüyleri, kukumuzdaki -kuku da neydi? erkeklerinki çük, sik, penis ise; bizimki de amdı, vajinaydı işte...- tüylerimizi düzenli temizlememizi söylediler, ağdayla, oha -yine-, o incecik deriye, bi de sürekli! Yoksa çok kötü kokardık, kanadığımız günlerde ılık suyla yıkanmalıydık -bilmiyormuş hiçbiri, amcıklarımızı öyle sabunlu sularla yıkayınca ph dengesini bozuyor mantar olup kaşınıyormuşuz. annem de yıkanmaz demişti o zaman, ama onun deme sebebi başkaymış, sonra anladım. Mühim konular da vardı, kızlık zarı gibi, ama onları konuşmak için erkendi. Böyle söylemişti öğretmenler hepimizi istifledikleri beyaz ışıklı sopsoğuk sınıfta.
Oysa ben "Kırmızı bir kuştur soluğum"la başlayıp "Dört nala sevişmek lazım"la biten şiirler okuyup hepsine nanik yapmaya başlayalı çok olmuştu. Hem 4 yaşımdan itibaren babasıyla sokaklarda, parklarda, meyhanelerde, birahanelerde, öğretmenevlerinde çay, sigara, anason, kızartma kokularıyla Nasri, Celal, Afiş... amcalarla; uzun kırmızı tırnakları, sarı saçlarıyla Nilüfer; sakızı, ağzının kenarından eksik etmediği sigarası, şen kahkahalarıyla Mediha; kırmızı ruju, mor göz farlarını tuvalet masasının karşısına geçip süründüğüm inci kolyesini de boynuma doladığım Ersin; üzeri ponponlu beyaz topuklu terlikleriyle tıkır tıkır dolaştığım Naciye teyzelerle büyümüş, çocukluk arkadaşı pek olmayan bi çocuk idim. Öğretmenlerin anlattıklarının bende karşılığının olması kolay değildi. Hem okuldaki erkekleri de kızları da pek çekici bulmuyordum. Küçüklerdi, tipsizlerdi, bi şey bildikleri yoktu!
İflah olmayacağıma karar verdiğim zamanlardı. Fikret Kızılok, Ezginin Günlüğü dinleten; kurşun kalemle çize çize Salah Birsel okuyan, Edip Cansever'den, Cemal Süreya'dan, Orhan Veli'den şiirlerle dilimize ve de kalbimize taht kuran edebiyat öğretmenime âşıktım -belki hâlâ daha âşıkımdır-. Lise 2'deydim. Öncesinde dayım vardı. Ama o rakılara ve yaşamaklara doyamamış, saçlarımı tarayıp üzerine yattığı, beni omzunda hoplattığı günlere ben doyamadan bi gün turuncu bi renault 9 marka otomobille virajı alamayıp ağaca çarpmıştı beyni kanamış çok ama çok erken beni bırakmıştı. Babamsa kendisinden çarçabuk azâde olduğum ezelden ebed'e aşkımdı. O yüzden beni kimseler kesemezdi.
Okulun bitmsine bir sene kalmıştı. Beklesin biraz dinlensin, matematik çalışıp hukuk okusun, tam ona göre demişlerdi. Annem aman İstanbul'a gitmesin, daha küçük; ne okursa okusun, demişti. Yaş, 16. Bekleyemezdim. 4 yaşımda ilkokula başlamış hayatımda her şeyin çabuk çabuk olmasını sevmiştim. Tezcanlı ve heyecanlıydım. Bi de tutkulu. Babamı okula çağırıp böyle demişlerdi. Ah, demişti babam, ne gelirse başına bunlardan gelecek! Şimdi ne düşünüyor acaba, bi sorayım.
Beklemedim. Yine annemlerin yatak odasının penceresinden uzaklara bakmıştım. Bu sefer çok ağlamış, hadi gidelim, yoksa kalacağım demiştim. Gitmiştik. Hiç kolay değildi. Üniversiteyi de sevmemiştim. Edebiyat bunun neresindeydi? Oysa ben sadece edebiyat okumak istemiştim! Olsun, evim çok güzeldi. Bi başıma kalmaya başlamıştım. Mucize gibiydi. Çiçeklerim bile vardı. Biber dolması pişirilirken salça konuluyor muydu? Türklerden başka kimse yok muydu edebiyatta? Burada da mı erkekler çirkindi Tanrım!
