Zaman gecenin yarısını çoktan geçmiş. Eylül ayında olmamıza karşın İzmir geceleri hala sıcak, uyumak mümkün değil. Havanın sıcaklığı yetmezmiş gibi pencereleri sıkı sıkıya kapatmışız, sanki kış ortasında kalmışız gibi eşofmanlarımızı giymişiz. Işıklar da kapalı. Ama uyuyamamamızın nedeni sıcak değil. Yatakta uzanıyoruz. Hem dışarıya sesimiz gitmesin hem de dışarıdan gelecek herhangi bir sesi duyabilelim diye fısıltıyla konuşuyoruz. Tatsız, sıkıntılı bir konuşma.
“Ne zaman gelirler?” diye soruyor eşim.
Belli etmek istemese de sesi endişeli.
“Genellikle sabaha karşı,” diye yanıtlıyorum.
Daha önce evinden gözaltına alınan birçok arkadaşımdan duyduklarımı anımsayarak, “Genellikle sabaha karşı gelirler, paldır küldür içeri girerler, evi darmadağın ederek arama yaparlar, sonra da giyinmene bile fırsat tanımadan alır götürürler.”
O nedenle hazırlıksız yakalanmamak, giyinik olmak gerekirmiş. (Eşofmanlarla yatmamız bundan). Ayrıca, içine birkaç çift çorap, iç çamaşırı ve iki gömlek konulmuş küçük bir çantayı da hazırda tutmak iyi olurmuş. (Öyle ya gözaltında kaç gün kalacağın, eşinin ya da ailenin sana ne zaman ulaşabileceği belli değil).
Biz de öyle yaptık. Öğrenciliğim sırasında kullandığım eski bir omuz çantası, içindekilerle birlikte yatağın hemen kenarında hazır durumda.
“Acaba iki çamaşır daha mı koysaydık ?” diye aklıma geliyor ama koymuyorum.
Bekliyoruz.
Aslında ev “temiz”.
Sakıncalı olabilecek her şeyi 12 Eylül’den çok önce halletmiştik. (Yakmak zorunda kaldığım iki yüzün üzerindeki kitap için hala içim yanar). Yakamayacağım bazı önemli dokümanları ise güvenli bir yere taşımıştık. Kulağımız sokakta. Arada bir duyduğumuz her motor sesi ile irkiliyor, ses uzaklaşıp kaybolunca rahat bir nefes alıyoruz. Dışarıda çıt yok.
Uyumamız, geldiklerinde güçlü olmamız gerektiğini biliyorum. Uykusuzluğun insanın direncini kırdığını da. Ama olmuyor, uyuyamıyoruz işte.
Eşim de uyuyamadığımın farkında, soruyor: “Beni de götürürler mi?”
“Zannetmiyorum” diyorum.
“Sen İstanbul’dansın. Ellerinde seninle ilgili bir bilgi yoktur. Götürseler de çabuk bırakırlar.”
“Sana işkence yaparlar mı? “ diye soruyor eşim.
“Zannetmiyorum,” diyorum yeniden.
Aslında eşimin her soruyla artan korkusunu azaltmaya çalıştığım için böyle diyorum.
Diyorum ama yapacaklarını biliyorum. Uzun süredir kendimi buna hazırlamaya çalışıyorum.
“İsim vermemeliyim ”.
Belleğimdeki isimleri unutmak için yöntemler geliştirmeye çalışıyorum.
Bana soracaklarını öngördüğüm soruları aklımda saçma sapan nesne ve görüntülerle eşleştirmeye çalışıyorum. Böylece isimleri anımsamayacağımı düşünüyorum.
“ İsimleri unutmalıyım” (1).
Beni götürdüklerinde neler yapacağı, gözaltına alındığım ha berini kimlere bildireceği, hangi avukata haber vereceği, tüm bunları izlenmediğinden emin olarak nasıl gerçekleştireceği, ertesi gün beni emniyet müdürlüğünün neresinde arayacağına ilişkin yönergemi her gece olduğu gibi bir kez daha yineletiyorum eşime.
