Günlerdir Kürt sorununda yaşanan yeni kriz ve savaş halinin nasıl sonlanacağına, yeniden barış ve müzakere masasının kurulup kurulmayacağına dair değişik görüşler kamuoyuna yansıyor. Çoğunluk yaşananın tam bir kopuş hali olduğunu düşünse de birlikte yaşam koşullarının yeniden tesisi ya da ölümlerin durması için tarafların bir an önce haziran öncesi konuma çekilmesini, bir müzakere masasının kurulmasını talep ediyor.
Cizre’de, Silopi’de, Sur’da ya da her an yenisinin eklenebildiği kent ablukaları ve çatışmalarında yaşanan şiddet düzeyinin yüksekliği, ölümlerin, ölme biçimlerinin, saldırı hedeflerinin uçurumlaştırıcı etkisi altında bu konuyu konuşmak hem aciliyet hem de güçlük taşıyor. Acil; çünkü bu şiddet anaforu sürdükçe insanlar ölüyor, doğa, tarih ölüyor, insanlık çürüyor, gelecek kayboluyor. Geri dönüşsüz ve telafisiz kayıplar dağ gibi büyüyor.
Güç; çünkü silah ve şiddetin tavan yapan sesi karşısında “barış”, “masa” sesleri duyulamadığı gibi şiddetin kurduğu hegemonya sorunun ve hakikatin kalın tabakalarla örtülmesini sağlıyor. Bu yüzden “Kürt sorunu yok, terör sorunu var”, “Halk değil, terörist var”, “yaşanan Savaş değil güvenlik tesisi”… Bu yüzden yaşamını yitirenler terörist, yıkılan ev ve tarih değil hendek-mevzi… Uzatılabilecek bu listenin uzanmayacağı tek yer hakikat olacaktır. Çünkü Temmuz’dan bu yana yaşadığım bölgede Kürt sorunu da çözümü de artık farklı hakikatler inşa ediyor. Üç ay önce hendeğe tepki gösterenlerin bugün hendeği bir öngörü, dün masanın sonucu olarak görenlerin özerkliği, bugün masanın asgari ve hatta açılış talebi olarak görmesi tam da bu durum ilgili.
Kürt sorununu iki yıl önceki parametrelerle tartışmak, çözümü o dönemin gerekleri içinde tanımlamak da, tartışmak da güçleşiyor. Çünkü savaş; sorunun da, çözümün de, muhatapların da çehresini değiştiriyor, dönüştürüyor.
Çözüm süreçlerinin her bozulan aşamasının daha güçlü ve yaygın şiddet olarak döndüğü, bu şiddetin inşa ettiği yeni hakikate göre bir çözüm biçiminin düşünülmek zorunda olduğu tecrübeyle sabittir. AKP iktidarının bu yeni süreci başlatırken bu tecrübeden kendi lehine kimi sonuçlar devşirmek istediği açık. Uygulamaya koyduğu savaş konsepti ile sorunun ve çözümün tanımlanma hallerini asgariye çekecek, “kendi içinde halledecek”, Cumhurbaşkanının çokça kullandığı biçimde “temizleyecek” bir sonuç meram ettiklerine dair o kadar çok kanıt var ki! Bu savaşın biçimi bile başlı başına bu meramı söylüyor! Üstelik yaşananlar çok önceden planlanmış, gayet bilinçli uygulanan bir ajandanın ürünü olarak görünüyor.
***
Savaşın biçiminden neyi kastettiğimi özetleyeyim: Bu yeni savaş konseptinde dikkat çeken birkaç temel unsur var.
İlki; yönelimin olduğu ilçeler, illerinin siyasal-kültürel kimliklerini üst düzeyde temsil eden yerler. Ayrıca Cizre, Silopi, Nusaybin gibi kentler hem Rojava’ya hem de Federe Kürdistan Bölgesine sınır! Jeo-stratejik değer bile buralara dönük insansızlaştırma ve bir nevi tampon oluşturma arzusunu düşündürüyor. İkincisi; Varto gibi birkaç ilçe dışındaki yerlerde aynı zamanda HÜDA-PAR taraftarlarının yoğunlaştığı mahalleler mevcut.
