Fordist sermaye birikim rejimi I. ve II. Paylaşım Savaşları arasındaki dönemde Amerika Birleşik Devletleri'nde (ABD) ortaya çıktı ve II. Paylaşım Savaşı sonrasında gelişmiş kapitalist ülkelerde yaygınlaşarak, 1970'lerde de yeni sanayileşmiş ülkeleri etkisi altına alarak dünya ekonomisinde merkezi/belirleyici sermaye birikim rejimi haline geldi.
Fordist sermaye birikim sürecinin istikrarının sağlanması için, devlet kitle üretimini ve buna uygun toplumsal talebi düzenlemeye, iç pazarı denetlemeye çalıştı, ülkenin döviz değerini kontrol etti, doğrudan üreticilerin muhalefetini sistemin içinde tutarak kurumları ve düşünceleri yaşatmaya, desteklemeye çalıştı.
Bu işlevleri yerine getirebilmek için devletin bunlara uygun ekonomik araçlarının olması gerekir. "Refah devleti" olarak nitelenen yapılanma içindeki toplumsal hizmetler ve Kamu İktisadi Teşekkülleri (KİT) bu çerçevede değerlendirilebilir.
Fonlar borç piyasası yarattı
1970'lerin başında altın-dolar ilişkisine bağlı uluslararası para sistemi, Bretton Woods çöktü, sabit kur sistemi yerini dalgalı kur sistemine bıraktı.
Döviz fiyatlarının ülke ekonomilerinin göreli hareketlerine göre dalgalanmaya başlamasıyla oluşan spekülatif ortamda, döviz piyasaları küreselleşmeye başladılar. Aynı dönemde ortaya çıkan petrol krizinin etkisiyle oluşan ve Avrupa bankalarında biriken fonlar, değerlenmek için kendilerine pazar ararken azgelişmiş ülkelere yönelerek uluslararası bir borç piyasası yarattılar.
Bu sermaye hareketi, metropol ülkelerde yaşanan kârlılık ve üretkenlik krizinin etkisiyle kendine ucuz ve disiplinli işgücü arayan sanayi sermayesinin uluslararasılaşmasının hızlanmasıyla çakıştı.
Bu uluslararası borç piyasasında dolaşan mali sermaye, gelişmiş ülkelerin, Uluslar arası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası gibi kuruluşların da etkisiyle, çokuluslu şirketlerin çevre ülkelerde, ucuz/disiplinli işgücü bölgelerine göçünü desteklemek için de kullanıldı. Bu ortamda uluslararası borç piyasası hızla büyümeye ve küreselleşmeye başladı.
Mali sermayenin küreselleşmesi
Dünya ekonomisinde banka sermayesi giderek büyüdü, metropol ülkelerde üretken yatırımların kârlılığı düşük olduğu için, mali sermaye spekülasyona sıkışarak genişledi ve sermaye hareketleri küreselleşmeye başladı. Bu küreselleşme süreci içinde, ekonomik büyümenin yavaşlamasına koşut olarak krediye talep arttıkça mali sermayenin gücü artacaktı.
Bu ortamda mali sermayesinin en önemli gereksinimi, sermaye dolaşımının önündeki engellerin kaldırılması, yabancı sermaye yatırımlarının kolaylaştırılması ve güvenli bir hale getirilmesiydi.
Bu nedenle mali sermayenin ve küreselleşmenin temsilci ve savunucuları, giderek daha çok, ulusal devletlerin ekonomi üzerindeki otoritesinin yerine piyasa otoritesinin geçmesini ve politik otoritenin, piyasa mantığına bağımlı olmasını istiyorlardı. Bu piyasa, küreselleşen bir piyasa olduğu için, iktidarı kurulacak olan da küresel bir piyasaydı.
"Yapısal uyum programları"yla yoksullaşma
1980'lerin başında borç krizi, genel yapısal krizin dünya ekonomisinde genelleştiğini ve azgelişmiş ülkeleri de pençesine aldığını gösteriyordu. Azgelişmiş ülkelerdeki dış borç ödeme zorunluluğu ve yabancı kaynak bulma gereksinimi altında, IMF ve Dünya Bankası "yapısal uyum programları" çerçevesinde bir dışa açılma, dış dünyada rekabet etmek için işçi haklarına saldırı, iç kaynakları ihracatı ve yabancı sermaye girişini desteklemek için dışa yöneltme çabasıyla da bir yoksullaşma başladı.
