İşçi sınıfının 127 yıl önce Chicago’daki başkaldırısı 1 Mayıs'ı yarattı. Bir asırdan fazla zaman geçmesine rağmen başkaldırı gerekçesinin ortadan kalktığını söylemek maalesef mümkün değil.
Avrupa’yı kısmen dışarıda tutarsak dünyanın her yerinde günlük çalışma süresi sekiz saatten fazladır. Güvencesiz ve sigortasız çalışma giderek yaygınlaştırılmaktadır. Küresel şirketlerin rekabetlerinde en etkili maliyet ucuz emek olarak belirlenmiştir. Sermaye, ya ucuz emek sunan ülkelerde üretimine devam ediyor ya da göçmen işçilerle ucuz emeği kendi ayağına getiriyor.
İşsizlik ve kayıt dışı iktisadın süreklilik kazanması, ucuz emek piyasasının oluşmasına ortam hazırlıyor. İş bulabilenler sömürülme ‘’şansını’’ elde edebilmiş oluyor.
Emperyalist devletler sermaye hareketlerinin yol haritasını yeniden çizerken, piyasa denetim mekanizmalarını sermayenin ihtiyaçlarına uygun olarak şekillendiriyor, egemenlik alanlarını da, küresel şirketlerin insafına bırakıyor. Böylece uyguladıkları neo-liberal politikaların yarattığı tahribatlar acımasız bir şekilde devreye giriyor.
Türkiye yeniden kurulurken emperyalist-kapitalist sistemin programının kapsama alanı içerisinde şekillendiriliyor. Küresel düzeyde yürütülen bu programın en önemli iki mekanizması devrededir. Birincisi küresel şirketlerin programına uygun yerel hükümetlerin yaratılması, ikincisi de uyum göstermeyen ülkelere daha militer yapılanmalarla müdahale ederek uyumlu hale getirilmesi.
Türkiye’deki mevcut siyasi iktidarın, gücünü küresel düzeyde yürütülen programa gösterdiği uyumdan almakta olduğunu bir kez daha hatırlatmaya sanırım gerek yok.
Kısaca özetlemeye çalıştığımız gelişmelerin ortaya çıkardığı sonuçlar ise muhaliflerde fazlaca kafa karışıklığına neden oluyor. Eski rejimin karanlık ilişkilerinde kullanılmış yapılar tasfiye edilirken, siyasi iktidar ‘’değişim ve demokrasi’’ vurgusunu öne çıkartıyor. Muhaliflerin bir kısmı nötr kalırken önemli bir kısmı ise nerdeyse bu yapılarla birleşerek eski rejimin bekçiliğine soyunmuş durumda. Bu durum AKP’nin elini güçlendiriyor. Geçmişte soldan doğru muhalif olanların önemli bir bölümü milliyetçi–ulusalcı bir blokta saflaşıyor. Muhalif sendikalar da, siyasal süreçten etkilenerek tutumlarını belirliyor. Sarı sendikalar ise iktidarın güdümünde olduğu için onların yeni duruma uyum göstermesinde sorun gözükmüyor.
Yeni Türkiye için emekçilerin de sözü olmalı
1 Mayıs’a giderken küresel düzeyde ortaya çıkan sorunların, Türkiye’yi etkilemesinin dışında bölgesel ve yerel düzeydeki siyasal gelişmeler de ayrıca gündemimizi hareketli kılıyor. Üç-dört ay önce Suriye’de Esad’ın devrilmesini bekleyen Türkiye, kendisi gibi küresel şirketlere uyum gösteren bir komşu beklentisi içerisindeyken, şimdi bu hesaplar ileri bir tarihe ertelemiş gözüküyor.
Suriye’de Kürtlerin kazandığı yeni politik durum, Türkiye’deki Kürtleri de olumlu etkiledi. Siyasi iktidar da Kürt sorununda ani bir atak yaparak sorunun çatışmalarla çözülemeyeceğine karar verdi. Kürt sorununun çözümünde gel-gitler yaşayan siyasi iktidar, Oslo ve Habur’dan sonra bu konuda kaybettiği güveni yeniden tazelemek istiyor. Sonuç olarak üç dört aydır çatışma olmuyor, insanlarımız ölmüyor ve müzakereler gerçekleşiyor. Devlet geleneği olarak isyancılarla hiç pazarlık etmemiş olanlar önemli görüşmeleri artık aleni yapıyorlar. 2013 Newroz’u barışı destekleyen milyonları bir araya getirirken, Öcalan’ı itibarsızlaştırmaya çalışanlar kaybediyor. Müzakerenin mektubu toplumsal desteğe dönüşüyor.
Bu baş döndürücü gelişmeler siyasi iktidarın muhaliflerini bir kez daha darmadağın ediyor. Bu şekilde oluşan saflaşma ve ayrışmalar daha da derin dip dalgalara dönüşeceğe benziyor. Yıllardır Emek-Demokrasi ve Barış mitingleri düzenleyen sendikalar, barış sürecinde sessizliğe bürünürken, bildirilerinde Kürt sözcüğü geçmesine tahammül edemeyen bazı sendika başkanları da akil insanların içinde hiç itirazsız yer alıyor.