O da son derece ciddi, bir bir yineliyor. Yorgunluktan sızıp kaldığımız gecenin sonunda sabah uyanınca o günü de atlattığımız için derin bir nefes alıyoruz.
12 Eylül’den kısa bir süre sonra başladı uykusuz geceler. “Aynı örgütten” tanıdığım birçok kişinin birer birer gözaltına alın maya başlamasıyla da arttı. Hele hele bana en yakın bir dostumun içeri alınmasından sonra “tamam” dedim, “bu kez sıra bende.”
Böylece uyuyamama, giyinik bekleme, sabaha karşı yorgunluktan sızıp kalma geceleri artmaya başladı. Üç-dört saatlik uykuyla idare ediyoruz.
Gelmiyorlar.
Geçen hafta gelmemişlerdi.
Önceki gece de gelmediler, dün gece de bu gece de.
Gelmiyorlar.
Ama bu beni rahatlatmıyor.
Gerginliğim her gün biraz daha artıyor. Neden gelmediklerini, neden gözaltına alınmadığımı sorgulayıp duruyorum kendi kendime.
Apartmandaki karşı komşumuz ve birkaç akrabamız dışında kimseyle görüşmüyoruz.
Neler olup bittiği konusunda kimseden bilgi alamıyoruz.
12 Eylül darbesiyle birlikte parti kararı gereğince üst ve alt gruplarımızla bağlantılarımızı özellikle kesmiştik. Üst bağlantımla çok önceden kararlaştırdığımız “olağanüstü koşullarda standart buluşma günü”ne ise daha bir aydan fazla var. Yani o zamana dek tam olarak neler olup bittiğini öğrenemeyecektim.
Kimler içeri alındı?
Çökertilen birimlerimiz hangileri, alt grubumdakilere ne oldu?
Çözülen oldu mu?
Siyasi Şube neleri, ne kadar biliyor?..
Yanıtlayamadığım bir sürü soru...
En kötüsü de yapayalnızız. Ne esnaf dostlarıma gidebiliyorum, ne hekim arkadaşlarıma. Çok tehlikeli. Çünkü dost ve arkadaşlarımın çoğu “biz”den. Her biri izleniyor olabilir. Ya da bizim yüzümüzden onların başı derde girebilir.
“Bu devrimci sorumluluğudur. Böyle koşullarda onlarla görüşmek demek, hem onları hem kendini hem de örgütü tehlikeye atmak demektir. Görüştüğün her kişiyi birer birer toplayacaklardır.”
Böyle eğitilmiştik.
İşte bu nedenle rastlantısal olarak karşılaştığımız arkadaşlarımızla, konuşmak bir yana selamlaşmıyorduk bile.
Geçen günlerden birinde Konak meydanında hızla yürürken tam karşımdan gelen doktor arkadaşım ile (ki, o da “bizden”di, kadın hareketin de çalışıyordu ve Tıp Fakültesinin ilk sınıfından beri de yakın arkadaşımdı) karşılaşınca, konuşmak bir yana, hiç duraksamadan, çok hızlı, kaçamak bir göz teması sonrası onu görmezden gelerek yoluma devam etmiştim.
Oysa o beni gördüğü an belli ki bir haber, belki de bir dost yakınlığı umarak bana doğru gelmişti. Doğru olanı yapmıştım, bunu biliyorum ama yine de içimdeki yoğun suçluluk duygusuna engel olamıyordum (2).
Her haftasonumuz böyle geçiyor. Çünkü sadece hafta sonları İzmir’deyim. Hafta içindeki günlerde ise hükümet tabibi olarak görev yaptığım, İzmir’e 90 kilometre uzaklıkta bir kıyı kasabasındayım. Eşim ise İzmir’de bir bankada çalışıyor. Sağlık Müdürlüğü'ne defalarca başvurduğum halde İzmir’e naklimi yaptıramadım. Çalıştığım yerde ise banka yok. Bu nedenle eşim İzmir’de, ben kasabadayım. Ancak haftasonlarında İzmir’e gelebiliyorum. Hafta içinde görev yerimde çalışırken sıkıntım biraz daha farklı oluyor. Bu kez, ben yokken polisin eve gelmesi, eşimi götürmesi olasılığı beni çok rahatsız ediyor.
