Uyrukluların uyruk sahibi kılındığı bir bünyede, ulus kimliği de, kendini en temel toplumsal birim olarak kavranan aileyi benzeterek inşa etmiştir. Başka bir deyişle, Türk ulusuna mensubiyet, varsayımsal bir soy birliği ve bunu artzamanlı şekilde ortaya koyan bir süreklilikle özdeşleştirilmiştir. "Tarihteki Türk Devletleri" lafzının meşrulaştırdığı şekilde, devletle kurulan ilişkinin tarzı ve devletin yapısı talidir.
Türk muhafazakarlığının çok sevdiği "devlet-i ebed müddet" kavramlaştırmasının işaret ettiği üzere, süreklilik ve bütünlük ulusu devletle toplumun kurduğu ilişki üzerinden kurmaz. "Devlet"in sürekliliği devlet olmasındandır.
Dolayısıyla, ulusun geçmişinde, devlet asli bir nirengi noktası değildir. Devlet tarihsizdir, mutlak bir şimdiki zamandır. Bu noktada, soy birliği asli unsur olmaktadır. Ulusun kolektivitesi nesep bağı üzerinden kurulur. Ulus genişletilmiş bir aile olarak kurgulanır.
Kız alıp kız vermek
Yabancı ile biz arasındaki farklılık, bir akrabalık farklılığıdır. "Kız alıp, verme" toplumsal ortaklaşmanın temelidir. Yakın zamana kadar, Kürt sorunu tartışmalarında bu argümanın ne kadar sık bir şekilde dile getirildiğini hatırlayalım: Kürtler de bizdendir (Türktür), çünkü akrabalık kurmuş, aynı ailenin parçası olmuşuzdur.
Öyleyse yabancı, akrabalık bağımızın bulunmadığı, "kız alıp vermediğimiz" insanlardır. Onlar, Türkiye Cumhuriyeti devletinin vatandaşları olabilirler; ama Türk ulusundan olamazlar. "Kendi aralarında" evlenirler ve bu ülkenin asli değil tali unsurudurlar.
Ancak, gerçek hayat bu idealleri tasdik etmemektedir. Ülkeyi, aileye mensup olmayan, devletin/mülkün/mülkiyetin gerçek sahibi olma, yani Türk olma liyakati bulunmayan yabancılar ele geçirmiştir.
Memleketin en güzel yerlerini, en yüksek mevkilerini "kendi aralarında" parsellemişlerdir. Bunların karşısında ise biz, kendi topraklarımızda gadre uğramaktayızdır. Ortada dönen aynı zamanda bir "sınıf mücadelesi"dir.
Biz, proleter bir ulusuzdur, onlar ise burjuva. Mürşid'in alıcı kitlesinin sol ve sağ kanadı bu konuda kolayca uzlaşırlar. "Anadolu Kaplanları", "İstanbul Dükalığı"na karşı verdikleri mücadelede, önemli bir koz kazanmışlardır. İstanbul burjuvazisinin yabancılığı, Mürşid sayesinde nesep açısından da ispatlanmıştır. "Ulusal Sol", milli burjuvazinin gereğini tekrar hatırlar, "gazoz sanayicisi" yabancılara karşı "ulusalcı yatırımcılar" ihya edilir.
Adlarda saklı şifreler!
Üstelik bu yabancılar o kadar sinsice hareket etmektedir ki isimleri de bizimkine benzemektedir. Bizim dilimizi konuşur, dini inançlarımızı paylaşır görünürler.
Onların gerçek yüzünü ortaya çıkarmak için bilinçli bir gayret ve gizli ilimlere vukuf gerekmektedir. Bir adı yanlış yerinden bölerek, hatalı sonuçlara ulaşmak işten değildir. Öylesine iyi gizlenmişlerdir ki yıllardır tanıdığımız, yanı başımızda çalışan arkadaşlarımız bile onlardan olabilir.
Selanik'le bir alakası yok mu? Ne gam! Binlerce yıldır Anadolu'nun kuytularında kendini gizlemiş kripto-Yahudilerden olmasın sakın! Bu sebeple, Mürşid'i takip etmekten asla vazgeçmemek gerekir.
