2010 yılı Eylül ayı…
Üniversitede üçüncü yılım. Ders yılının ilk haftası, Kürt Dili Araştırma, Geliştirme ve Eğitim Hareketi'nin (TZP Kurdî) çağrısıyla anadilde eğitime dikkat çekmek için boykot çağrısı yapılıyor. İlk üç gün ben de destekliyor, çağrıya uyuyorum. Dördüncü gün, bir derse kaydımda yaşadığım problemi halletmek için kampüse gittim. Sorunu hallettikten sonra, madem o kadar yol teptim, hazır gelmişken bir derse gireyim dedim. Ders programında perşembe günü öğleden sonra Türkçe 102 var gözüküyor.
Benim için problemli bir ders. Türkçe 101’i problemsiz tek seferde geçmeme rağmen bu ikincisini iki kez normal dönemde, bir kez de yaz okulunda alıp gene de geçemedim. Sorun dersin hocalarıyla politik tartışmalarımız. Gençlik heyecanıyla politik sivriliğim zirve yapıyor, dersin hocalarıyla münazaralarımız çoğu zaman münakaşa dönüşüp dersin önüne geçiyor. Dersi almadığım tek bir hoca kalıyor koca okulda en son. Arkadaşlarım, onun dersinden de geçemezsem sorunun bende olduğunun tasdikleneceğini söylüyorlar.
Ben de akıllandığımı düşünerek uslu uslu gidiyorum bu ilk derse.
Ses çıkarmayıp dikkat çekmemek için 60 kişilik sınıfta en arka köşeye oturuyorum. Daha önce arkadaşlarımın da söylediği gibi diğer hocalardan farklı bu seferki. Dersi değişik geçecek gibi…
“Arkadaşlar!” diyor, “Siz gerizelalı mısınız?” heyecanlı bir ses tonuyla. Sınıfta bir sessizlik… Neden sonra devam ediyor: “Minimum 14 yıldır bu dersi alıyorsunuz, bu zekanıza hakaret değil mi?”
Sınıftan homurdanmalar yükseliyor:
- Aynen hocam…
- Biz mühendisiz zaten, ne yapacaksak Türkçe’yi…
- Hepimiz bu okula derece yaparak geldik, Türkçe’miz zaten iyi…
- Şimdiye kadar öğrenmediysek bundan sonra nasıl öğrenelim?...
Hoca devam ediyor: “Ben de sizin gibi düşünüyorum”. Daha beş dakika önce başlayan ders o dakika ders bitiyor. Hoca yalnızca bir A4 kağıdının yarısına kısa bir özgeçmiş yazmamızı isteyip haftaya görüşmek üzere dersi bitiriyor.
Ertesi hafta, derse on dakika geç kalıyorum. Sınıfa girdiğimde, hocayı tahtada yüzlerce kelime, kalıp, cümle arasında kaybolmuş buluyorum. Anlamsız bakışlardan sonra ilk haftaki yerime oturuyorum. Hoca, yazmayı bitirdikten sonra, sınıfa dönüp konuşuyor:
“Bunlar, sizin yarım sayfaya yazdığınız özgeçmişlerinizden kaba bir bakışta çıkardığım hatalı kullanımlı kelimler ve kalıplar, Türkçesi çok basit olduğu halde yabancı dillerden tercih ettiğiniz kelimeler, anlatım bozukluklarınız. Hani siz bu dersi almanızın gereksiz olduğunu söylüyordunuz ya, bir daha düşünün bence…”
Masasına doğru yönelirken devam ediyor:
“Yalnız bir kağıt var. Sınıfta sadece o kağıtta hiç yanlış yok. Ancak arkadaşınız anadilinin Türkçe olmadığını yazmış. Öyle zannediyorum ki ne yapmak istediğimi anlayıp bunu bir fırsata çevirmiş ve iki sayfa yazmış. Sanırım anadili Kürtçe. Eğer isterse yazısı üzerine konuşabiliriz.”
Cümlesi daha bitmeden atlıyorum: “Konuşalım.” Huy çıkmıyor ya, gene tutamıyorum kendimi.
Ben öyle der demez, böyle bir tepkiyi beklemediği aşikar olan hoca, minibüste inmek istediği yeri söyleyen yolcunun şoföre seslendiği o giderek incelen ses tonuyla soruyor: “Gerçekten böyle mi düşünüyorsun, bu dersin sana zorla verildiğini? Sence öyle mi?”
Göreceli bir durum olmadığını, kişiden kişiye değişmeyecek sabit bir vakanın yaşandığını söylüyorum: Bu dersi vermezsem mezun olamıyorum. Mezun olmam için gerekmese bu dersi gönüllü alacak halim yok.