Eşimle her gün haberleşiyoruz. Hükümet tabipliğinde ve evde telefon yok. Her gün hükümet tabipliğinin hemen yakınındaki PTT’ye gidiyor, eşimin banka telefon numarasını yazdırıyorum, bağlanınca postacı bir koşu bana haber veriyor, ben de gidip konuşuyorum.
Elbette ki şifreli konuşuyoruz. “Annen geldi mi?” demek, “Eve polis geldi mi?”; “Babamlar nasılmış?” demek, “Yakın dostlardan içeri alınan var mı?” anlamına geliyor.
“Babam iyi” derse yeni gözaltı yok demekti, tersine “Babam hasta” ise yeni gözaltılar olmuş demekti.
“Sağlık Müdürlüğü'nden atanmam ile ilgili bir haber var mı?” demek “Beni, bizimkilerden arayan var mı?” anlamına geliyordu.
Bir başka sıkıntı ise çalıştığım yerde gözaltına alınırsam eşime nasıl haber verebileceğim konusuydu. Bunun için şöyle bir yöntem bulmuştuk: Her gün yaklaşık aynı saatte eşimi arıyordum. Belli bir saate dek ona telefon etmezsem o zaman gözaltına alınmışım anlamına gelecekti. Yine hafta sonu ve yine bekliyoruz. Yine gece yarısından itibaren camlar, perdeler ve ışıklar kapalı, yine eşofmanlıyız, çantam da aynı yerde.
Günler geçmesine karşın bir türlü gelmemeleri tuhaf bir duygu oluşturuyor bende.
Sevinmek, rahatlamak yerine, neredeyse “gözaltına alınmadığım için” rahatsız bile olmaya başlamıştım. Bu rahatsızlıkta, her gün gelmelerini beklemenin gerginliğinin artık bitmesini istemek kadar; sanırım, “gözaltına alınmaya değmeyen biri” (!) olarak değerlendiriliyor olmanın zoruma gitmesinin de payı vardı.
Kafamdaki bu çelişkili saçma düşünceleri bastırmaya çalışıyorum. Yine de kasabada daha rahatım. 1980 Nisan’ında göreve başlamıştım. Yani 12 Eylül darbesi yapıldığında topu topu altı aydır oradaydım. Halk 15 yıl sonra gelen ilk ve tek hekim olarak benden hoşnuttu. Gece-gündüz kasabada, kasaba dışındaki köylere kadar gider ağır hastalara evlerinde bakardım. Borçlarının ne kadar olduğunu soran hasta yakınlarına “Hiç bir borcunuz yok,” demenin keyfi bambaşkaydı. 12 Eylül’e dek “tam gün yasası”(3) devam etmişti. Ben hekimliğimden, halk da benden memnundu.
Kasabada “aşırı solcu” kimliğimi öğretmen arkadaşlardan başka pek bilen de yoktu. Göreve başladıktan kısa bir süre sonra kasabanın karakol komutanı başçavuş ile tanışmıştık. Sanıyorum kasabada, kendi düzeyine uygun “görüşmeye değecek düzeyde” bir memur olarak beni gördüğü için her gün uğruyordu. (Ne de olsa 8/3 derecemle, Belediye Başkanını saymazsak kasabanın derece bakımından en büyük memuru bendim).
Her yere peşinde iki jandarma eriyle giderdi. Onu arkasında iki jandarmayla kapıda her görüşümde yüreğim hızlanır, “Acaba benim için mi geliyor?” diye endişe ederdim. Ama bu duygumu bastırırcasına “Komutan, yine ödümü kopardın beni tutuklamaya geldin sandım,” derdim her seferinde. O da “estağfurullah”ı bastırararak gülerdi.
Öğretmenlerden kuşkulanırdı ama bir doktorun solcu, hele hele onun deyimiyle “anarşist” olabileceğini asla aklı kesmezdi.
