Tolga Karaçelik ismini özellikle “Gişe Memuru” ve “Sarmaşık” filmlerindeki başarısıyla duyurmuştu. Önceden de filmleriyle pek çok festivale katılan yönetmen, geçtiğimiz Ocak ayında ABD’deki bağımsız film festivallerinin başında gelen Sundance Film Festival’inde son filmi “Kelebekler” filmiyle “Dünya Sineması’ dalında “En İyi Film” ödülünü alarak ülke dışında da sinemasının başarısını itibarlı festivalde tescilledi.
Bununla birlikte Tolga Karaçelik, filminin daha çok şehirde insanlara ulaşması için sosyal medyada takipçileriyle tanıklık edenleri coşkulandırabilecek bir sanat örgütlenmesi içerisinde.
Tolga Karaçelik ile “Kelebekler” filmini ve film vesilesiyle insanlarla kurduğu yeni dili konuştuk.
"İnanç üzerine bir film"
“Kelebekler”de “inanç” kavramı kendini epey güçlü hissettiriyor.
"Kelebekler" inanç üzerine bir film. İlk düşünüleceklerden biri evet, kesinlikle inanç üzerine bir film. Babanın, kardeşinin seni sevdiğine, Allah’ın var olduğuna, sevginin var olduğuna, hatta birinin seni sevmediğine dair, hatırladığına, hatırlamak istediğine olan inanç var. Dolayısıyla inanç üzerine yarattıklarımıza dair.
Senin de neredeyse her sohbetinde vurgusunu yapmaya çalıştığın gibi “Kelebekler” ailedeki “baba” kavramını doğrudan anlatan bir film değil. Bununla birlikte önceki iki filminin de “Kelebekler” kadar daha fazla kişiye ulaşma şansı olsaydı, Gişe Memuru’ndaki baba, Sarmaşık’ta “beybaba” mevzularından sonra şu an “Kelebekler”i sarıp sarmalayanlar “Yine mi bir baba muhabbeti” diye söylenirler miydi sence?
Mutlaka söylenirlerdi. 36 senelik hayatımda öğrendim ki insanlar çok fazla şeye çok fazla söyleniyorlar zaten. Özellikle bu ülkede böyle.
Ana karakterlerin altı yaşındaki çocuk atmosferindeki oyunculukları da filmin güçlü yanlarından biri.
Bu film pek çok şekilde çekilebilirdi. Filmin içeriği itibarıyla karanlık çok konu var. İstedim ki bu konular karanlık olsa bile çocuk ruhtaki, büyüyememiş karakterler üzerinden bu konuları anlatayım. Patruşka ve matruşka muhabbeti oradan geliyor esasında. Büyüyememiş halleri empati kurmamızı sağlıyor o karakterlerle.
Filmdeki Suzan karakterinden bahsedersek.
Diğer iki karakter birbirini reddeden insan. O iki insanın zaten gittiklerinde reddedilecekleri bir köyde onları daha tanımadan, hatta tanımaya zamanımız bile olmadan içlerini açacak kimse yoktu. Benim bu iki karakterle ve seyirciyle irtibat kurabilecek bir karaktere ihtiyacım vardı. Filmin duygusal yanı için buna ihtiyaç duydum.
"Gişede de mücadele verilmesi gerektiğini farkettim"
Sundance Film Festivali’nden sonra filme dair sendeki baskın hal nedir?
Çok yorgundum. Artık bir limana girdim filmi bırakabilirim diye düşünüyordum. Pek öyle olmadı.
Arada bir dönüşüm oldu. Savaşımın bitmediğini fark ettim. Yeni filmini çeken Emin Alper, filmini çekecek Erol Mintaş, alttan gelen sinemacılar için mücadele edilmesi gerektiğini düşündüm. Gişede de mücadele verilmesi gerektiğini fark ettim.
Normalde film bittikten, anlatmak istediğim hikayeyi bitirdikten sonra kesiliyor bendeki alanda kalma isteği. Fakat bu kez insanların da bu filmi sahipleniyor olmaları bana daha fazla güç verdi. O zaman dedim ki kendi kendime; “Bu filmi pek çok kişiye ulaştırabilirsem çoğunluğun algısındaki kalıplaşmış festival filmi algısı bizim filmler için de yıkılır.”