Türkiye işçi sınıfı 1 Mayıs’a giderken dünyadaki ve Türkiye’deki gelişmeleri bir bütünsellik içerisinde değerlendirmek durumunda. İrtifa kaybeden sosyalist hareket uzun süredir alternatif bir sosyalizmi tarif edememenin sancısını çekerken işçi sınıfını ideolojik olarak etkileyemiyor. Sosyalistler yoksullardan uzaklaşarak entelektüeller arasında sıkışmış tartışmalarla durumu idare etmeye çalışıyor. Uzun zaman alması beklenen bu sancılı sürçte bize düşen, adalet-eşitlik-özgürlük taleplerini toplumsallaştırıyor Bu talepler bugün demokratikleşmenin önünü açarken, gelecekte 21.yüzyıl sosyalizminin doğmasına zemin olabilecek koşulların da yaratılmasını kolaylaştıracaktır.
Bilmemiz gerekiyor ki küresel şirketlerin ve yerli hükümetlerinin “Yeni Türkiye”sinde eski Türkiye’de hiçbir zaman olmayan adalet, eşitlik, özgürlük yine olmayacaktır. Bu nedenle küresel şirketlerin programına karşı çıkarken “emperyalizme karşı” olmak adına eski rejimleri daha ilerici göstererek adalet eşitlik özgürlük savunulamaz. Arada derede geçiştirerek siyaset yapmak ise geleceğe dair sınıflar mücadelesinden çekilmek anlamına gelir.
1 Mayıs’ı kutlamaya hazırlanan demokratlar, devrimciler, sosyalistler, emekçiler, sendikalar yani toplamında bütün demokrasi güçleri olarak ayağımızı sağlam bir zemine basabilirsek ayağa kalkabiliriz.
Bizim dışımızda kurulan bir Türkiye istemiyorsak, yeni Anayasa tartışmalarında taraf olmak zorundayız. Eski rejimin kurucu iradesini yansıtan ve değiştirilmesi teklif bile edilemeyen maddelerin değiştirilmesini hatta tamamen kaldırılması talebimizi ilan etmeliyiz. Türkiye’yi iç savaşın eşiğine getiren ayrımcılık ve Türk kimliğini üstün gören ırkçılığın barışın önünde engel olduğunu bilmeliyiz. Bilmemiz gereken bir durum da, bu tartışmanın esas olarak eski rejimin silahşorlarıyla demokrasi güçleri arasında geçtiğidir. Küresel güçler açısından çok ta mühim bir tartışma değildir. AKP ise milliyetçi unsurları küstürmek istemiyor.
Emekçiler Kürtlerin yanında yer almalı
Kendini sol olarak adlandıran bazı çevrelerin şimdiye kadar gündemde tutmaya çalıştıkları kimlik mücadelesinin sınıf mücadelesini gölgede bıraktığı tezi, bugün artık farklı bir soruyla karşı karşıya. Bu iddia sahiplerinin bugün hangi sınıfın arkasına gizlenerek Türk kimliğinin kapsayıcılığını savunacakları sorusu merak konusudur. Bugün, Kürtlerin haklı talepleri karşısında sorulan “Sınıf mücadelesi mi? Kimlik mücadelesi mi?” sorusunun hangi niyetleri ifade ettiği artık daha açık anlaşılıyor.
Bir asırdan fazla zaman öncesinde, Luizvil’de (Kentaki) binlerce siyah ve beyaz işçi, omuz omuza yürüdü. Siyahların girmesi yasak olan parklara girdiler. Yüz yıl önce ABD’de siyahlarla omuz omuza yürüyerek yasak parklara girmeyi onlarla dayanışmanın bir gereği olarak gören sınıf bilincinin bugün Türkiye’de yapması gereken en onurlu şey Kürtlerle birlikte barışa omuz vermek olacaktır.
Emekçilerin ayrımcılığa karşı tutum almalarının yarattığı bu duyguyu hissetme hangi sınıf bilincinin üzerini örter ki?
Aynı şekilde bugün Kürtlerin dilini, kültürünü asimile ettirmemek için direnmeleri, anadillerinde eğitim yapma hakkını savunmaları, hangi Türk‘ün insani hakkını gasp eder ki?
Yeni bir Türkiye kurulurken işçi sınıfı ve demokrasi güçleri (artık burjuvazi için de anlamını kaybeden) eski rejimin resmi tarihiyle yüzleşmeye hazır olduklarını ifade edebilecekler mi?
24 Nisan Ermeniler için soy kırımını ifade ederken bizim için hiçbir şey ifade etmeyecek mi?
Oğlu, gözleri önünde asılan Seyit Rıza’nın katlinin hangi tarihsel sürecin sonucu olduğunu bilmeye hakkımız yok mu?