Mucizevi Mandarin'i okumuş, Aslı Erdoğan'ı hayat kurtarıcı bellemiştim. Bedenin de kararın da benim olduğunu öğrenmiş, rahatlamıştım. Yaş, 17. Emma Goldman ya da Butler'la tanışmamış, "Cinselliğin Tarihi"ni okumamıştım, henüz! 16'ya gelene kadar taşra kentinin liselerinde Duygu Asena, Turan Dursun, Yaşar Kemal.. okuyup çatır çatır kafa tutmuştum devlet, öğretmen, arkadaş, baba, din... erkek'e! Tomris Uyar, Nezihe Meriç, Virgina Woolf, Syliva Plath, Sevgi Soysal, Nilgün Marmara, Tezer Özlü.. onları bilmediğim bir dönemimse hiç olmamış gibiydi. Elbette, ten yaşsız, cinsiyetsiz, kimliksiz, dinsiz, dilsizdi ve yaşanmalıydı. Dile ve tene bariyeler kurmamalıydı. Ben en çok edebiyattan ve hayattan öğrenmiştim. Anna Karanina'nın kırmızı çantasında ve Emma Bovary'nin eteğinin fırfırında gezip durmuştum yaş kaç olursa olsun. Babamla annemin güzel kabahatlerindendi; Nana'yı elimde görmüş, sevinmişlerdi sanki. Oysa yaş, 14'tü.
Ankesörlü telefonlar, zemin katlar, rutubetler, patatesli yumurtalar, salçalı makarnalar, biralar, şiirler, kitapçılar, konserler, film festivalleri, yetmeyen paralar, denkleştirmeler.. Solcu sevgililer, şairler, hafif ciksler.. Uf! (Buraları yazmak hiç kolay değil ey okuyucu! Velev ki orospuyuz demesi de kolay, yaşaması da; gel anlat bakalım! Şimdilik idare et, başka yazılara tufanlar!)
Şiir, roman, öykü, şair, yazı, dergi, erguvanlar, akşamsefaları, mitoloji, deniz, rakı, şarkı.. ve ten. Çok seviyordum hepsini. Muhtemel ki kanına, tenine Rumluk karışmış bir kömür kadınıyım. Böyle böyle çok güzel büyüdüm. Kürtleri tanıdım. Zonguldak'ta halı satıp, çok şahane çiğ köfte ve kısır yapanlar değil başka Kürtlerdi onlar. Nüfus cüzdanımda yazanlara varlıklarını armağan etmeleri beklenmiş, etmeyiz dediklerinde binbir işkenceden geçirilmişti babaları, abileri. Onlara da rahat huzur yoktu! Bana güvenmeleri hiç kolay değildi. Anlıyordum.
Fakat biz ne şımarık büyümüş çocuklardık tanrım! Evet, muz sadece yılbaşında alınır Levis 501, yeşil Converse için anne babanın ders ücretinin ödemesi bekler, arada tatillere giderdik! Bunlar lükslerimizdi! Utanmalı mıydım? Elbette hayır, öyleydi. Hakikatimdi. Ama bunlar önemsizdi. 90'lardı. Sussak iyi olacaktı, öyle diyordu arkadaşlarım. Leyla Zana kürsüden indirilmişti. Oysa ben ilk oyumu kullanmıştım. Okula girerken minibüsler durduruluyor, bazı arkadaşlarımızı bi daha göremiyorduk. Bu Zonguldaklı, solcudur diyordu askerler fakültenin kapısından girerken. Hep kusmak istemiş bunu ne söyleyebilmiş ne de yapabilmiştim sanki? Evim, okuldan çok uzaktı. Şehrin göbeğinde. Aile evini değil de evi(mi) sığınak, kovuk eylemeyi o günlerde öğrenmiştim. Olan bitenler, haberler fenaydı. Halklarla ve haklarla elbette derdim yoktu, ama kardeşlik tuhaftı! Neden akrabalıkla tanımlıyorduk ki eşitlik daha güzel değil miydi?
Okul biteyazmıştı. Master yapmayı düşünmez miydim? Olur, deneyebilirdim. Bi kadını çok sevmiştim. O da beni sevmişti. Ama elbette arabesk dinlemiyor Yeşilçam filmleriyle dalga geçiyorduk! Sonbaharda yaprakların üzerine yatıyor okuyor konuşuyor okuyor konuşuyorduk. Schubert dinliyor, şarap içiyorduk. Bolca kestanekebap yiyorduk. Şahane dans ediyorduk. Karda konyak içmek ne güzeldi atkestanesi ağaçlarının altında. Kıskanmak ne yıkıcıydı. Yaş, 19.