Özetle, 1980'lerde sermaye hareketlerinin serbestleşmesinin önündeki engellerin kaldırılması ve işçi hareketinin 1950'lerden bu yana elde ettiği kazanımların budanması için şiddetli bir saldırı başlamıştı.
Kısaca belirtmek gerekirse, küreselleşme sürecinin hızlandırılmasının tabanı özellikle 70'li yıllarda oluşturulmuş, 80'li yıllarda sermayenin uluslararasılaşması salt üretim sektöründe, mali sektörde de hızlanarak yeni boyutlar kazanmıştır.
90'lı yıllarda ise giderek artan sermaye fazlası, üretken alanlardaki tıkanıklıklar nedeniyle spekülatif alanlara kaymaya başlamıştır (S. Sönmez, 2001).
Özelleştirme: Küreselleşmede temel araç
Özelleştirme, 1950-70 döneminde gelişen ve dünya ekonomisinde yaygınlaşan sermaye birikim rejiminin, 1970'lerde başlayan krizine çare ararken ortaya çıkan bir politikadır. Serbestleşme, kuralsızlaştırma ve özelleştirme iktisadi-mali küreselleşmenin ana öğeleri ve araçları olup, çok kapsamlı ve karmaşık toplumsal ve siyasal etkiler doğurmaktadırlar.
Özelleştirme, küreselleşmenin temel araçlarından birisi olarak, uluslar arası mali kuruluşların ve çokuluslu tekellerin öngördüğü "yapısal uyum programları" kapsamında gündeme getirilmiştir.
Sermaye hareketlerinin önündeki tüm engellerin kaldırılması eylemine bağlı olarak, devletin küçültülmesi, sosyal devletin ortadan kaldırılması ve kamusal denetimin yok edilmesine yönelik özelleştirme programları uygulamaya konmuştur (TMMOB, 2001).
Özelleştirme devletin ulusal ekonomi üzerindeki denetimini azaltırken aynı zamanda yabancı, küresel mali sermayenin giriş-çıkışını kolaylaştırdığı ve hatta borçlanma gereği nedeniyle teşvik ettiği için, devlet politikalarını küresel sermayenin gereksinimlerine göre biçimlendirmeye zorlar ve devletin küresel mali sermaye karşısında göreli bağımsızlığını azaltır. Genel olarak çalışanların örgütlerini zayıflatarak yaşam koşullarını ağırlaştırırken emperyalizmin ve uluslar arası mali oligarşilerin iktidarını güçlendirir (Yıldızoğlu, Nisan 1996).
Uygulamada, özelleştirmenin birtakım somut amaçlara yönelik olduğu görülmektedir. Bu amaçlar üç alt başlıkta toplanmaktadır: ekonomik, toplumsal ve siyasal. Ekonomik amaçların başında, serbest piyasa koşullarının yaygınlaştırılması gelmekte; buna ek olarak, kamu girişimlerinin devlet bütçesi üzerindeki olumsuz etkilerinin giderilmesi ve sermaye piyasasının güçlendirilmesi de ekonomik amaçlar olarak sıralanmaktadır.
Toplumsal amaç, mülkiyetin geniş kitlelere yaygınlaştırılması yoluyla servet dağılımını daha dengeli bir duruma getirme biçiminde belirtilmektedir. Son olarak, özel mülkiyet anlayışının egemen kılınması ve "istenmeyen" siyasal eğilimlerin önlenmesi de özelleştirmenin siyasal amacını oluşturmaktadır (Kepenek, 1993).
ANAP'la başlatılan özelleştirme
24 Ocak 1980 Kararlarıyla başlatılan "istikrar ve uyum programları" ile birlikte ekonomik, toplumsal ve siyasal boyutlarıyla Türkiye'nin gündemine giren özelleştirme, ülkenin somut gerçeklerinden hareketle geliştirilen bir araç değil, Türkiye kapitalizminin dünya kapitalizmiyle bütünleşmesini artırmak ve sermayenin sömürü olanaklarına yeni katkılar yapmak için getirilen bir çaredir ve 12 Eylül askeri rejimi eşliğinde gerçekleştirilebilmiştir.