Üçüncüsü; bütün çatışmalarda çocuklar, kadınlar gibi toplumsal yaşamın ve kimliğin kurucu, sürdürücü aktörleri kolaylıkla hedef alınabildiler. Zira HDP Milletvekili Faysal Sarıyıldız’ın paylaştığı bir veriye göre; 16 Aralık’tan 4 Ocak’a kadar yani salt 18 günde; Cizre’de 29 yurttaş (bunların 9’u kadın,1’i bebek, 3’ü küçük çocuk), yine aynı tarihlerde Silopi’de 24 yurttaş (bunların 5’i çocuk,5’i kadın) yaşamını yitirmiş. Yani 18 günde iki ilçede toplam 14 kadın ve 9 çocuk katledilmiş. Yine bir başka veriye göre son 6 aylık savaşta 58 çocuk katledilirken, 57’si yaralanmış. Yine Özgür Kadın Kongresi’nin (KJA) açıkladığı verilere göre ise savaşın başladığı 25 Temmuz’dan bu yana 75 kadın katledilmiş. Bunların 34’ü son dönemde yaşanan abluka bölgelerinden.
Dördüncüsü; bu bölgelerde kimliği ve kültürü temsil eden tarih, doğa ve yaşam mekanları tank da dahil pek çok ağır silahla hedef alınıyor. İlk olarak çoğunluğunun kent dışından getirildiği belirtilen Polis Özel Harekatıyla (PÖH) başlatılan çatışmalar ve savaş hali, Diyarbakır Baro Başkanı Tahir Elçi’nin katledildiği 28 Kasım’dan sonra askerin (Jandarma Özel Harekatı - JÖH) ağır silahlı katılımıyla beraber yeni bir aşamaya taşınıyor…
Bugün kuşatılmış kentlerde yürüyen savaş, Ömer Ağın’ın 7 Ocak’ta Özgür Gündem gazetesindeki köşesinde tariflediği biçimiyle Kürt sorununu “teritoryal soykırım”ın eşiğinde yeniden biçimlendiriyor. Salt kültür-kimlik odaklı etnik yapıyı değil, sosyo-coğrafik yapıyı ve kimliksel özdeşlikleri tahribi de içeren bu kırım biçimini Sur’da, Cizre’de, Silopi’de son haftalarda tüm yönleriyle yaşar olduk. Kürt sorunu teritoryal soykırımın eşiğinde yeniden inşa olurken; polisten askere doğru kayan savaş aktörlüğünün Türkiye siyasetinde yine ve yeniden Perinçekli, asker-polis vesayetli güç odaklaşmasına, gladyo yapılanmasına muazzam bir alan açarken, kuşkusuz çözüm parametreleri ve argümanları da farklı biçimde inşa olacaktır.
Özetle AKP iktidarının bölgede JÖH-PÖH’lerle, ağır silahlarla yürüttüğü savaş, ortaya çıkan ruhsal, fiziksel, coğrafik, Kültürel, psikolojik kırım; Kürt sorununun çözümünü “daha kolay ve kendi içinde halledilir” olmaktan uzaklaştırdığı gibi, çok daha güçleştiriyor.
***
AKP iktidarı bu savaşa başlarken genel kanı; büyük bir savaşla Kürt siyasal hareketi önderlikli muhatabın zayıflatılarak masanın oluşmasını arzuladığı yönündeydi. Ancak Mayıs ayı sonlarında, İmralı’da çözüm sürecinin devleti temsil kurumlarından olan Kamu Güvenliği Müsteşarlığı’nın (KGM) bölge STK’larına yaptığı bir ziyaret var ki meramın zayıflamış bir muhataptan çok muğlaklaştırılmış ve ikame edilmiş yeni muhataplıklar yaratmak olduğunu da ilan eder nitelikteydi.