Bak, bu sınıfın, bunlar da öğrencilerin! Eyvah! Bildiğin ne varsa sıfırla, bakalım. Ancak böyle. Bi yandan yapısalcılık, göstergebilim, şiir, Türk edebiyatı, Fransız edebiyatı, İngilizce okumalar, öyküler, röportajlar, yazılar, sempozyumlar.. Of, bu dinmeyen tenlerin çıldırtıcılığı!
Ah, Pınar Selek canım. Kim bu güzel gülen kadın, demiş, donup kalmıştım. Devleti görmüştüm ben de. Apaçık. Pınar'la zihnimin, bedenimin, kalbimin dili zembreğinden boşalmış gibi akmaya başlamıştı. Belki de asıl o gün büyümüştüm.
Derken hayat... Yoksa bi gayya kuyusu muydu?
Neye bariyer kurulabilirdi ki? Hele bana! Çoktan yıkmamış mıydım hepsini? Bu ahlâk, bu devlet hiç durmayacak mıydı, soluk almayacak mıydık?
Lisedeki öğretmenler birer birer gözümün önünden geçiyordu. Bunlar bizim cinsel organlarımız, dokunmamalıyız demişlerdi ansiklopedileri açıp gösterdikleri resimlerin üzerinden. Ne çirkindi resimler; oysa ne güzeldi amlar, çükler! Korkmalıydık, biz kızlar bisiklete çok binmemeli, erkeklerle kapalı ortamlarda yalnız kalmamalıydık.
Hepsi çağdaş, modern, laik, Atatürk kadını olan öğretmenlerdi! Kıçımın kenarı! Atababa/akbaba ve kadınları, ten'e, kalbe, dile akılda, hayalde, hakikatte hapisaneler örmekte birleşiveriyorlardı işte. Yazılı yazısız yasaları, genel ahlâkları, buyrukları, emirleri, yasaklarıyla hepsi birbirine benziyordu. Çarşaftan çıkarıp döpiyese sokmuştu biri, öteki yine çarşafa girilsin istiyordu. Sutyenleri at, memelere özgürlük! demiyordu hiçbiri. Kadının bedeni kadının kararıdır ya da! Biri tek çocuk mutlaka yapmalı, aile kurmalı, kariyer de yapmalı diyordu; öbürü doğurdukça doğursun, allah rızkını verir, elbette evinin hanımı olacak!
Biri için bayan, öbürü için hanım idik; hiçbiri için kadın değildik.
Pışık!
36 yaşım bitecek. Az kaldı. 16'ımdan sonra annemle babamın yatak odasının penceresinden bakmayı bıraktım. O gitmem, hayallerimden hakikate gitmekmiş. İyi ki kalmamışım. Çok geçmeden anladım. Çocukluğumun cümle teyze ve amcaları, anason kokulu meyhaneleri, Küçük Kara Balık'ları, Martılar Ada'sı... Ben hiç yaşamadım ki sivilcelerim bile yeni çıkıyor yahu dediğim ergenliğim, kim olursa olsun bi gün beni mutlaka kesmeyecek ya da ya kezmezse dedirten sevmelerim, Duygu Asena'yla başlayıp bedenlerle devam eden yolculuğum, lisede feminizm tartışmaları yaparak çıldırttığım erkekler, Anna ve Emma'nın hayallerini hayallerim bilmem, şiirlere gömülü günlerim, öykülere vurgunluğum, Goldman'la, Butler'la kendimden geçip iyiden iyiye çıldırmalarım, Leyla Zana'ya o ilk hayranlığım, Pınar Selek'in gülüşünü nakşettiğim hafızam... Ne baba ne sevgili ne koca ne patron ne müdür ne devlet, din tanır, bilirim!
Velev ki orospuyum, buradayım, korkmuyorum!
Ağaçlarının ucunda çanlar çalan iflah olmaz bir kadından, kadınlardan siz korkun! Sanmayın çok azız, birimiz çanımızı çaldığımızda ötegeçelerden ses verenlerimiz elbet olacaktır! (MK/ÇT)