İstanbul Film Festivali, senenin sinema festivali sezonunu açtığı için bir nevi öncü konumuna sahip. Belediyeden bağımsız düzenlenmesiyle diğer majör festivallerimizden de farklı bir yerde duruyor.
Festivalde izlediğimiz yerli filmler başka festivallerin ulusal yarışmalarında, yabancı yapımlar ise sene boyunca vizyonda izleyiciyle buluşuyor genelde.
Bu yıl da 5-17 Nisan tarihleri arasında 170’i aşkın film gösterildi.
Festival belediyeden bağımsız olsa da film maratonu heyecanını dolu dizgin yaşayabildik mi bu sene, tartışılır. Zira seçime ve mazbataya kilitlendiğimiz döneme denk geldi festival.
Dolayısıyla hayat mı sanata çelme takıyor, sanat mı bizi kendimize getiriyor, her şey birbirine karıştı sanki.
Her şeye rağmen bir yandan haberleri anı anına takip ederken bir yandan da cep telefonlarını kapatıp filmlere odaklanmayı başardık galiba.
Kubrick ve yabancı seçki
38. İstanbul Film Festivali’nin harikası “Başyapıt Fabrikası: Kubrick” bölümüydü.
Stanley Kubrick’i, ölümünün 20. yılında bu özel bölümle anan festival, Kubrick’in tüm uzun metraj filmografisini (13 yapım) seyirciyle buluşturdu.
Full Metal Jacket ve Eyes Wide Shut, nispeten daha yakın tarihli filmlerdi ama 2001: A Space Odyssey, Barry Lyndon ya da The Shining’i büyük perdede görebilmek, sinemaseverler için unutulmaz bir anı oldu.
Yabancı seçkiye gelirsek…
Ali Abbasi imzalı Sınır/Border, seçkinin en orijinal yapımıydı. İskandinav mitolojisinden beslenen yapım; ötekileştirmeye ve asimilasyona dair tuhaf ama etkileyici bir masalla baş başa bıraktı seyirciyi.
Nora Fingscheidt'in yönettiği Alman yapımı Oyunbozan/System Crasher da hem müthiş bir çocuk oyuncu performansı sundu hem de “arıza” diye etiketlenen çocuklar için neyin iyi olduğu konusunda tek doğru ve tek yöntem olmadığını gösterdi.
Bir başka çocuk odaklı film ise Amanda idi. Bu Fransız yapımı, 2016 yapımı Manchester by the Sea ile organik bağa sahipti. Yas sürecini sükunetle ele almıştı ve trajediyi bir bakışta, bir iç çekişte hissettirmeyi fazlasıyla başardı.
Türleri harmanlamayı ve onları değiştirmeyi seven Craig Zahler’in yeni filmi Adaletsiz/Dragged Across Concrete de programdaki dikkat çekici yapımlardandı. Kara film, suç filmi ve sömürü sinemasını birleştirip bireysel ve toplumsal adaletin ne olduğunu sorguluyordu.
Shakespeare oyuncusu Kenneth Branagh’ın Hepsi Gerçek/All Is True adlı filmi de özellikle sanatçının hayranları için verimli bir çalışmaydı. Branagh, Shakespeare’i canlandırırken onun bir aile babası olarak zaaflarının ve vicdan muhasebesinin altını çizmeyi hedeflemişti. Tarzı, hıza alışkın yeni nesil seyirci için demode gelse de amacını gerçekleştirmede başarılıydı.
Bu arada, We Need to Talk About Kevin ve You Were Never Really Here ile ülkemizde hatırı sayılır bir hayran kitlesi olan yönetmen Lynne Ramsay’ın, Uluslararası Yarışma Jüri Başkanı olarak İstanbul’a gelmesi de hatırlarda yerini aldı.
Ulusal Yarışma ve ödülleri
Bu yıl ulusal yarışmada dokuz yapım yer aldı. Geçen senelere nazaran sayının 10’un altında tutulması ve listedeki dört yapımın (Kardeşler, Güvercin Hırsızları, Yuva ve İçerdekiler) Adana Film Festivali’nde prömiyer yapmış olması sonucu beş yeni yapım izledik yarışmada.