Son derece uzlaşmacı bir ses tonuyla konuşmaya başlıyor hoca:
“Bu ülkede öyle dönemler oldu ki devlet televizyonunda Türkçe kelimeler bile yasaklandı. Ezanın bile Türkçe okunduğu zamanlar oldu. Kürtçe konuştuğu için para ve hapis cezası alanlar oldu. Ancak şimdi durumlar farklı. Tüm bunlara rağmen, anadilde eğitimin doğru olacağını düşünmüyorum. Zaten dünyada pek sağlıklı örneği de yok.”
Sınıftan bir öğrenci araya giriyor:
“Birçok örneği var hocam, Hindistan’dan İsveç’e, Avustralya’dan Amerika’ya, Güney Afrika’dan Kanada’ya…”
Hoca geri adım atıyor: “Haklısın çok da yok denemez. Fakat bizde uygulanabilirliği sıkıntı.”
Bir başka öğrenci hışımla söz alıyor: “Burası Türkiye Cumhuriyeti, resmi dili Türkçe, tabii ki Türkçe eğitim olacak.”
Bu defa hoca öğrenciye cevap veriyor: “Dünyada 200 civarı devlet, 6 bin civarı da dil var. Senin dediğin gibi olsa devlet sayısı kadar dil veya dil sayısı kadar devlet olması gerekmez mi?”
Ben köşede sessizce izlerken, bir öğrenciler hocayı, bir hoca öğrencileri düzelterek konuyu oldukça politik bir yere getiriyorlar.
Arada hoca kendi hayatından bir anekdot aktarıyor:
“Üniversitede okurken dört yıl yurtta aynı odada, aynı oda arkadaşımla aynı ranzada kaldım. Hatay’lı bir Arap olan arkadaşım ilk üç yıl rüyasında Arapça sayıklıyordu. Son yılsa rüyasında Türkçe sayıklamaya başladı. Arkadaşım artık asimile olmuştu.”
En son dilin kültürün ve kimliğin önemli belirleyicilerinden olduğunda anlaşıyorlar. Derken gene bir öğrenci bana dönerek heyecanla söz alıyor:
“Her şey tamam, kafam da tek bir soru işareti var. bu arkadaş 60 kişilik sınıfta Kürtçe eğitim isteyen tek kişi, nasıl olacak?”
Gözler bana dönüyor.
“Gel” diyorum, “İlk uçakla Hakkari’ye gidelim. Tüm masrafın benden. Rastgele bir okulun rastgele bir sınıfına girelim. Bakalım kaç Kürt öğrenci var, kaç Türk?”
Niceliğe dayalı sayısalcı tepkisi o an bıçak gibi kesiliyor.
Anlaşmadığımız konusunda anlaşıp tartışmayı bitiriyoruz.
Sonraki derslerde görüyorum ki bu hocanın dersi değişik geçiyor. Edebiyat veya dil bilgisinin monoton konularından çok dil-kültür ilişkisi üzerine sohbet ediliyor, her hafta iki kişi en son okudukları kitabın sunumunu yapıyor vs.
Ben de her hafta elimde bir Kürtçe kitapla gidiyorum derse. Bu derslerden birinde önümde Rênas Jiyan’ın Janya kitabı varken hoca yanıma geliyor. “Sen de haftaya okuduğun kitabı tanıtsana” diyor. “Yapamam” deyince “Neden?” diye soruyor. Cevaplıyorum:
“Üzgünüm. Siz, anadili Türkçe olmayan birine, o istemediği halde Türkçe öğretmeyi kendinize yediriyor olabilirsiniz. Ben, anadili Kürtçe olmayan, Kürtçe bilmeyen, öğrenmek de istemeyen insanların karşısına geçip onlara Kürtçe bir kitap tanıtmayı kendime yediremiyorum.”
Sınıfın da duyduğu konuşmadan sonra yüzü düşen hoca konuyu değiştirip derse devam ediyor.
Dersin vizesinde, hoca dil ile kültür ilişkisini bir örnek ile açıklamamızı istiyor.
O zamana kadar derste dilin yaşanılan coğrafyayla ilişkisinden sıkça bahseden hoca, Eskimoların “kar” için, Arapların “kum” için yüzlerce kelimelerinin olduğunu söylemişti. Vizedeki soruya cevap olarak ben de o sıralar öğrenmek ve geliştirmek için elime geçen her kaynağa saldırdığım Kürtçeden cevap veriyorum. Kürtçede de örneğin kelebek için 30'dan fazla, biçilen ot için 20'den fazla, koyun için 20'den fazla kelime bulunuyor. Bunlar gibi örnekleri sıralıyorum.
İki hafta sonra vize sonuçları sınıfta bir kağıtta elden ele dolaşıyor. Ama sınıfta alışılmışın dışında bir homurdanma var. Kağıt en son, en arka köşede oturana yani bana geliyor. Notlara bakıyorum yukarıdan aşağı; 50, 65, 55, 60 diye gidiyor. Bir türlü kendi ismimi bulamıyorum. Derken en altta ismime denk geliyorum. Karşısında ise 95 yazıyor. Içimdeki komplo teorisyeni bunun gerçek olmadığına bir saniyeden az bir sürede beni ikna ediyor. Tabii gurur yapıp sormuyorum hocaya zira sınıfın önünde beni küçük düşürmek için bilhassa hazırladığı bir senaryo olduğunu düşünüyorum. Velhasıl dersten sonra kağıdı sıranın üzerinde bırakıp hiçbir şey demeden tuhaf bakışlar arasında sınıftan ayrılıyorum.