Türkiye'de özelleştirmeye ilişkin ilk hazırlıklar 1983 sonrasında, Anavatan Partisi (ANAP) iktidarlarıyla birlikte başlatıldı. KİT ile ilgili yasa gücündeki 233 sayılı kararnamenin çıkarılmasıyla özelleştirme yolu da açıldı.
Özelleştirmenin yol ve yöntemini hazırlamak için de yabancı danışmanlık firmalarına çağrı yapıldı. Bu konudaki çalışmaların en kapsamlısı, 1985 sonunda hükümete verilen Morgan Guaranty Bank'ın "Özelleştirme Ana Planı"dır. Özelleştirme, bu plandaki önerilere bağlı kalınarak yürütülmüştür.
Tarımsal KİT'lerin özelleştirilme önceliği
Özelleştirme Ana Planı'nda tarımsal KİT'lerin satış öncelikleri şöyle belirlenmiştir:
* Birinci derecede öncelikli KİT'ler: Yem Sanayii (YEMSAN), Tarım İşletmeleri Genel Müdürlüğü (TİGEM)
* İkinci sırada öncelikli KİT'ler: TSEK, Et ve Balık Kurumu (EBK), Orman Ürünleri Sanayi A.Ş. (ORÜS), Çay Kurumu (ÇAYKUR), Türkiye Gübre Sanayi Anonim Şirketi (TÜGSAS), Türkiye Şeker Fabrikaları A.Ş. (TŞFAŞ)
* Üçüncü sırada öncelikli KİT'ler: Toprak Mahsulleri Ofisi (TMO), Türkiye Zirai Donatım Kurumu (TZDK)
Özelleştirme programına alınan tarımsal KİT'lerin özelleştirilme sıralamasında zamanla kimi değişiklikler yapılmıştır.
Ekonomik Önlemler Uygulama Planı
KİT'lerin özelleştirmelerine ilişkin ilk somut yasal düzenleme 28 Mayıs 1986'da yayımlanan 3291 sayılı yasadır. Yasaya göre KİT'in özelleştirilmesine Bakanlar Kurulu, bunlara bağlı müessese, bağlı ortaklık ve işletmelerin özelleştirilmesine de Toplu Konut ve Kamu Ortaklığı Kurulu yetkili olacaktı.
1994 yılında KİT'lerin özelleştirilmesi ya da kapatılmasını da öngören ve hangilerinin kapatılacağının da yer aldığı 5 Nisan'da ilan edilen "Ekonomik Önlemler Uygulama Planı" belli bir sürecin beklenen bir sıçraması oldu.
27 Kasım 1994'te yayımlanan 4046 sayılı yasa devletin tüm mal ve varlıklarının özelleştirilmesini getirdi. Bu yasa ile özelleştirmenin ideolojik ve sınıfsal, yine uluslararası mali kuruluşlara ne denli bağımlı olunduğunun tüm nitelikleri ortaya kondu (Petrol-İş, 1995).
Özelleştirmede temel amacın "piyasa güçlerinin ekonomiyi harekete geçirmesine olarak verilmesi ve verimliliğin artırılması" olarak açıklanmasına karşın, gerçek amaç, sermayeye birikim alanı yaratmak olarak ortaya çıkmıştır.
Özelleştirme sermayenin kamuya karşı giriştiği ideolojik bir saldırı olarak kullanılmıştır. Özelleştirmelerle KİT'lerin tasfiye edilmesinin ardından, serbestleştirme adı altında tarım kesimi uluslararası tarım/gıda tekellerine açılarak yok edilme sürecine girilmiştir.
"Kambur" olarak sunulan KİT'ler
Türkiye'de özelleştirme saldırısını başlatanlar ulusal ekonominin etkinliğini yükseltmek, sermayeyi tabana yaymak ya da serbest piyasa sistemi oluşturmak gibi kendilerinin bile inanmadığı sözde gerekçeler ileri sürdüler. Ancak özelleştirmenin gerçek arka planını hiçbir zaman tartışma düzlemine getirmek istemediler.
Oysa özelleştirmeye yerli ve yabancı sermayenin açıkça dile getirilmeyen talepleri açısından bakıldığında, kimi noktaların öne çıktığı görülmektedir. Bunlardan birincisi, özelleştirme yoluyla sermayeye yeni değerlenme yani kar alanlarının açılması, ikinci ve oldukça görünür düzlemde kalan neden ise, özelleştirmenin sağladığı rantlardan doğrudan yararlanmanın iştah kabartıcı cazibesidir (Oyan, 1999).
