Selin Albay'ın 30 Ocak 2008'de bianet'te yayımlanan "Gençlik Kampında Ahlak Baskısını Kim Kaldıracak?" yazısını okuduktan sonra, biz de Gençlik ve Spor Müdürlüğü'nün düzenlediği Trabzon Sultan Murat yaylası doğa kampında, 15-22 Ağustos 2007 tarihlerinde yaşadıklarımızı paylaşmak istedik. Öncelikle belirtmek gerekir ki, orada geçen bu bir hafta kime anlatıldıysa şaşkınlıkla karşılandı. Bu şaşkınlığın sebebi ise büyük ihtimalle kamp ortamının üniversitede okuyan, 18-24 yaş arası bir genç için fazlasıyla "kontrollü" olmasıydı.
Kampın kimi zaman bir kışlayı aratmayan "kurallarından", yaylaya varmadan önce hiç haberimiz olamadı. Orada iki yüz-iki yüz elli kişiydik ve ne doldurduğumuz formlarda ne de web sayfasında kampta karşılaşacağımız muameleyle ilgili tek bir kelime görmemiştik. Ne kampçıların tuvalet temizliğinden sorumlu olduğunu biliyorduk, ne bir hafta boyunca banyo yapacak ılık suyu bulamayacağımızı... Ne gece 12'den sonra çadır dışına çıkmanın yasak olduğunu, ne de saat 21.00-23.00 arası katılmak zorunda olacağımız "eğlenceler" düzenleneceğini...
Kampta görülebilecek en demokratik şey büyük çadırın duvarına asılmış bir afişten öteye gidemeyen "herkes farklı, herkes eşit" cümlesiydi.
Eğitim kampı!
İlk uyarı hemen ilk saatlerde geldi: Kampa gelip sis ve soğukla yüz yüze kalınca ister istemez ne yapacağımızı şaşırmıştık. İki kişi, kampın meydan dediğimiz kısmında, ellerimiz birbirimizin omzunda yan yana durmuş boş boş karşımıza -daha doğrusu sise- bakıyorduk ki, önümüzden geçen bir "lider" manalı bir şekilde "Nasılsınız arkadaşlar?" diye seslendi: "Lütfen hareketlerimize dikkat edelim".
Şaşkınlıkla birbirimize bakakaldık. Daha bu olayın tatsızlığından kurtulamadan, kamp açılışı için gerçekleştirilen "seremoni" bir gençlik kampından öte, bir "eğitim kampı"nda olduğumuzu haberliyordu. Kampımız; İstiklal Marşı'nın hep bir ağızdan okunmasının ardından, "aziz Türk şehitleri için bir dakikalık saygı duruşu" ile resmen açıldı. Açıkça, unuttuğumuza kanaat getirilen değerlerimizin, "hatırlatılacağı" bir kampa başlamış oluyorduk.
Aynı gün, daha sonra pek de bulamayacağımız bir boşluğu değerlendirerek; iki arkadaşımızla birlikte, arabalarla geldiğimiz yolda biraz yürüyüş yapmak istedik. Ne var ki, "tehlikeli" olduğu gerekçesiyle "yasak" denildi, geri döndürüldük.
Burada belirtmek gerekir ki, kimi absürd kuralların nedenini sorduğumuzda bize söylenen (ki "neden" sorularına cevap almak bile, liderlerimizin büyük bir lütfu idi) gerekçelerle karşılaştırıldığında en elle tutulur olan yanıt buydu.
Akşam olup grubumuzun lideriyle tanıştığımızda ise kampın, üstüne sual sorulamaz ve hiçbir biçimde değiştirilemez kurallarıyla da bütün bütün tanışmış olduk: Liderlerimize isimleri ile hitap etmek yasaktı, -herkesin heteroseksüel olduğu ön kabulüyle- karşı cinsle temas yasaktı, kamp içerisinde yapılan herhangi bir aktiviteye -bu aktivite bir eğlence dahi olsa (zorunlu bir eğlence, kulağa nasıl geliyor?)- katılmamak yasaktı. "Siyasetin" her türlüsü yasaktı, ("Bu dediğiniz kural siyasi bir alanın tam da göbeği!" demek tabii ki yasaktı!)
Hassas konularda konuşmak yasaktı! Aslında biz yine de şanslıydık, "ait" olduğumuz grubun lideri açık sözlü biriydi: "Arkadaşlar, burası bir tatil yeri değil. Böyle düşünüyorsanız şimdiden bavulunuzu toplayın. Bu kampın hangi kurum tarafından açıldığı belli. Açık söyleyeyim, bu kampın belirli amaçları var." En nihayetinde, daha ilk günden anladık ki, bu bir hafta boyunca ya kurallarla yaşayacaktık ya da…
Zorla eğlence
Benzer dikenli hudutlar ve ahlakçılıkla yoğrulmuş kurallar dizisi aynı şekilde devam etti. Kampın dördüncü yada beşinci gününde kantinde akşam yemeğimizi yerken bir lider gelip; erkeklerin, kadınların –tabii ki o kızların dedi– çadırlarının orta alanından geçmesinin yasak olduğunu söyledi hiddetli bir anında.
