Şimdi memlekette bu kadar sorun varken, evlilik mevzusu da nereden mi çıktı? Birden bire çıkıvermedi tabii ki. Çünkü bu sorun asırlardır var benim ülkem gibi ülkelerde. Dolayısıyla bu sorunu yaşayan, bu konuda yazan ben ne ilkim ne de son olacağım. Ama bu durum bir kez daha dile getirilmeli ve hatta ara sıra ve de mütemadiyen birileri tarafından yazılmalı, çizilmeli ki kendini kaybedenler, toplumsal farkındalığını yitirenler, yurdunun tarihsel gerçekliğini dününü ve bugününü sorgulamayan, geleceğini öngöremeyenler şöyle bir silkelenip kendine gelebilsin.
Durum şu: Birkaç aydır daraldım. Daralmak ne kelime boğuldum. Hani 2007 seçimleri ertesi Şerif Mardin’in merkez-çevre ilişkisini anlatan kuramından çıkarılıp, “mahalle baskısı” haline dönüştürülen şu meşhur baskıyı nihayet ben de yaşamaya başladım.
Benim evlilik misyonerleri olarak tabir ettiğim çevremdeki insanlar bir evlen, evlen tutturdular gidiyor. Üstelik tutturmak ne kelime tehdit ediyorlar resmen.
“Evlen, yoksa yalnız kalırsın.” “Evlen yoksa sonunda evde kitapların ve kedinle yapayalnız ölürsün.” “Çok okuma, çok bilme yeter artık, yoksa kimse seni almayacak” cümleleri, geliştirdikleri argümanın da temelindeki cümleler. Onlar bu cümleleri kuruyorlar ya, aklımdan neler geçiyor benim, neler.
Aklımdan geçenler
Neler mi geçiyor? Bir kere gelişiyor, büyüyor diye kendimi kandırmak istediğim ülkemin damarlarına nüfuz etmiş ve değişmesi sanırım imkansız gerici düşünceyi tekrar görüyorum. İkincisi ülkemin geleceğine dair umutlarımı yitiriyorum. Amma da yaptın, diyorsanız size tavsiyem yukarıdaki cümlelerin son ikisine bir bakmanız. Bu cümleler resmen kadın-erkek eşitsizliğinin bariz bir göstergesi değil mi sizce?
Hadi çekinmeyin, söyleyin. Sene 2008 ve biz itiraf edemesek de toplumumuzun içine sinmiş gerilik, kendini bu cümlelerde ele veriyor işte. Benim karşıma çıkıp, "Kadınlara Atatürk cumhuriyetle birçok hak verdi. Kadın toplumumuzda erkeğin yanındadır" demeyin. O şeklen öyle. Neden mi? Buyurun bakalım şu cümlelerin ne dediğine. Bakalım ama dürüstçe, önyargısız... Toplumun diline, ruhuna sinmiş düşünceyi, inanışı, eylemi görebilmek için bakalım. Ne mi diyor bu cümlelerde toplumu kadınına?
"Ey kadın, kadınlığını bil"
Diyor ki… Ey kadın, kadınlığını bil! Erkeğin önüne geçmeye çalışma. Senin yerin, erkeğin bir hatta birkaç adım gerisinde olmaktır. Her konuda haddini bil, hele mesele bilgi, iş yaşamı gibi alanlara gelince daha da bir haddini bil! Yoksa vay haline, vay ki ne vay! Mahallen sana öyle bir haddini bildirir ki şaşırır kalırsın!
Hani içim cız ediyor, üzülüyorum toplumsal geri kalmışlığımıza, dedim ya; gelin neden üzüldüğümü biraz açayım. Efendim, biz kadımıza sene 2008’de okuma, bilme hakkını dilsel de olsa çok görüyoruz ya… Peki eşitlik için uğraşanlar ne yapıyor? Mesela geçen gün gazetelerde okuduğum habere göre Norveç, şirketlere yöneticilerinin yüzde 40’ının kadın olması zorunluluğunu getiriyor. Ve bu kanunu gecikmeden hemen 2008, 1 Ocak’ta yürürlüğe sokuyor. Yine aynı Norveç bu yasayı çıkarmakla yetinmiyor ileri bir toplum olduğunu basit bir şekilde şu cümle ile gözler önüne seriyor: "Bu yasayı çıkarma sebebimiz kadının yöneticilikteki değeridir." Alkışlanası bu uygulama İsveç ve İspanya’da da var.