Gerçekten Türkiye burjuvazisinin bir bölümü geleneksel olarak devleti rant-oluşumu ve servet birikimi için bir araç olarak kullanagelmiştir. Bu katmanlar, özelleştirme gündeme geldiğinde, bunu çok verimli bir kaynak aktarım mekanizması olarak algıladılar ve hızla özelleştirme lehinde çok etkili bir baskı grubu oluşturdular. Siyaset ve üst düzey bürokrasi çevreleriyle belli sermaye grupları arasındaki yakın bağlar sayesinde özelleştirme uygulamalarının büyük bir bölümü bu çevreler lehine bir rant-oluşumu ve kaynak transferi mekanizmasına dönüştü (Boratav, 1997).
Kamuoyuna birer "kambur" olarak sunulan KİT'lerin sorunlarını çözmede en etkili yolun, bunları "özelleştirmek" olduğu, 1980 başından beri tekelci sermaye, IMF ve Dünya Bankası raporlarında ve nihayet 24 Ocak Kararlarını alan ve onu izleyen hükümetlerin programlarında yer alıyordu (Sönmez, 1992).
12 Eylül 1980 darbesiyle birlikte bu programlar çerçevesinde emeğe saldırı politikaları başlatıldı. Amaç, sermayenin sömürü olanaklarına yeni katkıları yapmaktı.
TEKEL örneği
Bu saldırıdan payını ilk alan kurum TEKEL oldu. 1984'te TEKEL'e sigara ithalatı için izin verildi. 1986'da tütünde devlet tekeli, 1988'te Amerikan tipi tütün ithalat yasağı kaldırıldı.
1991'de bu konudaki son kısıtlamalar da yürürlükten kaldırılarak yerli ve yabancı gerçek ve tüzel kişilere yurt içinde tütün mamulleri üretme hakkı verildi. 1992 yılında Philip Morris-Sabancı ortaklığı (Philsa) ve 1993'te ise R. J. Reynolds Torbalı'da sigara fabrikalarını kurarak üretime başladılar.
1985'te TEKEL'in piyasaya sunduğu 68 bin ton sigaranın yalnızca 6 bin tonunu yabancı ithal markalı sigaralar oluşturuyordu. Yabancı markalı sigaraların payı 1995'te yüzde 18' e, 1999'da yüzde 30'a yükseldi.
1999'da 3.8 milyar dolarlık sigara pazarının yüzde 30'unu iki çokuluslu sigara tekeli (Philip Morris ve R. J. Reynolds) kontrol ediyor. 1995-99 yılları arasında TEKEL üretimi sigaraların tüketiminin yalnızca yüzde 2.3 artmasına karşılık yabancı tekellerce üretilen sigaraların tüketimi yüzde 100'ün üzerinde arttı.
TEKEL'in ürettiği sigaraların yüzde 58'i yerli, yüzde 42'si Amerikan harmanlı sigaralardan oluşuyor. 1991-99 döneminde TEKEL'in sigara üretiminde kullanıldığı yerli tütün miktarı 80 bin tondan 42 bin tona düştü. Buna karşılık 1988-99 döneminde kullandığı yabancı tütün miktarı 1500 tondan 40 bin tona yükseldi.
Bu rakam iki özel fabrikanın ithalatıyla 70 bin tona ulaşıyor. Günümüzde Türkiye'de içilen her on sigaradan altısını Amerikan harmanlı sigaralar oluşturuyor.
Philip Morris'in Tütün Yasası
IMF'ye verilen 18 Aralık 2000 tarihli üçüncü ek niyet mektubunda "TEKEL'in işleme birimlerinin Özelleştirme İdaresi Başkanlığı (ÖİB) portföyüne devredileceği" belirtilmesine karşın, 30 Ocak 2001 tarihli dördüncü ek niyet mektubunda "yalnızca tütün işleme birimleri yerine, TEKEL'in kendisinin Özelleştirme İdaresi'ne devredileceği" taahhüt edildi. Bu çerçevede 5 Şubat 2001 tarihli Özelleştirme Yüksel Kurulu (ÖYK) Kararı ile TEKEL "Özelleştirilme işlemleri 3 yıl içerisinde tamamlanmak üzere" ÖİB'ye devredildi.
