Psikolojik gerilim, sinemamızda sıklıkla göremediğimiz, görsek de başarılı sonuçlarına nadiren şahit olabildiğimiz bir tür. Taylan Biraderler’in Küçük Kıyamet’ini ve Emin Alper’in Abluka’sını, yakın zamanda sinemamızdan bu türde çıkan en iyi örneklerden sayabiliriz. Sinema yazarı ve tv programcısı Ceylan Özgün Özçelik’in ilk uzun metrajı olan Kaygı, sinemamızdaki bu boşluğu layıkıyla doldurmayı başarıyor. Politik eleştiriye de odaklanan film, devamlı kanasa da kapanmış muamelesi yapılan yaralarımıza ‘unutmadım, unutturmayacağım’ notunu düşüyor.
Ucuz sosyal kahramanlıklar ve katledilen kent dokusu
Özçelik filmde eleştirilerini hayati anabaşlıklar altında topluyor. Filmin hemen başında başkahraman Hasret ile birlikte bir arkadaş grubunun sosyal medya muhabbetine şahit oluyoruz. Sosyal medyada birkaç kelam ederek kendini kahraman ya da gündem tanrısı olarak görenlerin genel tavrını, ‘rahatımı bozmayın’ olarak okuyor film. Sosyal medyadaki protestosuyla günahını ve sırasını savdığını düşünenleri resmederek, belli ki Emek, Gezi ve nice protestoya katılmaktan imtina edenleri eleştiriyor Özçelik. Filmin bir diğer teması kentsel dönüşüm. Tarih adına muhafaza edilecek bir yapı bırakılmaması, her köşe başının tek tip, kişiliksiz yapılarla örülmesi, gördüğümüz ya da yaşadığımız eski bir binayı birkaç yıl içinde muhtemelen bir daha göremeyecek oluşumuz, filmde kaotik bir atmosferle anlatılıyor. Bilinçli bireyler için şehir, hapis düştüğü bir ruhsuzluğa dönüşüyor. Özçelik'in mekan kullanımının, bu duyguyu aktarmakta hayli başarılı olduğunu belirtmek gerek. Çoğunlukla yakın planlarda izlediğimiz Hasret’i, yıkımlarla geçmişinden koparılan İstanbul sokaklarında dolaşırken genel planlarda görüyoruz. Ama o genel planlar da en az yakın planlar kadar boğucu bir etkiye sahip. Seyirci de o kaotik atmosferde Hasret’le birlikte hem kişisel hem İstanbul merkezli hem de ülke boyutunda nefes almaya çabalıyor.
Tek algı oluşturma merkezinde tek başına bir kız
Filmin başkahramanı Hasret, Tek TV'de çalışan bir kurgucu. Asıl işi belgesel kurgulamak iken bir emir ile kendini haber masasında buluyor. Tek algı yaratma merkezinde, inanmadığı ve gerçek olmadığını bildiği haberleri oluşturmak zorunda kalıyor. Tıpkı Gezi gibi birçok olayda, gerçek ile yaratılmaya çalışılan kurmaca arasındaki boşluğa denk geliyor, bocalıyor, itiraz ediyor, haklıyken saçmalıyormuş muamelesi görüyor. Ve aklımıza hapisteki gazetecileri ve ekmek parası için saçma sapan işlerde çalışmak zorunda kalan muhalif medya emekçileri getiriyor.
Burada oyuncular için bir parantez açmak gerekiyor. Hasret’i canlandıran Algı Eke, komedi kökenli bir oyuncu olduğunu bu filmdeki performansıyla büyük ölçüde unutturuyor. Ancak özellikle haber kurgulama sahnelerinde yine de o komedi damarını hissettiriyor; farklılaştırmadığı, o alışılmış ses tonuyla buna zemin hazırlıyor. Özgür Çevik ise karakterinin olaylara bakışındaki mesafeyi, oyunculuğunda birebir yansıtıyor.