"İnsanlar kendilerini bu ülkede yalnız hissediyorlar"
Tam da bu noktada son zamanlarda bir direnişçi, sanat direnişçisi olarak ettiğin mücadeleden bahsedelim isterim. İnsanları örgütleyerek filmini gösterilmesini arzuladığın şehirlerde insanlarla buluşmasını sağladın. Buna devam da ediyorsun.
Sanatçının umut da vermesi gerekir. Bazen farklı noktalara kapılıp umut konusunda eksik davrandığımızı düşünüyorum. Bunu bir misyon olarak yapmıyorum. Bir araya geldiğimizde güzelleştiğimizi biliyorum. Filmi de bu yüzden böyle çektim. Bu film sayesinde biraz daha bir araya gelelim istedim. İnsanlar kendilerini bu ülkede yalnız hissediyorlar.
Sen sık sık yalnız hisseder misin kendini?
Hep arkadaşlarım olmasına rağmen üstünden gelemediğim bir histir bu. Ben hayatım boyunca kendimi yalnız hissettim. Hep böyle hissettim.
Yalnızlığın hayatındaki karşılığı çekip gitmek, susmayı tercih etmek mi; karşılıklı otururken o kişinin suratına bakmamak gibi tavırlara benzer mi? Nasıl yaşarsın?
Yalnız hissettiğim için oturup yazmaya başladım. İlk nasıl fark ettiğimi anlatabilirim aslında. Arkadaşıma bir şey anlatmaya çalışmıştım. Arkadaşım söylediğim şeyi anlamadı. Söylediğim şey benim için önemliydi, duygusal bir paylaşımdı. İlk yaptığım şey kalem, kağıt almak oldu elime. Hissettiğim şeyi anlatmak istiyordum. O deneyimimde bir baktım ki aslında yazdığım şeyi havaya yazıyorum. Boş sayfanın üzerine aslında havada kalan kelimelerin gölgesi düşüyordu. Belki de bu yüzden sıkışmış karakterler yazıyorum.
Bartu Küçükçağlayan ile Galatasaray maçlarına gittiğinizi okudum. Bir futbol takımı teknik direktörlüğü ile yönetmenliğin benzer yanları olduğu düşünülebilir mi?
Evet, kesinlikle düşünülebilir. İnsan idare etmek bu işin en önemli kısımlarından biri. Aynı iş için inanmış insanların bir araya gelmesi, insanları inandırıp bir araya getirmiş olmak, işin sadece sonucu için değil süreci için de önemli. Süreci böyle götürmüyorsan, senin doğrularına uymuyorsa o sonuç istediğin şeye varmaz. O konuda umarım hayatımın sonuna kadar ahlaklı kalırım. Mahcup olacak bir şey yaptığımı sanmıyorum.
"Kelebekler' güzel bir top sürme eylemi"
Sence “Kelebekler”le seyircinin kapalı köşesine mi yoksa ters köşesine mi gol attın?
Sarmaşık’tan sonra Kelebekler’i düşünürsek beklenen şeyin gerçekleşmesi, iktidar kurması benim sinirimi bozar. Her türlü iktidar benim sinirimi bozar. Sarmaşık’ı çok severseniz bilin ki ilk ben terkedeceğim gemiyi. Çünkü yediğin kaba pisleyebilmelisin sanatçıysan eğer. Bu durumda bakarsan bilemiyorum. Ama sırf “Kelebekler” üzerinden değerlendirirsem bu film, gol atmaktan daha çok güzel bir top sürme eylemi diyebiliriz.
“Kelebekler”in yarattığı bu tılsımlı coşkunluk hali her seansta bir başkasına ulaşırken senin bu durumu şaşkın değil de sanki merakta biri olarak bu karşılaman kendine büyük özgüven duyduğunu düşündürüyor.
Ben kimse beğensin diye film çekmiyorum. Kimse sahiplensin, ödül versin diye de çekmiyorum. Ben zaten yönetmen olacağım diye de yola çıkmadım. Ben hikayeyi anlatmak istiyordum. Hikaye geldiği zaman yaparım bunu. Diğer türlü sakin sakin otururum. Yoksa balıkçı filan olurum. Çünkü bu bana ne maddi bir kazanç sağlıyor ne de sağlığımı destekleyen bir durum olarak hayatımda.
Garip bir şekilde insanların bu filmin etrafında toplanması mutlu ediyor. Keyfim yerinde, çünkü hikaye anlattım. Bu olabilir.
İlham aldığın pek çok yönetmen var.