Öte yandan 6 Ocak 2001 tarihinde çıkarılan yasa ile TEKEL'in alkollü içki üretim ve dağıtımındaki 136 yıllık denetimine son verildi. Yasaya göre, yılda en az bir milyon litre üretim ve ithalat miktarına ulaşan firmalar, bu etkinliklerini yürütmek ve fiyat belirlemekte serbest olacaklar. Böylelikle sıra Türkiye tütüncülüğünü çökertmek için Philip Morris tarafından hazırlanan Tütün Yasasına geldi.
Uluslararası mali kuruluşlara verilen taahhütlerde geçen ifade ile "tütün sektörünü serbestleştiren, tütünde destekleme alımlarını ortadan kaldıran ve TEKEL'in varlıklarının satışına izin veren" Tütün Yasası 3 Ocak 2002'de kabul edildi (Böylece yerli tütün üretimi ve ulusal tütün TEKEL'inin tasfiye edilmesinin önü açılırken, tüm tütün ve mamulleri piyasası Philip Morris-Sabancı, Japan Tobacco Int. (R. J. Reynolds) ve BAT-Koç ortaklıklarının egemenliğine devredilmiş oldu).
Çay'da özelleştirme
1980'lerde özel sektöre açılan bir başka alan çay üretimi oldu. Çayda kalite ve ihracatın artacağı söylemleriyle 1984'te çayda devlet tekeli kaldırılarak çay alımı, işleme ve satışı yerli ve yabancı sermayeye açıldı. Özel sektöre yatırım yapması için önemli teşvikler sağlandı.
Özelleştirmeyi izleyen 10 yıl içerisinde yüzde 65'i atölye ya da değirmen düzeyinde olmak üzere özel sektörce 263 adet çay işleme tesisi kuruldu. Kurulu kapasitenin yüzde 60'ı özel sektörün eline geçti.
Ancak özel sektör gerek yaş çay alımında gerekse işlemede kaliteye özen göstermedi. Satın aldığı yaş çay bedelini yıllarca ödemeyerek üreticiyi perişan etti. Düşük maliyetlerle ürettiği kalitesiz çayı ancak ÇAYKUR'un paketlerini taklit ederek, yüksek indirim oranlarıyla piyasaya sunabildi.
Günümüzde bu tesislerin ancak yarısı üretimini sürdürebiliyor ve yerlerini hızla büyük sermaye gruplarına bırakıyorlar. Lipton markasıyla piyasaya güren çokuluslu gıda tekeli Unilever, yerli çayı yabancı kökenli çaylarla harmanlayarak pazarlıyor. Teekane firması Seylan çayını İzmir'deki Fabrikasında işleyerek Sir Winston Tea markasıyla iç pazara girmeye hazırlıyor. Bu yöntemi uygulayan şirketlerin iç pazardaki payı yüzde 25-30'a ulaştı.
Çay tüketiminde ilk beşte
Yılda 150-160 bin tonluk çay tüketimiyle Türkiye, dünyada en çok çay tüketilen ilk beş ülke arasında yer alan dev bir çay pazarı. Bu nedenle yerli ve yabancı sermaye grupları, sektördeki kamu kuruluşu ÇAYKUR'u önlerinde en büyük engel olarak görüyorlar.
ÇAYKUR'a ait çay fabrikalarının 2001 yılından itibaren özelleştireceği IMF ve Dünya Bankası'na taahhüt edildi. ÇAYKUR'un özelleştirilmesiyle Türkiye, başka ülkelerin çay pazarı haline gelecek, piyasa daha kalitesiz çaylara terk edilecektir.
Kurumun uluslararası tekeller ya da yerli ortaklıkların eline geçmesi durumunda ise, çayda önemli bir pazar olan Türkiye'de yerli çay satılamaz hale gelecek, Karadeniz'de çay tarımı ve sanayi tasfiye edilecektir.