Sönmeyen yangının külleri
Tarihimizin başlıca kara lekelerinden Sivas Katliamı'nı beyazperdede ne kadar görebildik? Soner Yalçın’ın yönetmenliğini, Fazıl Say’ın müziklerini yaptığı Menekşe’den Önce belgeseli ilk aklımıza gelen. 2012'de 49. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde gösterilen yapım, tüm izleyenleri insanlığından utandırmıştı. 2015'de vizyona giren Madımak: Carina'nın Günlüğü ise en olumlu yorumla ‘iyi niyetli’; hayatını kaybedenlerin ailelerinin yorumuyla ‘yeterli duyarlılık ve özen gösterilmeden çekilmiş’ bir filmdi. Kaygı ise 'sömürmeden ve eleştirelliğini kaybetmeden bu katliam, belgesel dışında nasıl güçlü anlatılabilir'in filmi.
Ceylan Özçelik'in filminde Sivas Katliamı, yukarıda anlattığımız eleştirilerin çekirdeğini oluşturuyor. Sosyal medyada halk kahramanlığına soyunanlar Sivas'ı unutturmamak ya da yeni bir Sivas'ın yaşamasını engellemek için ne yapıyor? Madımak Oteli'ni kebapçıya dönüştüren zihniyet, neyi muhafaza etmek, neyi unutturmak istiyor? Tek sesliliğin içinde ve tek haber çıkışlı medyada gerçek ile kurmacayla nasıl oynanıyor? Bütün bu sorunların cevapları o katliamda, katliama göz yumanlarda, Aziz Nesin'i itfaiye merdiveninden atanlarda, o kışkırttı-bu tahrik oldu savunucularında, göz önünde ama yokmuş gibi yaşayan/yaşatılan sanıklarda, her şeyi unutup yaşamına kolayca devam edebilenlerde tıkanıp kalıyor.
Kaygı aynı zamanda hem tümevarım hem de tümdengelimin filmi. Hasret'in kişisel hafızası, toplumun kolektif hafızası ile bütünleşiyor. Bireyin hatırlayamaması ve toplumun gündeminin sürekli kurgulanması, tedavisi zor bir yara açıyor. Ve bu toprakların en büyük utançlarından biri olan katliam, bugünü ve yarını anlamak için bir delil görevi görüyor.
Geçmişe dair, güncel ve post-apokaliptik
Atmosfer olarak katliamın vuku bulduğu 90’ları anımsatmakla birlikte post-apokaliptik bir etkisi de var Kaygı’nın. Stil olaraksa daha çok 80’lerin gerilim türünü anımsatıyor. Polanski’nin The Tenant’ını yad eden Kaygı, yazının başında sözünü ettiğimiz iki filmin de etkisini barındırıyor bünyesinde. Küçük Kıyamet'in aslını keşfetmeye güdülü kişisel travması, Abluka'nın politik taşlaması ile birleşiyor. Tabi bu noktada şu soru da ortaya çıkıyor: Taylan Biraderler, Küçük Kıyamet ile ruhani bir bütünlük taşıyan bu filmi, başkanı oldukları jüride neden ödüllendirmedi? Farklı bir kafa yapısı olduğunu bildiğimiz Onur Ünlü’nün başkanlığındaki jüriden onun sineması ile akraba sayılamayacak bu filme nasıl ödül (En İyi Sanat Yönetmeni ve Jüri Özel Ödülü) çıktı? Tartışmaya açık bu sorular, önümüzdeki festivallerde de devam edecek mi, göreceğiz.
Sözün özü Kaygı, 16 Nisan referandumunda hayır diyenlerin gerekçelerini, itirazlarını, endişelerini anlatıyor bir bakıma. Yıllar sonra geriye dönülüp bakıldığında zamanımızı, unutturulmaya çalışılanları ve unutulmayanları anlamak için bir belge niteliği taşıyacak bu film. Umarız tüm yaşananlar ve anlatılanlar, geleceğin demokratik Türkiye'sinde bu filmi izleyenlere tekerrürden ibaret değil, gerçek olamayacak kadar kurmaca gelir... (MI/EA)