Çünkü, ancak bu suretle onlara karşı uyanık olmayı sürdürebiliriz. Her tarafı kuşatmış olmalarına, yalanlarını her gün bize yutturmaya çalışmalarına rağmen, olan bitenin farkında olmak çok önemlidir. "Ben biliyorum" diyebilmek öz yüceltimin en üst aşamasıdır, tartışmasız bir bilinçlilik halidir.
"Başarılı" olan onlardandır, zengin olan onlardandır, ünlü olanlar onlardandır. Çünkü bizleri aralarına almazlar. Güzel kadınlara onlar sahiptir, televizyonda gördüğümüz tele-vole güzellerini "kendi aralarında" paylaşırlar. Mürşid'in "coupure" merakının da gösterdiği şekilde, kadın nüfusumuzun güzel bölümünü de parsellemişlerdir. Veya, tersine ve basitçe, onlara ait kadınlar, sırf onlara ait oldukları için güzel ve çekicidirler.
Ailemiz bir kriz içindedir. Yabancılar her hücresine nüfuz etmiş, onun olan ne varsa birer birer elinden almaktadır. Bizi yıllarca üç paraya çalıştırdığı yetmiyormuş gibi, kendi bakkalından alış-veriş yapmamızı sağlamakta, baba yadigarı evimizde bizi kiracı haline getirmektedir.
Kızımızı kötü yola düşürmüş, oğlumuzu mafya tetikçisi yapmıştır. Yaşadığımız her türden musibetin yegane müsebbibi odur. Yaptığı her şey, attığı her adım bizim yüzümüze çarpan bir tokattır. Bizim mahallemizde onların borusu ölmektedir.
Milli refleks!
"Salik"lerin büyük kısmının, kuşkusuz, ifade etmekten çekinmeyeceği bir husus eklendiğinde, eksiksiz bir anti-semitik şemaya kavuşuruz: Solculuk da yabancıların icadıdır. Türk sağının bugüne kadar, "Anadolu' ' çocukları"nın karşısındaki yabancı düşmanlar, "burjuvalar" olarak gördüğü solcuların bu ulustan olmadığı da Mürşid'in sayesinde ispatlanmaktadır.
Solun Türk insanının bünyesine neden yabancı olduğu şimdi iyiden iyiye belli olmuştur. Onlar, zaten sadece bizden olmayanları peşlerine takabilmeyi başarmıştır. Biz ise bu yabancı propagandaya karşı "milli refleks" göstermişizdir. Mürşid bunu - politik konumundan ötürü - söyle(ye)memekte ama söyletmektedir.
Bu "tezler"in ardındaki olası psikolojik saikler bizi ilgilendirmiyor. "Falanca Sabetayist değil ki!" türünden mazur gösterici ve harcıalem bir savunu da bu iddialara alan açmaktan başka işe yaramıyor.
Önemli olan, bu iddiaların, bir söylem olarak anlamını ve nesnel konumunu ortaya koymaktır. Geçen sayı birinci bölümünü okuduğunuz bu yazının mütevazı bir girişim olduğunu düşünüyorum.
Mürşid'in tezlerinin "bilimselliğini" tartışmak gibi bir niyetim olmadı ve olmayacak. Bu yazının amacı mürşidin tezlerini "çürütmek" de değil. Mürşid'in, bir "söylem"e dönüşen ve kendi bütünlüğünü kendi içinde inşa eden iddialarının, ciddi bir eleştiriye tutulması, aynı ölçüde hizmet ettiği manipülatif amacın onaylanması anlamına gelecektir.
Eğer kimin "Sabetayist" olduğunu, kimin olmadığını merak eden varsa, "tezler"i açıp okuyabilir. Çünkü Mürşid, Viyana'nın anti-semit belediye başkanı Kari Leuger'in "Kimin Yahudi olduğuna ben karar veririm" sözünü anımsatan ve düşünce tarzının tarihsel akrabalıklarını ortaya koyan bir özgüvenle konuşmaktadır: Kimin Sabetayist olduğuna ben karar veririm. (YÇ/BA)