Peki Türkiye'nin durumu ne? Türkiye’de kadının iş gücüne katılımı yüzde 24, onun da yüzde 40’ı tarlada çalışıyor. Kamuda iş alımlarında öncelik erkeklerin ve zaten kamuda çalışanların yüzde 70’i de erkek. Kadın yönetici oranıysa maalesef sadece yüzde 7. Diyeceksiniz ki, AB’ye uyumlanma sürecindeyiz, bu oranlar düzelecek. Ben de diyeceğim ki size -düzelir ama kağıtta, kanunda düzelir, yani toplumun içine sinmedikten sonra neyleyim ben o kanunu?
Üniversitede bir hocamız vardı; derdi ki “Bir kelime dilinize yerleşmedikçe onu öğrendik sanmayın.” Ben de diyorum ki “Eşitlik toplumumuzun diline yansımalı ki kadınlar eşitliği yaşayabilsin.”
Evliliğin işlevleri
Şimdi diyeceksiniz ki evlilikten nerelere geldin? Evlilik aşktır, sevgidir, bağdır. Ele güne birlikteliğini mutluluğunu haykırmaktır. Yok, hayır hiç öyle değildir demiyorum size, ama genellemeyelim diyorum ben. Boşanmaların ne kadar çoğaldığını hatırlatarak bu söyleme bir şerh koyuyorum sadece.
Bir kere hatırlamakta yarar vardır ki “evlilik” Romalıların bir armağanıdır(?) dünyaya. Ancak zaman içerisinde dinin baskınlığıyla “evlilik” Yunan ve Roma dönemindeki anlamını yitirmiştir. Hıristiyanlık dönemine ait belgelerdeki yorumlar gösterir ki evliliğin iki amacı vardır:
Birinci amaç cinselliğin, tek eşlilik ve evlilik yoluyla üremeye yönlendirilmesidir. Neden? Antik çağlarda olumlu anlamlar yüklenen ve hazla ifade olunan cinselliği Hıristiyanlıkla birlikte dinin ve ahlakın katı kurallarının kontrolü altına alabilmek ve Viktoryen zihniyetle kadının cinselliğini bastırabilmek içindir.
İkinci amaç ise ekonomiktir. Ksenophon’un “İktisat Üzerine” adlı kitabı Antik Yunan’dan günümüze kalan en gelişmiş evlilik yaşamı kitabıdır ve Ksenophon burada evlilik ve ailenin temelinde oikos (1) kavramının yattığını anlatır. Erkek oikos’unu daha iyi yönetebilmek amacıyla evde çalışacak evi idare edecek ve de üreyerek hanenin devamlılığını sağlayacak bir kadına ihtiyaç duyar. Ve böylece evliliğin ekonomik temeli atılır. Tahmini zor olmadığı üzere bir eşitlik durumu söz konusu değildir bu evlilikte.
Kadını yönetme işi oikos sahibi erkeğin kontrolündedir. Şimdi bir düşünelim. Aktardığımız çağ ilk çağ. Peki bu çağda yaşanılanlarının sizce şu anla bir benzerliği yok mu? Hem de nasıl var. Mesela halen kanunlarımızda “eşim çalışmamı istemiyor.” savıyla işten ayrılmaya izin var. Yani halen oikos’ta ilk çağ mantığı ile yaşayan erkekler ve eğitilmiş ama bireyleşememiş kadınlarımız mevcut. Kocası çalışmasını istemiyor o da bu duruma boyun eğip işinden ayrılıyor. Üstelik daha da vahimi böyle bir durumda erkeğin yaptığı davranışı ayıplaması gereken toplum, vay be ne erkek adam karısına bakıyor. Onu evinin hanımı, çocuğunun (sanki çocuk kadının değil) anası yapıyor, mantalitesi dahilinde alkışlayabiliyor.