Eylül ayının sonlarına doğru hala “gelmediler”. Gerginliğim azalmadı. Her geçen gün yeni arkadaşlarımızın içeri alındığını zor da olsa öğreniyoruz. İzmir’in her yerinde asılmış kocaman “ARANANLAR” afişlerinde tanıdığım “bizden” kişilerin isimleri ve fotoğrafları var. İzmir’den çalıştığım kasabaya gelip giderken en az üç yerde araçlar durdurulup kimlik kontrolü yapılıyor, bir şekilde kuşku uyandıran, saçı sakalı ya da giyimiyle “beğenilmeyen” kişiler alıp götürülüyor. Genç olmak, zaten daha baştan risk grubunda olmak demekti. Götürülen ya da gözaltına alınanlardan ise uzun süre haber alınamıyor, avukatlarıyla bile görüştürülmüyorlardı. Hatta müvekkillerini sıkıyönetimde aramaya giden avukatların gözaltına alındığı bile oluyordu.
Kasabadayım... Hafta içi bir gün... Öğlene doğru son hastayı muayene edip reçetesini yazdıktan sonra, koridorda kayıt masasında oturan sağlık memuruna seslenerek “Bitti galiba” dedim.
Sağlık memuru “Doktor Bey bir hasta daha gelecekmiş, yoldaymış, komşusu biraz evvel söyledi,” diye yanıtladı.
“Tamam” dedim, “Ona da bakar yemeğe öyle gideriz.” Koltuğuma oturdum. Arkama yaslandım.
Sağlık memuru kapıdan başını uzatarak, “Doktor Bey, başçavuş geliyor” dedi. Pencere ye uzanarak baktım, başçavuş önde, iki jandarma arkada, geliyorlardı. Jandarmalar her zamanki gibi bina dışında kaldılar. Başçavuş içeri girerek benim odama yöneldi, odada hasta var mı diye paravana doğru bir göz attı, kimsenin olmadığını görünce de doğrudan karşımdaki koltuğa oturdu. Her zamankinden farklı olarak yüzü daha bir ciddiydi bu kez. Yüz ifadesini görünce “Beni almaya mı geldin?” esprisini yapmadım, ters giden bir şey vardı.
“Hoşgeldin başçavuşum,” dedim sadece. Yüzüne baktım.
Aynı ciddiyetle hemen söze girdi: “İlçe sıkıyönetim komutanlığından aradılar, komutan seni istiyormuş, derhal hem de.”
Başçavuşun ciddi yüzü, “sıkıyönetim”, “komutan”, “derhal” sözcükleri yüreğimi hızlandırmaya yetmişti. Bu kez gerçekten tamamdı. İşte günlerdir bekleyip durduğum gibi sonunda sıra bana gelmişti.
Sakin olmaya çalışarak, “Hayrola, neden istiyorlar ki? ” diye sordum başçavuşa. Bir yandan da hızla düşünme ye başladım.
Eşime haber vermem gerek, ama nasıl?
Başçavuşun yanında postaneye nasıl giderim?
Adam ya bırakmazsa, ya da kuşkulanırsa?
Hay Allah nasıl yapsam acaba?
Üstelik “gözaltı çantam” da İzmir’de evde.
Sağlık memuruna söylesem, “Eşime telefon et,” desem tuhaf olacak.
Ne yapsam acaba?
“Vallahi, ne için istediler bilmiyorum, çabuk gelsin dediler sadece, hemen gidecekmişsin,” diye yanıtlıyor sorumu başçavuş.
“Gidecekmişsin”, sözcüğü dikkatimi çekiyor, en azından hemen tabiplikte gözaltına alınmayacağım demek ki. Benim kendiliğimden gitmem isteniyor.
Zaman kazanmaya çalışıyorum. “Tamam,” diyorum, “Bir hastam daha gelecek, ona da bakar, öğleden sonra giderim.”
Başçavuş işin ciddiyetini anlamamışım gibi tuhaf, biraz da öfkeli, yüzüme “kendine gel!” der gibi bakıyor:
“Doktor... Doktor... Seni sıkıyönetim komutanı istiyor diyorum sen sonra giderim diyorsun!”