Tohumda özelleştirme
1980 öncesi tohumculuk devlet tekelindeydi ve tohum fiyatları devletçe belirleniyordu. 1982 yılında tohumluk fiyatları serbest bırakıldı. 1984'te Dünya Bankası'yla yapılan ikraz anlaşması uyarınca, bir yandan tohumluk ithalatının serbest bırakılmasıyla bu alan tümüyle yerli ve yabancı sermayeye açılırken, öte yandan konu ile görevli kamu kuruluşu TİGEM'in işlevleri aşındırıldı ve kurumun işlevleri çokuluslu tekeller temelinde özel sektöre devredilmeye başlandı.
Günümüzde sayıları 120'yi bulan çeşitli boyuttaki yerli ve yabancı sermayeli tohumculuk şirketi Türkiye'de etkinliğini sürdürüyor. Sebze, patates, hibrit ayçiçeği, ve hibrit mısır tohumluklarının hemen hemen tümü bu şirketlerce karşılanıyor.
Çokuluslu tohum tekellerinin açık pazarı haline getirilen Türkiye şimdi TİGEM'i tümüyle tasfiye etmeye hazırlanıyor. TİGEM'e bağlı 20 işletmenin özel sektörle ortak üretim yapmasını içeren proje Ekim 2000'de yürürlüğe kondu. Buna göre TİGEM, özel sektörle yüzde 15-50 arasında ortaklık payına sahip olacağı anonim şirketler kuracak, işletmenin tesis ve varlıkları en az 10 yıllığına bu şirkete kiralanacak. Koç-Ata Grubu, Sabancı'nın tohumculuk şirketi olan Sapeksa ve Bahçıvan Gıda bu uygulamada geç bile kalındığını belirtiyorlar.
Daha özelleştirme duyurusu çıkmadan ABD, Almanya, İsrail, Fransa ve Japonya'daki şirketler, bu konuda görüşmeler yapmış, ABD'nin Ankara Büyükelçisi ise TİGEM'lerle özel olarak ilgilenmişti.
4046 sayılı Özelleştirme Yasasına tabi olmayan TİGEM, hile yoluna sapılarak ortaklık adı altında özelleştirilmek istenmekte, TİGEM işletmelerini yerli ve yabancı tarım-hayvancılık tekellerine peşkeş çekmeye hazırlanan hükümet ise "bu uygulamanın bir özelleştirme olmadığını, şirketleşme ile TİGEM'e kaynak ve teknoloji transferi olacağı, verimliliğin artacağını" ileri sürmektedir.
Bu arada TİGEM, 4 İşletme (Acıpayam, Dalaman, Göle ve Kazova İşletmeleri) için teklifleri karlı bularak Eylül 2001'de Yüksek Planlama Kurulu'nun onayına sundu.
Gübreye serbestlik, TZDK'nin özelleştirilmesi
Bu süreçte işlevsizleştirilen kurumlardan birisi de TZDK oldu. Tarımla ilgili her türlü makine, araç ve gereçler ile diğer girdileri sağlamak ve dağıtmak ile görevli kurum, 1975-86 döneminde kimyasal gübre gereksiniminin yüzde 86'sını tek başına sağlıyordu. Dünya Bankası'yla yapılan tarım sektörü uyum kredisi çerçevesinde 1986 yılında gübre sağlama ve dağıtımı serbest bırakıldı.
Aynı şekilde, bu kararın ardından kurumun işlevleri aşındırılarak, kurumun pazar payı kısa sürede yüzde 15'in altına, 1993'ten sonra da yok denecek bir düzeye indirildi. Tekellerin ithalat ve üretimle bu alana girmesiyle, bilinçli bir yatırım dışı bırakma politikasına uğrayan kurum, giderek küçüldü ve birçok bölümü tasfiye edildi.
TZDK'de Eylül 1998'de başlatılan özelleştirme sürecinde, kurumun depo, lojman ve arsaları satıldı ya da devredildi. Dünya Bankasıyla Mayıs 2000'de yapılan ikraz anlaşmasında kurumun tüm varlıklarının tasfiye edileceği taahhüdüne uyularak, traktör ve tarım makineleri işletmesi Eylül 2000 sonunda özelleştirildi.
Gübrede yüzde 35-40 İthalat
Bitkisel üretimde verimliliği etkileyen öğelerin başında gelen kimyasal gübrede, Türkiye'de zaten yetersiz olan üretimde son yıllarda artış yerine azalışlar yaşanmaktadır. 1995-98 döneminde üretim yıllık 3.8 milyon ton dolayında gerçekleşmiş, tüketimin yüzde 35-45'i ithalatla karşılanmıştır.