Gündüz iş, akşam yemek, annelik
Bu arada vurgulamak gerekir ki, zamane şehir erkeği uyanık. Karısı çalışsın istiyor. Hem çalışsın hem çok para kazansın, ama buna rağmen gündüz toplantıdan toplantıya koşturan o kadın, koşup evine gelsin, yemeğini yapsın, kocasının önüne koysun, çocuğuna anne olsun istiyor. Bu da yetmiyor akşam gidilen iş yemeğinde yine o aynı kadın pür bakımlı, hoş ve de zarif eşinin bir adım arkasında konuşmaksızın yer alsın istiyor.
Ne uyanık yurdum erkeği ve ne ezik yurdum kadını ki, bu erkeğin ona biçtiği bu rolü alabilmek için çırpınıyor, deliriyor, "Aman bir an evvel evleneyim" diye. “Televizyonlardaki evlendirme programlarına” malzeme oluyor. Ya da benim gibi bu rolü reddedip “mahallenin”, yalnız kalacaksın tehditlerine maruz kalıyor. Oysaki yalnızlık kişiyi korkutacak ve de arlandıracak bir durum değildir ve hatta bence toplumsal normlara karşı durmak için seçilmişse gurur duyulası bir durumdur.
Evliliğin içinde yapayalnızlık
Foucault ve Sennett ortak yaptıkları bir konuşmada üç tip yalnızlıktan söz ederler ve aslında yalnızlığının ne erdemli bir duruş olduğunun da altını çizerler. Onların birinci tip yalnızlığı, iktidarın üzerine oynadığı anormal ötelenmişlerin yalnızlığıdır. İkincisi, iktidara başkaldıranların yalnızlığı, üçüncüsü ise kendini bir yere koyamayan, kalabalıklarda yalnız bir başına, ayrıksı kalanların yalnızlığıdır. Bir de buna son yıllarda dördüncü bir tip daha eklenmiştir onu da ben şöyle ifade edeyim: Burjuva ahlakının dayattığı normlar kıskacında yaşayan, evlenememe-yalnız kalma korkusu ile evlenip, evliliğin içinde yapayalnız kalanların yalnızlığı.
Şimdi soruyorum size, toplum neden evlenen, toplumun genel ahlak kuralları çerçevesinde adım atan, biyolojik döngünün gereğini yapan kadını alkışlıyor da evlenmeyen, yalnız yaşayan kadını yuhalıyor? Ve neden toplum evlenmeyen erkeği yalnızlıkla tehdit etmez ve hatta bekar kalabildiği için onu toplumsal bir imrenmişlikle ödüllendirilir?
Foucault’un “Cinselliğin Tarihi” adlı külliyatında bu soruların cevabı basittir.
Der ki Foucault: Biyolojik iktidarın sahibi erkektir. Amma ve lakin bunun da bir son noktası var. Ona da “biyolojik modernlik eşiği” denilir.
İşte bu eşiğe ulaşan ve hatta onu aşabilen toplumlarda kadın siyasal stratejiler içerisinde erkekle birlikte yer alıyor. Yaşam sorumluluğunu kendi üstleniyor ve karşı dirençlere rağmen kendi iradesini gerçekleştiriyor. Bazı toplumlar kadının iktidar sürecine eşit katılımını azami kanunsal düzenlemelerle toplumsallaştırırken, bazıları kadının rızasını yazılı ya da yazısız pranga altına almak için elinden geleni yapıyor.
Bu da yetmiyor, sözlü kültürünün ona sunduğu imkanlarla birey olmaya çabalayan, kendi yaşam kararlarında sağlam duran kadını erkek egemen toplumsal zihniyetin bağnazlığıyla yıldırmaya çalışıyor. Ve ne yazık ki her yıldırmayı başardığı kadınla da farkına varamadığı ama sözüne ve düşüncesine sinmiş bu gerici zihniyetle toplumunu gün be gün geriye götürüyor. (BS/TK)
(1) Oikos: Ev, tarla, kısacası bir adamın sahip olabileceği bütün mallar.