Bir erkek sesinin "yok artık" demesi üzerine gırtlağını yırtarcasına bağırarak ahlak dersini veriverdi hemen, kurallara uymayan, karşı çıkan dik kafalılık eden "o neden ki?" diye soran kamptan "postallanırdı"* ne de olsa. Fakat görülen oydu ki, bu "kural" hiç uygulamaya konulamadı çünkü kadınların çadırlarının çevrelediği alan zaten hemen hemen bütün açık alan etkinliklerinin yapıldığı alandı.
Kamp hayatımız yoksa bir haftalık mahpus hayatımı, diye sorduran diğer bir örnek her akşam o gün kampta kalan gurubun düzenlediği ve diğer gurupların da katılmak zorunda olduğu "eğlenceler"di. Saat 21.00 sularında herkes liderlerin bağırışları eşliğinde büyük çadıra toplanıyor, eğleniyordu. Düzenlenen oyunlar yada küçük skeçlerin ardından oyun havaları yada güncel çıstak çıstaklarla uslu uslu göbek atıyorduk.
Burada kampa gidenlerin belki de fark etmediği bir ayrıntıyı belirtmek iyi olacak: Bu eğlencelerde çalınan parçaların tamamı, her ne hikmetse Türkçe idi. Ayrıca kimi grupların hazırladığı eğlencelerin içinde kurtuluş savaşından karelerin, marşlar eşliğinde gösterildiği slayt gösterileri de neşemize neşe katıyordu. Hatta herhangi bir türkünün/şarkının ardından, 10. yıl marşıyla hoplanıp zıplandığına da şahit olduk.
Hangi ucundan tutarsanız tutun ironik bir durum olsa gerek. Bununla beraber, eğlenirken kazara tuvalete gitmemiz yada çadırdan herhangi bir şey almamız gerekirse kapı civarlarında denk gelinen bir lider muhtelif suallerle bizi zor dışarı bırakıyordu, elbette işimizi bitirir bitirmez koşa koşa geri dönmemiz şartıyla.
Eğlenceler sırasında eğer sükunet sağlanamazsa en dişli liderlerden biri taburenin üstüne çıkıp 18 yaş üstü iki yüzden fazla insana "arkadaşşşlaaar sessizlik" diye bağırıyor, çağırıyor, uyarıyordu, ara ara da şiiişt'ler pişşt'ler duyuluyordu sessizliğe davet için. Her gün bu sahne yaşanmasına rağmen, her gün aynı düzende o eğlenceler devam etti.
Açıkça baskı ortamı
Akla gelen bir diğer nokta yine liderlerin koydukları kuralların zaman zaman birbirini tutmadığını gösteren, sigara içen arkadaşların durumu. Sigara içilen belirli bir bölge olması gerekiyordu, fakat bu bölgenin neresi olduğu liderlerimizin kafasında pek net değildi. Bir gün bir lider, "Sigara şu bölgede içilecek." derken; 15 dakika sonra diğer bir liderin gelip, "Arkadaşlar burada sigara yasak. Gidin şu çadırın içinde için" deyişi de kampın tutarsızlıklar listesinde yerini aldı…
Yazılı olmayan kurallar dizisi, yapılmayan bilgilendirmeler, keyfi uygulamalar, ahlakçılık, her birimizin heteroseksüel olduğu ön kabulü ve tüm bunların getirdiği, bazı liderlerden gördüğümüz beş yaşında çocuk muamelesi… Eğer gençlik "deliliği", gençlik kampı –hele bu kamp bir yaylada ise- belirli anlamda "özgürlüğü" ve "kuralsızlığı" imliyorsa kafalarınızda, belirtmemiz gerekiyor ki, yaşadığımız en kural tanımayan dolayısıyla en güzel an, kamptan ayrılacağımız sabah bir inek yavrusunun elimizdeki çorbaya sulanırken, birimizin ayağına basıvermesiydi.
İstediğimiz mükemmel, tıkır tıkır işleyen bir kamp ortamı değildi elbet; ne bir hafta banyo yapmamaya takıldık ne temizlediğimiz tuvaletlere. Elbette bunlarla ilgili önceden bilgi sahibi olmayı isterdik ama ne yazık ki asıl kötü sürpriz bunlar değildi. Kötü sürpriz yukarda anlatmaya çalışılan ortam ve muameleydi.
Orada ahlakçılığın da ötesine geçen doğrudan doğruya baskıcı uygulamalar vardı, en basit suya sabuna dokunmayan konularda bile soru soramamak, fikrini söyleyememek, söyledi mi de tehdit edilmek/azar işitmek gariplikleri; gençlik kampı diye gittiğimiz yerde üstümüze çöreklenmişti. Sanki birileri tüm bu kurallar manzumesi içinde "şu gençleri" son bir kez daha silkeleyelim der gibiydi. "Unuttuklarını hatırlatalım!". Her şey bir 19 Mayıs müsameresi gibiydi maalesef.
Bu kadar olumsuzluktan sonra, kafanızda bir soru mu oluştu: Kamptan niye mi ayrılmadık?
Cevap basit: Öğrenciydik ve Trabzon'u gezmenin daha "ucuz" bir yolunu bilmiyorduk. Bu ekonomik ilişki de, üstüne gidilmesi gereken başka bir boyut ama biz gene "gençliğimizi" üstümüzden düşürmeyelim: Nasrettin Hoca'nın da dediği gibi; parayı veren düdüğü –istediği gibi- çalıyor, zahir(CV/YÖ/EÜ)
* Perihan Mağden'den...