Bu arada belirtmem gerekir ki aynı yıl Haziran ayından beri İstanbul Kürt Enstitüsü’nde Kürtçe dersler alıyorum. O derse de o yıl okulumuzda yaz okuluna kalan 20 arkadaş beraber başlamıştık fakat aramızdan sadece sekizi ikinci kuru verip üçüncü kura geçmişti. Eylül ayından beri de o sekiz kişi üçüncü kura gidiyorduk İstanbul Kürt Enstitüsü’ne. Okulda güz döneminin bitmesiyle Enstitü’de üçüncü kurun bitmesi aynı tarihlere denk geliyor.
Türkçe dersinin finalinde, hocanın gene vizeyle paralel sorularına aynı şekilde vizeyle paralel cevaplar veriyorum. Ama eminim bırakacak beni, gene kalacağım bu dersten. Neyse, notların açıklanmasının son günü, son saat düşüyor sisteme Türkçe dersinin notları. Ben en fazla DD beklerken sistemde AA yazıyor, en yüksek not. O ana kadar okulda aldığım en yüksek not aynı zamanda. İnanmıyorum, “Mutlaka benim heveslenmem için yaptı, değiştirecek, bırakacak beni” diye düşünürken değişmiyor not.
Neyse, dönelim Enstitü’ye…
Üçüncü kura başlayan sekiz kişiden benimle beraber yalnızca üç kişi kuru tamamlıyor. Normalde üçüncü kurdan sonra başvuranların öğretmenliğe hazırlandığı bir kur daha veriyor Enstitü. Ancak o yıl yeterli başvuru olmadığı için o kur açılmıyor. Biz de, üçüncü kuru bitiren o üç Spartalı, hem bir dahaki güz dönemine kadar boş kalmamak, hem de kuru tamamlayamayan arkadaşları motive edip tekrar kuru almalarını sağlamak için yeniden üçüncü kura başlama kararı alıyoruz.
Türkçe notunun açıklanmasının iki-üç hafta sonrası, Enstitü’de tekrar başladığımız üçüncü kurun ilk ders günü. Bu defa boykot için değil ama bir sebepten o gün derse gitmiyorum. O gün derste olan bir arakadaşımdan ders saati bir SMS geliyor: “Seninki burada.”
Anlamıyorum. Dersten sonra görüşüyoruz arkadaşımla, bana AA notu veren Türkçe hocası Enstitü’de derse katılmış.
Anlatıyor arkadaşım:
“Ders arasında Mamoste Sami’yle (Tan) konuştular. Başından bir olay geçtiğini, bu yüzden Kürtçe’ye olan ilgisinin arttığını söyledi. Eskiden Kürtçe’nin bir Farsça lehçesi olduğunu düşünüyormuş. Bir de kendisinin Siirtli bir Arap olduğunu, okulda çekindiği için bunu kimseye söylemediğini söyledi.
Bir de şöyle birşey anlattı: "Üniversite dördüncü sınıftayjen, dört yıldır aynı yurt odasında kaldığı arkadaşı kendisine ilk üç yıl rüyasında Arapça sayıkladığını, ancak son yıl Türkçe sayıklamaya başladığını söylemiş.”
Meğer hocanın ilk ders sınıfta anlattığı hikayedeki asimile olan Arap kendisiymiş.
***
Velhasıl asimilasyon sadece dilden, dil yitiminden ibaret değil. Aynı zamanda müthiş boyutta bir zihin erozyonu. Yalnızca dili değil, insani olan ne varsa koparıp, varlığını gerçekten ve tümüyle tek dile, tek millete armağan ettiren vahşi bir canavar. Kendini o “tek” için ve onun içinde yok etmekle kalmayıp, o “tek” gibi olmayanlara karşı, o “tek” gibi davranmaya yol açan bir zehir. Öğüttüğü kişiyi de sistemin çarkı yapan korkunç bir makine.
***
Aradan zaman geçti, Enstitü’de öğretmenlik kurunu da tamamlayıp ders vermeye başladım. 2013 yılnın Eylül ayında Mamoste Sami’nin verdiği bir dersi izlemek için sınıfa girdim. Gene klasik en arka köşeye oturdum. Ön sıralardan söz alan birinin sesi hiç yabancı gelmiyordu. Ders arasında kim olduğunu öğrenmek için yanına gittiğimde gördüm ki o Türkçe hocası. Bu defa Kürtçe’yi araştırmaya değil, derse kaydolmuş, öğrenmeye gelmişti. (Cİ/HK)