Birim alana gübre tüketimi 85 kg/ha dolayında olup, bu miktar Pakistan, Yunanistan ve Bangladeş'in bile altındadır. Toplam 5.8 milyon ton olan kurulu kapasitenin yüzde 42'si kamu, yüzde 58'i özel sektör kuruluşlarına aittir. Buna koşut olarak üretimde kamunun payı yüzde 37, özel sektörünki ise yüzde 63 dolayındadır.
Sektörün en büyük kuruluşları üretimde yüzde 30'luk paylarıyla bir kamu kuruluşu olan Türkiye Gübre Sanayi A.Ş. (TÜGSAŞ) ve Tekfen Holding'in büyük hissesine sahip olduğu Toros Gübre'dir. İthalatın yarıya yakın bölümü Toros Gübre ya da Tekfen Holding'in kontrolündeki şirketlerce yapılmaktadır.
Sektörde toplam üretimin yüzde 35-40'lık bölümünü sağlayan kamu kuruluşları (TÜGSAŞ ve İGSAŞ), gübre fiyatlarını düzenleyici bir rol oynamakta, böylece gübre tekellerinin aralarında anlaşarak fiyat karteli oluşturmalarını engellemektedir. Bu nedenle de özel gübre tekelleri, bu kuruluşların sektörün ayak bağı olduğunu ve özelleştirilmeleri gerektiğini belirtmektedir.
Tarımda yapılandırma
1990'lı yıllarda "tarım yeniden yapılandırma" adı altında sürdürülen özelleştirme saldırısı TÜGSAŞ ve İGSAŞ'ı da hedef almış, bu kuruluşlar Ağustos 1998'de özelleştirme programına alınmıştır. Eylül 2000'de yapılan özelleştirme ihalesinde İGSAŞ ile TÜGSAŞ'ın en büyük kuruluşu olan Gemlik Gübre'ye yüksek teklifi Toros Gübre vermiştir.
Bu kuruluşların Toros Gübreye geçmesi halinde, şirketin kurulu kapasitedeki payı yüzde 46'yı, üretimdeki payı ise yüzde 50'yi aşıyordu. İthalatın yarısına yakın bölümünü de Toros Gübre'nin yaptığı göz önüne alındığında, söz konusu şirke gübre piyasasını tek başına yönlendirilebilecek bir güce ulaşıyordu.
Petrol-İş ve emek örgütlerinin başarısı
Gemlik Gübre ve İGSAŞ'ın özelleştirilmelerine karşı başta Petrol-İş olmak üzere çeşitli emek örgütlerinin gösterdiği tepkiler hedefini bulmuş, oligopol piyasanın egemen olduğu bu sektörde özelleştirme ihalelerinden birisi ÖİB, diğeri ise Rekabet Kurulu tarafından -şimdilik- iptal edilmiştir.
Süt ürünlerinde özelleştirme
Hayvancılık sektörü ile doğrudan ilişkili üç KİT (Süt Endüstrisi Kurumu -SEK, EBK, YEMSAN) Mayıs 1992'de özelleştirme kapsamına alındı. Pazar paylarının düşük olmasına karşın bu KİT'ler hem müdahale alımları ile fiyat oluşturma, hem de pazarda istikrarı sağlama gibi işlevlere sahiptirler.
Örneğin SEK işletmelerinin başta Koç Grubu olmak üzere tekelci sermayeye haraç mezat satışının ardından pastörize süt fiyatları yüzde 150 artmıştır.
Özelleştirme öncesi süt ve süt ürünleri sanayiinde kurulu kapasitenin yüzde 27.4'üne sahip olan SEK; Pınar, Mis gibi özel sektör kuruluşları ile görece rekabet edebiliyor ve özel sektörün bu alandaki tekelleşmesini zayıflatıyordu.
SEK'e ait 32 işletme 1995 yılı içerisinde özelleştirildi. Bu kapsamda 1.8 trilyona satılan SEK isim hakkı ve İstanbul İşletmesinin yalnızca arazisine özelleştirmeden yalnızca 18 ay sonra 18 trilyon lira teklif edildi. Bu işletmenin yüzde 72 hissesi halen Koç Holding'in (Fransız Sodial firması ile birlikte) elinde.