26 Mayıs da SAMER’i de ziyaret kapsamına alan KGM heyetinden 4 kişi ilk olarak koruculuk hakkında ne düşünüldüğünü, barış sürecinde koruculuğun lağvedilmesi meselesine bölgenin yaklaşımlarını öğrenmek istediklerini belirtmiş; Sürece korucuların, sivil toplumun katılım ve muhataplık biçimine ilişkin nabız yoklayıcı sorularından sonra esas olarak tartışmayı HÜDA-PAR’a getirivermişti. Soru şuydu “Çözüm sürecinde HÜDA-PAR’ın muhataplığına, masada bir aktör olarak yer almasına nasıl yaklaşılır?” Aslında görüşme boyunca bölgedeki Kürt siyasi hareketi dışındaki aktörlerin olası muhataplığına dönük nabız yokladığı her halinden belli olan heyet; HÜDA-PAR konusuna gelince daha kararlı bir tona sahipti. HÜDA-PAR ve Hükümetin tercih edebileceği kimi sivil aktörler üzerinden oluşacak olası bir yeni muhataplığa bölgeyi hazırlama isteğini dışa vuruyordu. Bu tarih de KGM heyetinin bölge temasları ve meram ettiklerine dair haber analiz ANF’de de yer bulmuştu.
Bu teması neden hatırlattığıma gelince: İlk nedeni tırmanan savaş içerisinde açığa çıkan çözüm ihtiyacına seslenen inisiyatiflere hükümetin; “Son 6 aydır yaşanan savaş ve özyönetim söylemleri nedeniyle PKK’yi, İmralı’yı, HDP’yi muhatap almayacaklarına, kendilerine yakın Kürtler ve STK’lar içerisindeki kimi temsilleri muhatap alacağına” dair açıklamalarının basına yansımış olması.
Oysa 25 Temmuz’da başlayan savaştan çok önce İmralı Sürecinin bittiğinin resmi ilanının henüz yapılmadığı Mayıs ayı içinde, üstelik gelen heyetin “HDP gidemese de biz hala İmralı ile görüşüyoruz” dediği bir dönemde AKP iktidarının meramı zaten bu ikame edilmiş ve dönüştürülmüş muhataplık meselesiydi. Seçimden sonra hükümet Kürt sorununda çözüm için savaştığı gücü değil, yanında duranları aktörleştirerek karşısına oturtup bir tür “al gülüm ver gülüm” çözümü aslında düşünüyordu. Kürt kimlikli muhatapları çoğaltırken, çoğalmış aktörler arası çelişkilerden faydalanmayı umuyordu. Bunun için ise her şeyden önce PKK ve parlamentoda temsil bulan Kürt siyasi hareketinin zayıflaması denklem dışı kalması gerekiyordu. Yani yaşananlar ve bugün söylenenler gayet planlı bir ajandanın uygulanmasından başka bir şeye denk gelmiyor…
İktidarın sorunun temel aktörlerini devre dışı bırakması, içeriğini ve muhataplığını lehe dönüştürmesi için girdiği büyük savaş; ne var ki en fazlada kendisi aleyhine dönüştürücü bir işlev görmeye başladı. Bir yandan Kürdistan kentlerindeki abluka ve savaş, “teritoryal soykırımın” eşiğinde Kürt sorununu ağırlaştırarak dönüştürürken, devlet iktidarındaki güvenlikçi vesayet kanalları da hızla aktörleşerek siyasal sahneye geri dönüyor. Bu oldukça parçalayıcı ve uçurumlaştırıcı konseptin sürdürülmesi halinde iktidarın artık kendi güç odaklarındaki değişimi ve dönüşümü de hesaplaması gerekiyor. Tek kişilik iktidarın, başkanlığın üzerinde inşa edildiği zemin olarak işlevlendirilmek istenen Kürt sorunu ve savaş; siyasetin yanına JÖH’ü, PÖH’ü olan bir dizi gladyo vesayetini de inşa etmiş oluyor… Elini veren kolunu kaptırmış görünüyor. (YG/HK)
* Fotoğraf: Anadolu Ajansı Arşiv