Aslında yarışma filmleri ilk açıklandığında Emin Alper imzalı Kız Kardeşler’in favori olacağı aşağı yukarı tahmin ediliyordu. Berlin’de gösterilen ve çok iyi eleştiriler alan yapım, yarışa birkaç adım önde başlamıştı. İzleyince de gördük ki doğru düzgün kadın hikayesi çıkaramayan sinemamıza birbirinden farklı ve derinlikli karakterler vardı Kız Kardeşler’de. Sınıf ayrımını, zamansız mekansız ekonomik sıkıntıları, kadınların her şeye karşın hayata tutunma savaşını ustaca bir araya getirmişti Emin Alper. Dolayısıyla anadallarda En İyi Film, Yönetmen ve Kadın Oyuncu (Cemre Ebüzziya, Ece Yüksel, Helin Kandemir arasında paylaştırıldı) ödüllerini kazanması kimse için sürpriz olmadı.
Serhat Karaaslan’ın Görülmüştür’ü de bir ilk film olarak özgün bir karaktere ve hikayeye sahipti. Çok önemli cümleler söylemek isterken sözcükleri yetmemişçesine zayıf bir finale bağlanan yapım, elindeki avantajı tam kullanamasa da ilk film ödül için kuvvetli bir adaydı. Görülmüştür, En İyi Senaryo (Serhat Karaaslan) ve Kurgu (Ali Aga) ödüllerini kazandı ama Seyfi Teoman En İyi İlk Film Ödülü, Nebula’ya gitti.
Nebula, insan-doğa ilişkisine üzerine farklı bir denemeye soyunmuştu. Mizahi finali dışında büyük bir parıltısı olduğunu söylemek güçtü. Ancak son dönemde ulusal yarışmalardaki tercihlere bakılırsa, farklı denemelerin ve yeni arayışların, klasik anlatıya tercih edildiği görülmekte. Farklı bir şey deniyor olmak, derdini derli toplu anlatmanın önüne geçiyor. Bunun sinemamıza fayda mı zarar mı getireceğini ilerleyen zaman içinde göreceğiz.
Ali Vatansever’in ikinci yönetmenliği olan Saf, mültecilerin de yoksullarımızın da kendini kayıt dışı hissettiğini vurgulayan, bunun çözümünün ise bireysel kurtuluşta ya da başkasının ayağını kaydırmada değil, birlik ve dayanışma için gözünü açmakta olduğunu vurgulayan güçlü bir senaryoya sahipti. Festivalden hiç ödül alamadan döndü. Filmin son jeneriğinde görüldüğü üzere senaryo danışmanlarından birinin Ümit Ünal olması, Ünal’ın da aynı zamanda ulusal yarışmanın jüri başkanı olması (kayırma şüphesini ortadan kaldırmak adına) bu sonuçta ne kadar etkili oldu, bilinmez.
Ulusal Yarışma’nın hakkı yenen yapım oldu mu, sorunun cevabı ise Aden. 2011’in Altın Portakal ödüllü filmi Güzel Günler Göreceğiz’deki boksör rolüyle sinemaya başlayan Barış Atay, 2015’te ilk yönetmenlik denemesiyle 2015’te yine İstanbul Film Festivali’nde yarışmıştı. O zamandan bu zamana vizyonunu genişlettiğinin, sinema adına söyleyeceği daha çok sözü olduğunun altını çizdi Atay Aden’de. Sinemamızda görmeye alışık olmadığımız şekilde western ve postapokaliptik evreni, günümüz sosyo-politik ve ekonomik gerçekliğiyle ve kapalı alan gerilimiyle harmanladı. Sadece Mansiyon ödülüyle geçiştirilen filmin diğer ulusal yarışmalarda yolu daha açık olur umarım. (MI/EKN)