Kabul etsek de reddetsek de, farkına varsak da bilmeden yaşasak da geçmiş travmalarımız kişisel hayatlarımızın geleceğini şekillendirmede önemli yer tutar. Freud’un ayrıntılarıyla ortaya koyduğu üzere hepimiz çocukluk dönemimizde yaşadığımız hayal kırıklıklarıyla hayatı tanırız aslında. Kendi başımıza bakabilmemizin ve hayatımızı tek başımıza sürdürmemizin imkânsız olduğu o çaresizlik döneminde bedenimizin doğal bir uzantısı olduğunu zannettiğimiz “bakım veren” kişinin bizden ayrı olduğunu görürüz. Dahası bu travma azmış gibi yatak odasının yüzümüze kapatılan kapısıyla anlarız bize ait olmayan o ayrı “parça”yı başka birisiyle paylaşmamız gerektiğini...
Hiç kuşkusuz yetişkini, çocuk ya da ergenden ayıran temel özellik, kendi travmalarıyla yüzleşebilmesi ve travmalarının yol açtığı korkulara teslim olmadan sorumluluk üstlenerek hayatını özgürce şekillendirebilmesidir. Ama bazen yetişkin olamaz insan: Yaşça değil akıl ve ruhça yetişkin olamaz. Saça sakala kır düşer, yüzde çizgiler derinleşir, nüfus cüzdanı eskir ama bir türlü yetişkin ol(un)amaz; bazen zaman içerisinde değişen bedenine güvenemeyen ve ondan utanan bir ergen gibi kendisine güvensiz ve çekingen, bazen de dünyanın merkezinde kendisinin olduğunu zanneden bir çocuk gibi egosantrik kalır. Eğer yetişkin olamama hali toplumun çoğunluğu tarafından paylaşılan bir duruma karşılık gelirse çok olmanın getireceği meşruiyetle, her bir kişinin tekil olarak sahip olduğu niteliklerin toplamından çok farklı bir bütünsel niteliğe ulaşılır: Çabuk öfkelenme, amaç ve arzularına ulaşmak için beklemeye tahammülsüzlük, yüksek derecede alınganlık ve korkularının var ettiği güvensizliği susturmak için mutlak gücün sadece kendisinin uhdesinde bulunduğunu düşünme hezeyanı kaplar dört bir yanı.
Türkiye’nin son dönemde giderek artan oranda milliyetçi ve otoriter bir diskura teslim olması, yaşamının hiçbir döneminde gerçek anlamda travmalarıyla yüzleşebilmeyi beceremeyen bir yetişkinin, korkularından kaçmak için ergenlik ve çocukluk dönemine regresyonunu düşündürüyor. Pekiyi nedir o zaman Türkiye toplumunu bu kadar korkutan travma?
Sanılanın aksine Türkiye toplumunun en büyük korkusu bölünmek değildir. Çünkü eğer öyle olsaydı, bölünmemek için devlet olarak geçen yaklaşık yüz yıllık dönemde bölünme tehlikesine yol açan sorun ya da sorunlarını çözerdi.
Oysa Türkiye toplumu, sağdan sola uzanan bir hat dahilinde hemen her dönem bölünmeye yol açabilecek en başat sorunu olan Kürt sorununu çözmemek ve daha kötüsü zaman geçtikçe içinden daha da çıkılamayacak hale getirmek için elinden geleni yaptı ve yapıyor. Gerçekten de Türkiye toplumu eğer iddia edildiği gibi bölünmekten korksaydı; Kürt asıllı yurttaşlarının adına Türkiye denilen bu ülkede yarına özgüvenle bakabileceği ve dahası bu topraklarda yaşayan her farklılığın kendisini eşit haklara sahip özde yurttaş olarak hissedebileceği bir toplumsal hayatı ekonomik ve siyasi olarak şekillendirebilirdi. Ama geçen yüz yıllık süreye bakıldığında kimi girişimlere rağmen kendisini bölebilecek sorunu temelden çözecek adımı gerçek anlamda hiç atmadı. O halde Türkiye toplumunun temel (kurucu) travmasının bölünmek olmadığını düşünmek daha doğru değil mi?