6-7 Eylül olaylarının tertipçilerini öğrenmek ve bu iğrenç günün sorumluğunu üstlenen devletin özür dilemesi gerekmiyor mu?
Yakın tarihimizde 12 Eylül darbesini hazırlayanların tertiplediği Maraş katliamının, 1 Mayıs 1977 katliamının arka planı hala kozmik odalarda saklı mı tutulacak?
AKP hükümetinin en zayıf halkası olmaya devam eden Roboski katliamının arşive kaldırmaya hazırlandığı bir süreci unutarak yeni Türkiye kurulamaz.
Türkiye işçi sınıfı ve demokrasi güçlerinin iki taraflı müzakerelerle başlayan barış sürecinde taraflardan biri olan siyasi iktidarın tutarsızlıklarını bahane ederek barışa karşı çıkması ya da barışın yanında durmaması, ancak savaş isteyenlerin elini güçlendirir. Bilmeliyiz ki barış masası kolay kurulmadı, bu uğurda çok ağır bedeller ödendi. Bu bedelleri elimizin tersiyle bir kenara itmeye hakkımız yok.
1 Mayıs’ta işçi sınıfı ve demokrasi güçlerinin yeri, mücadelesiyle siyasi iktidarı masaya oturtan Kürtlerin tarafında olmaktır. Barış mücadelesinin kazanılması demek, yeni kurulacak Türkiye’de söz sahibi olmaya adayız demektir. Bu tutum, demokratikleşme sürecine müdahil olmaktır. Türkiye emekçileri kurulmakta olan yeni Türkiye’yi AKP’nin insafına bırakamaz.
1 Mayıs’ta Türkiye işçi sınıfı ve demokrasi güçleri, barışa sahip çıkmalı, yeni Anayasa tartışmalarında taraf olmalıdır.
Ayrımcılığın ortadan kalktığı, anayasal yurttaşlığın güvenceye alındığı, devletin din ve vicdan özgürlüğünü güvenceye aldığı, din derslerinin zorunlu olmaktan çıkarıldığı bir ülkede yaşamak istediğimizi haykırmalıyız. Devletin kimin ne giyeceğine karıştığı yönetmeliklerin varlığını reddediyoruz demeliyiz. “Nizami” yaşamayı reddettiğimizi ilan etmeliyiz. AKP’nin toplumu muhafazakârlaştırma politikalarına açık tutum almak bizim asli görevimizdir. Bunu yaparken, din ve vicdan özgürlüğüne gölge düşürecek karşı çıkışlardan uzak durmalıyız.
Sigortasız işçi çalıştırmanın suç olduğu, sendikal hak ve özgürlüklerin güvence altına alındığı yeni bir Türkiye için mücadele edeceğimizi ilan etmeliyiz.
Suriye’de yaşanan korkunç trajedinin zorunlu muhatabı olan Suriye halkının yanında yer aldığımızı bir kez daha ilan etmek bizim insani vicdani borcudur. NATO ve Türkiye’nin desteklediği güçlerin zaten özgür olmayan Suriye halkına özgürlük getirmeyeceğini bilerek, müdahaleci güçlerin çekilmesini, diktatörün Suriye’yi terk etmesini artık ifade etmeliyiz. Türkiye işçi sınıfı ve demokrasi güçlerinin gangsterlerin tarafı olamayacağını dosta da düşmana da göstermeliyiz.
Emek, doğa ve insan için
Küresel şirketler ve onların yerli hükümetleri sadece emekçileri sömürmekle sınırlı bir programa uygulamıyorlar. Onlar aynı zamanda karları için hayvanların neslini tüketen projelere de sahiptirler. Orta doğudaki fosil yakıtların sahibi olmak için yüz binlerce insanı öldürmekten çekinmiyorlar. Kendi çıkarları için akarsuların yönlerini bile değiştiren, bir avuç altın için ormanlara siyanür dökmekten çekinmeyen uluslar arası sermayenin güçleri ile mücadele etmek bizim asli görevlerimiz arasındadır.
Türkiye’nin, emekçileri, varoşlarda yaşayan kent yoksulları, işsizleri, emeklileri, ayrımcılığa uğrayan Kürtleri, Ermenileri, Rumları, Alevileri ve tüm dışlanmışları olarak doğayla uzlaşacağız, hayvanlarla uzlaşacağız, onlara asla zarar vermeyeceğiz. Suyla, toprakla, çiçekle ve böceklerle yaşamımızı bütünleştireceğiz. Ekolojik dengeyi bozan, her şeyi ticarileştiren, sömürüyü kurumsallaştıran, enerji kaynaklarını ele geçirmek için insanları öldürmekten çekinmeyen küresel şirketlerle asla uzlaşmayacağız.
Dünya hakları, egemenlerin yarattığı adaletsizliğe, eşitsizliğe, karşı isyanın yolunu mutlaka bulacaklardır.
Mücadelemiz halkların isyancı yolunda büyüyecektir.
Bu inançla haydi 1 Mayısa... (SE/HK)
* Sami Evren, 2.ve 4. dönem KESK Gn. Bşk