“Başçavuşum, ilçeye gidersem ne zaman geleceğim belli olmaz, hastaya yazık, çabucak bakarım, geç kalmam,” diyorum.
“Valla ben onu bunu bilmem. Ben sana tebligatımı yaptım, geç kalırsan bu senin sorumluluğun olur,” diye yanıtlıyor başçavuş.
Tam bu sırada kapıda hasta göründü, oğlunun koluna girmiş yaşlı bir kadın. Kadını görünce başçavuş kalktı ve çıktı. Hastayı içeri alırken, göz ucuyla pencereden başçavuşun iki jandarmasıyla karakol yönünde uzaklaşmasını izledim. Hastayı muayene ettim. (Ama doğrusu nasıl ettim, hastalığı neydi, ne ilaç yazdım anımsamıyorum. O andaki endişemden dolayı hiçbir iz kalmamış belleğimde).
Telefon etmem gerek, eşime haber vermeliyim. Hasta çıktıktan sonra sağlık memuruna:
“Ben yemeğe gidiyorum, oradan da ilçeye gideceğim, sen kapıyı kapat, yemeğe git, öğleden sonra geç kalabilirim,” diyorum.
Telaşım fark edilsin istemiyorum. Hemen arka sokaktaki postaneye gidiyorum. Posta memurundan, öğleden sonra ilçede işim olduğunu en hızlı nasılsa öyle bağlamasını istiyorum.
“Acil kayıt yapayım” diyor.
Gerçekten de 5 dakika sonra “Konuş Doktor Bey” diyor bana.
Hemen kabine girip eşimle konuşuyorum. Kısa bir hatır sormadan sonra, ilçe sıkıyönetim komutanının beni çağırdığını söylüyorum, sonra da “Ha dün haber aldım, galiba babam hastaymış, belki de hastaneye yatması gerekebilirmiş,” dedim.
“İzmir’deki dayıma söyleyiver, o da merak ediyordu.”
O anlayacağını anlamıştı. Hızla postaneden çıktım.
Ne yapmalıyım? Kaçsam?...
Yolda, daha İzmir’e ulaşmadan ilk denetim noktasında yakalanırım. Kaldı ki “olduğum yerde kalmam” gerekiyordu örgüt kararı gereğince.
“İsimleri unutmalıyım”.
Çaresiz arabama atlayıp ilçeye doğru yola koyuluyorum. Yol boyu kafamda bir sürü soru...
Beni neden alacaklardı içeri?
Neyi, ne kadar biliyorlardı?
Neyle suçlanacağım?
Dernekten mi, yoksa partiden mi?
Genel bir operasyon mu yoksa belli bir nedenle mi alınıyordum?
Çözülen kimse var mıydı?
“Kim” adımı vermişti?
Sakin olmalıydım. Kimseye zarar vermemeliydim.
“İsimleri unutmalıyım”. Kasaba ile ilçenin arası topu topu 17 kilometre. Defalarca gidip geldiğim bir yol. Çabucak vardım ilçeye. İlçenin girişinde yeniden başlayan heyecanım, merkezdeki sıkıyönetim komutanlığı binasının önünde daha da arttı. Arabayı nöbetçi jandarmanın gösterdiği yere park ettim. Birden, tutuklandığımda arabamın ne olacağı sorusu geldi aklıma. Sanki ilçeye o saatte başka bir şekilde gelebilirmişim gibi kendi otomobilim le geldiğim için pişman olmuştum.
“Kendimiz kuzu kuzu gelip teslim olduğumuz yetmezmiş gibi bir de otomobilimizi kendi ellerimizle hediye ettik sıkıyönetime,” diye söyleniyorum içimden.
Binanın kapısında kendimi tanıtarak sıkıyönetim komutanının beni çağırttığını söyledim, asker içeri doğru başını uzatarak seslendi, bir astsubay gelerek beni içeri aldı. Ona da aynı cümlelerle derdimi anlattım. Yüzüme uzun uzun baktı, düşündü sonra, beklememi istedi. Yüz ifadesi hiçbir şey söylemiyordu, ses tonu da. Ne olumlu ne olumsuz. Ama otu mam için bir yer göstermemesini kötüye yordum.