Görelim ki; Türkiye toplumunun temel korkusu bölünmek değil toprak kaybetmektir. Çünkü bu topraklarda nefes alabilme bahtını ve bahtsızlığını yaşanan her ölümlüye (her dönem) Milli Eğitim Bakanlığı tarafından büyük bir itinayla; atalarımızın Orta Asya’dan çıkıp bu yaban ellere gelmek zorunda kaldığı, ulaştıkları bu yeni topraklarda yedi düvele hükmeden muhteşem bir imparatorluk kurdukları, ancak Orta Asya’dan beri “dış güçler”in atalarımızın kurduğu bütün devletleri çekemedikleri ve bu nedenle içerideki kimi unsurları kışkırttıkları ve bu kışkırtmalar sonucunda da Türkler olarak gelip sığındığımız bu son toprağı dahi kaybedebilme tehlikesi yaşadığımız anlatıldı. Hiç kuşkusuz devamlı tekrarlanıp duran bu çarpık tarih anlatısında Orta Asya’dan kalkıp gelinen topraklarda gelmeden önce de birilerinin yaşadığı ya da örneğin Arapların aslında bize ihanet etmeyip aksine dünyadaki benzer süreçler gibi Fransız Devriminin etkisiyle bir milliyetçi uyanış yaşadıkları yer almadı. Hal böyle olunca sağ siyasette “dış güçler”, sol siyasette de “emperyalizm” okumaları hep aynı korkuyu derinleştirdi: “toprak kaybetmek”…
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş doktrini bu olunca geçen yüz yıllık sürede feodal sistemin toprak temelli siyasi örgütlenmelerinin (imparatorluk – ulus devlet) yeni dünya düzeninde ne anlam ifade ettiği, küreselleşme ve postmodernitenin yurttaş kimliklerinde nasıl bir değişime yol açtığı ya da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi benzeri yapılanmalar özelinde şekillenen yeni ulusötesi egemenlik kavramlarının ulus devlet paradigmalarında nasıl bir dönüşüme yol açtığı düşünülmedi ve düşündürtülmedi. Çünkü günümüz Türkiye toplumundan da -tıpkı yüz yıl öncesinde olduğu gibi- talep edilen ilk vazife “dahilî ve haricî bedhahlar”a karşı damarlarındaki asil kana güvenerek “Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmek”ti. Elbette temel görev “korumak” olarak tespit edilince, bu yapıya göre dizayn edilmiş Türkiye toplumu da neden dünyada herkesin bize düşman olduğunu, neden bıkıp usanmadan bizleri yıkmaya çalıştıklarını, (dıştakileri anladık da) içerideki “bedhah”ların neden bir türlü bitip tükenmediğini düşün(e)medi. Aksine toplum olarak temel varoluşunu, bu topraklarda “en son ocak” tüttüğü sürece her ne şart altında olursa olsun (gerekirse zorla) al sancağı dalgalandırmak olarak belirledi. Oysa Türkiye toplumunun zihinsel kodları, bu topraklar üzerinde yaşayan herkesin zorunlulukla değil isteyerek, gönülden, kıvanç duyarak, mutlu olarak, yarınlara umutla bakarak hepimizin sembolü olabilecek “al sancağı” dalgalandırmak olarak da şekillenebilir(di)...
Demokrasi ve özgürlüklerden her geçen gün uzaklaşan günümüz Türkiye’sinde yaşayan bizlere bir kez daha en temel travmamız “eğer durmaya kalkarsak kendimizi bulacağımız yer Sevr şartlarıdır” diyerek hatırlatılıyor. Acaba bu defa çocuk ya da ergen reflekslerimize tutsak düşmeden, bir yetişkin olarak sorumluluk alıp geleceğimizi özgürce şekillendirebilecek miyiz?
Ulusal milli marşına “Korkma” diyerek başlayacak kadar (toprak kaybetmekten) korkan Türkiye toplumu unutmamalıdır ki; korkunun ecele faydası yoktur ve dahası korkudan kurtulmak özgürlüktür. (OE/HK)