Evet çok var. Federico Fellini’yi beğenirim. Stanley Kubrick , Ingmar Bergman benim için çok ayrı yerde. Kendini taklit etmemek, tekrar etmemek üzere özellikle beğendiklerim. Oyuncu yönetimi konusunda Elia Kazan, Andrei Tarkovsky başkadır.
Ama bir yönetmeni baştan sona dek sıkılmadan izliyorum desem yalan olur. Çünkü görüyorum neyin yanlış ve eksik olduğunu. Aslında bu da hoşuma gidiyor. Ben zaten filmlerimin kusursuz olmasını sevmiyorum. Mesela müzik kusursuz olmalı, kayıtlar berrak olmalı gibi şeyleri sevmiyorum. O zaman çok mekanik oluyor. Dokunamıyorsun, hissedemiyorsun. O yüzden o eski filmlerde kusursuzluk olmadığı için daha çok hoşuma gidiyorlar.
Bergman bir söyleşisinde, “Amacıma ulaşmak için yeteneğimi sömürebilirim, başka yol bulamazsam çalabilirim, sanatıma yardımcı olacaksa arkadaşlarımı öldürebilirim” diyor. Yıllar sonra Bergman’a bu söylediği hatırlatıldığında “Biri kendinden emin değilse, pozisyonu hakkında, sanatı hakkında şüpheleri varsa, kendini daha güçlü ifade edebilme yetisinin peşinde koşar” diye cevaplıyor. Sen hiç sanatını savunmak zorunda kaldın mı?
Savunmak denilen şeyi ben sette gerçekleştiriyorum. Sette bir yanımı çok güvende hissederken diğer yanımı çok güvende hissetmiyorum. Penguenler suda ne kadar mutlularsa ben de o kadar mutlu oluyorum. Karada paytak paytak yürürler. Karada zaafları olan her şey suda işlerine yarıyor ya bende de durum böyle. Sette o yüzden penguen kadar mutluyum.
Mesela sete sağ ayağımla girerim, kimse bilmez. Tabii okuyanlar öğrenmiş oldu. Setten çıktıktan sonra şükrederim akşam yatmadan önce. Beni mahcup etme, derim. Hep bunu derim kendi kendime. Korkarım sette yani. Mesela film başlamadan hemen önceki akşam, en nefret ettiğim akşamdır. Sinirliyimdir, kimseyle konuşmak istemem.
"Bir serçe gelip kondu omzuma"
Sette çekinirler mi senden?
Ben onları seviyorum aslında, bunu hissediyorlardır herhalde.
Sette işler yoluna gitmediğinde atmosferi nasıl olur?
Mesela bağırmam. Çok azdır bağırdığım zamanlar. Zaten sürekli bağırarak iş yapıyorsan, orası senin alanın değildir. Kifayetsizsindir. Kifayetsiz insanlar öyle bağırırlar durmadan. Yönetmen yardımcılarımdan çok duyduğum şey, bir şey hoşuma gitmediğimde sadece bakıyormuşum. Öyle bir bakıyormuşum ki ortadan yok olmak istiyorlarmış.
Birlikte çalışacağın insanlarda öncelikli olarak nelere dikkat edersin?
İyi insan olmaları önemlidir. Birlikte çalışırken onlardan şüphe etmeyeceğim insanlar olmalı. Ahlaklı olmalılar. Çünkü sette yalnız biri değilim ben.
Mesela “Kelebekler”in müziğinde imzası olan Ahmet Kenan Bilgiç yakın arkadaşın değil mi?
Ahmet benim uzun yıllardır arkadaşım. Mesela onunla istediğim şeyi rahatlıkla paylaşabiliyorum. Benim istediğim gibi olmadığında aman nasıl karşılar diye düşünmeden, istediğimi doğrudan, söyleyeceğimi dolandırmadan kendisiyle paylaşabilirim. Bu süreç çok hızlıdır. Böylece zaman kaybetmeden istediğime onunla hemen ulaşabilirim. Böylece çok daha verim alabiliyoruz.
Çünkü birlikte çalıştığımız insanlarla önceliğimiz çekmeyi istediğim film olmalı diye düşünürüm.
Filmlerine dair unutmadığın bir anın var mı?
Gişe Memuru’nu çektiğimiz dönemde bizim ofis Tophane’deydi. Bir güvercin içeri girip masama konmuştu. Sarmaşık’ı çekmeden önce de omuzuma serçe konmuştu. Kelebekler’de de bir serçe gelip kondu omuzuma. Değişik tabi. (AÖİ/BK)