Bekledim. Ne olacaktı şimdi?
“İsimleri unutmalıyım”.
Eşim aklıma geliyor, “Onu da içeri alırlar mı?”
İşkence yaparlarsa ne kadar direnebileceğinden hiç emin değilim. Tek tesellim üstlendiğim görevler hakkında hemen hiç bilgisinin olmaması. Partili olduğumu bile evlendiğimiz gece söylemiştim ona. Ama sadece bu kadar. Zaman zaman evden birkaç günlüğüne ayrıldığımda bir göreve gittiğimi biliyordu. Ama hiçbir zaman, nereye gittiğimi, ne yaptığımı, kimlerle buluştuğumu bilmiyordu. Sıkıyönetim komutanının kapısında heyecan ve endişe ile beklerken eşimin hiçbir şey bilmemesi gereğinin, ne denli doğru bir örgüt kararı olduğunu düşünüyorum.
Nedense yeniden araba geliyor aklıma. “Getirmemeliydim” diyorum, sonra da “Tamam, bir salaklık yaptın, getirdin arabayı, bari ilçe sağlık merkezinin bahçesine bıraksaydın ya!” diye de hayıflanıyorum.
“İsimleri unutmalıyım”.
Komutanın kapısı açılıyor, takım elbiseli ama kravatsız uzun boylu iki kişi dışarı çıkıyor. Uzaklaşırken bana bakıyorlar. (Belki de bana öyle geliyor). Sanki benim kim olduğumu biliyorlarmış, beni bekliyorlarmış gibi geliyor bana.
“Kesin İzmir siyasi şubeden bunlar, sivil polis.”
Soğuk ter döküyorum. Kalbim yeniden hızlanıyor. Korkuyorum. “Topla kendini!” diyor içimden bir ses. “Belli etmemelisin.”
“İsimleri unutmalıyım”.
Polisler çıktıktan sonra astsubay içeri giriyor ve çok geçmeden çıkarak bana içeri girebileceğimi söylüyor. Giriyorum, astsubay arkamdan kapatıyor kapıyı.
Geniş bir oda. Üstü dosya dolu masanın gerisinde oturan komutan elindeki evrakı inceliyor.
“Şey...” diyorum. Ağzım kupkuru. Sesimin kısıklığını fark ediyorum. Yutkunuyorum, daha gür bir ses çıkartmaya çalışarak “Beni istemişsiniz,” diyorum.
Komutan istifini bozmuyor. Hala elindeki evrakı inceliyor. Başını bile kaldırmıyor. Duymadı mı acaba? Yeniden mi seslensem diye düşünürken, eliyle masanın yanındaki koltuğa oturmamı işaret ediyor. (Bunu iyiye mi yormalıyım?) Oturuyorum.
Dışarıda ayak sesleri var. Sanki birileri kapıya yaklaşıyor gibi. Gözüm komutanda. İçimde bin soru. Beni burada mı sorgulayacaklar acaba yoksa İzmir’e mi götürecekler?
Kesin İzmir’e götürürler. Sivil polisler benim için mi geldiler? Başka kimse var mı burada gözaltına alınan?
“İsimleri unutmalıyım”.
Ne kadar bir zaman geçti böyle, kaç dakikadır buradayım bilemiyorum. Ama bana sanki saatlerdir o odadaymışım, saatlerdir o koltukta oturuyormuşum gibi geliyor. Sonunda komutan elindeki evrakı masaya bırakıyor ve başını kaldırıp bana bakıyor.
Yeniden “Beni istemişsiniz,” diyorum. Yüzüne bakıyorum, ilk hangi soruyla başlayacak acaba?
“Hükümet Tabibi sensin değil mi?” diye soruyor, “Evet,” diyorum.
“Seni belediye başkanı yaptık doktor,” diyor.
“Şey anlamadım...” diyorum şaşkınlıkla. Gerçekten de o anda hiçbir şey anlamıyorum. Bana bu odada sorulabileceğini düşündüğüm, yanıtlarını çoktan hazırladığım yüzlerce sorudan hiçbirisine benzemeyen, üstelik bir soru cümlesi de olmayan bu cümlenin anlamını gerçekten anlayamıyorum ilk anda.
“Sıkıyönetim komutanlığı tarafından kasabana belediye başkanı olarak atandın doktor” diyor bu kez komutan, daha gür bir sesle ve san ki bir evrak okur gibi.
Sonra da ekliyor: “Görev yazın kalemde. İmzalamayı unutma.”
Komutanın ikinci yinelemesiyle kendime geliyorum. O anda ne diyeceğimi bilemiyorum.
“İster misin?” diye sormuyor komutan, resmen tebliğ ediyor bana.
Kem küm edip, “Ama, ben tek doktorum, hastalara bakmam gerek...” gibisinden bir şeyler geveliyorum.
Komutan “Tamam, hem belediye başkanlığı yapar hem de hastalara bakarsın,” diye noktayı koyunca, söyleyecek bir şey kalmıyor.
Tutuklanmayı beklediğim sıkıyönetim komutanlığından belediye başkanı olarak çıkıyorum, elimde atanma emrim (4). (ŞÖ/HK)
İlgilenenlere Açıklayıcı Notlar
1. “İşkence karşısında direncini yitirirerek, çözülmek”, örgüt arkadaşlarının isimlerini vermek zorunda bırakılmak, o dönemde –açıkça dile getirilmese de tüm devrimcilerin en büyük kaygısıydı. Çünkü onca eğitime karşın, kimin işkenceye ne kadar dayanabileceğini önceden kestirmek çok zordu. “Asla, mümkün değil” denilen nice kişinin çözüldüğü, buna karşın direncinin yetersiz olabileceği beklenilen nice kişinin ise çözülmeden direnebildiği görülmüştü. O dönemde, “isimleri unutma” konusundaki alıştırmalarımın geçerliliğini –neyse ki – test etme durumunda kalmadım. Ancak o yıllardan itibaren, -günümüzde de hala hiçbir ismi belleğimde tutamamamın kökeninde bu alıştırmaların payı ne kadar olmuştur bilmiyorum.
2. İçimi acıtan o suçluluk duygusu, ancak yıllar sonra, patoloji uzmanı bu hekim arkadaşımı 90’lı yıllarda çalışmakta olduğu Antalya’da bularak o günkü davranışımın gerekçelerini açıklayıp özür dilediğimde geçebildi.
3. 12 Eylül 1980’e dek devam eden “tam gün yasası” ile şimdiki “sözde” tam gün yasasını karşılaştırmak bile mümkün değil. Doğrudan emekliliğe de yansıyan çok iyi bir maaşımız vardı. 8/3’ü bir pratisyen hekim olarak elime 35.000 TL geçiyordu. (Kıyaslayabilmeniz için, bu para ile o zamanlar, 9 buzdolabı alabilmenin ya da İzmir’de iyi bir evde 9-10 ay oturabilmenin mümkün olduğunu söylemeliyim). Bu maaşın yanı sıra mesai saati dışında bakılan her hasta için (saat 17.00-24.00 arasında brüt 500 TL, 24.00-08.00 arasında ise brüt 800 TL ) ek ücret ödeniyordu.
4. Bir süre sonra, 12 Eylül darbesi sonrası Cuntanın ilk yaptığı uygulamalardan birisinin, ülkede belediye başkanlarının tümünün görevden alınıp yerlerine o yerin “en üst dereceli” memurunu belediye başkanı olarak atamak olduğunu öğrenmiştim. Bizim kasabanın en üst dereceli memuru ise bendim. Bu nedenle belediye başkanı yapılmıştım. Hem hastalara baktığım hem de belediye başkanlığı yaptığım o günlerde, çevredeki askeri birliklerin bitmez tükenmez –ücretsiz çimento, un, kömür vb. taleplerini karşılamadığım için olsa gerek, 5 ay kadar sonra belediye başkanlığı görevinden alındım. Yerime belediye başkanı olarak bir emekli albay atandı.
* Bu yazı Türkiye Psikiyatri Derneği Bülteni'nin, 2010 Eylül sayısında yayınlandı.