SEK'in 4 adet işletmesini Tekfen Grubuna bağlı Mis Süt aldı. Mis Süt 1996'dan başlayarak dünyanın en büyük gıda şirketi Nestlé'ye devredildi. Bu işletmelerin tümünü "üç yıl süreyle çalıştıracakları" taahhüdüne karşın "düşük kapasiteli oldukları" gerekçesiyle kapatıldı.
Zaten satın alanların amacı bu fabrikaları işletmek değil, kuruldukları arazilerde artmış olan toprak rantını toplamak ve bu alandaki kamu üretimini yok etmek idi. SEK işletmelerini alanlar arasında Aytaç ve Tikveşli de bulunuyordu. Tikveşli halen Sabancı-Danone ortaklığı olan Danonesa'ya ait.
Süt sektöründe 6 tekel
Süt ve süt ürünleri sektörü günümüzde altı büyük tekel tarafından yönlendiriliyor. Bunlar; Pınar Süt (Yaşar Holding), Mis Süt (Nestlé), SEK (Koç Holding), Danonesa-Tikveşli (Sabancı Holding), Ülker ve Sütaş'tır.
SEK işletmelerinin haraç mezat satılmasıyla, süt fiyatları bu 5-6 firmadan oluşan kartel tarafından belirlenir hale geldi. Üreticinin eline geçen fiyat maliyeti bile karşılaşmazken, kartel sütü çiftçiye ödediğinin 5.5-6 katı fiyatlarla tüketiciye satmakta. Süt piyasasında milyonarca üretici ve tüketicinin yazgısını artık bir avuç firmanın oluşturduğu kartel belirliyor.
Et ve et mamulleri
1990'lı yılların başında et ve et mamulleri üretiminde yüzde 16'lık bir pazar payına sahip olan EBK'nin 28 kombinasından 12'si 1995, 4'ü 2000 yılında çok düşük -arsa bedellerinin bile altında kalan- fiyatlarla özel sektöre devredildi. 1995'te özelleştirilen 12 EBK kombinasından 9'u ekonomi dışında kaldı.
Özelleştirme öncesi yılda 14 bin ton olan üretimleri 1.3 bin tona düştü. Özelleştirilen işletmelerin borç ve yükümlülükleri EBK'ye kalırken, üzerinde kurulduğu alanlar "rant beklentisi" nedeniyle arsaya dönüştürüldü. Ankara Kombinasının özelleştirme serüveni, EBK işletmelerinin nasıl "spekülasyon aracı" olduğuna ilişkin çok çarpıcı bir örnek oluşturuyor.
Ankara/Yenimahalle'de 100 dekar arsa üzerinde kurulu EBK kombinası Gimat Kooperatifine satıldı. Arsanın tapusu alındıktan sonra kooperatif dağıtılıp anonim şirket kuruldu.
Şirket arsanın yarısını yıllığı 10.5 milyon dolardan Koç Holding'e ait Migros'a kiraladı. Bugün kombina arasında 100 işyerinden oluşan alışveriş merkezi bulunuyor. Bunlardan 70'i Gimat tarafından yıllığı 15 milyon dolara kiralandı. Arsanın diğer yarısı ise sağlık, spor ve eğlence merkezi kurulmak üzere 100 milyon dolara bir Alman şirketine devredildi.
7 simide bir metre kare arsa
KİGEM'in yaptığı araştırmaya göre, EBK'nin 1995 yılında özelleştirilen 11 kombinasının arazisi üzerindeki bina, makine ve teçhizat vb. ile birlikte m2'si yarım kg kuşbaşı fiyatına satılmıştır. Bu kombinaların satış değerlerinden çalışanlarına ödenen kıdem ve ihbar tazminatları düşüldüğünde, arsaların m2'si 7 adet simit fiyatına satılmış olmaktadır.
1990'ların başında 26 adet fabrikası ile karma yem piyasasında yüzde 11.5 paya sahip olan YEMSAN, 1989 yılından sonra bilinçli olarak zarar ettirildi. Önce kuruluşun ortak olduğu fabrikalardaki payları özel sektöre devredildi, daha sonra da (Mayıs 1992'de) özelleştirme kapsamına alındı.
1993-95 yılları arasında YEMSAN'a bağlı tüm üretim birimleri özelleştirildi ve devlet karma yem üretiminden çekildi. Özelleştirilen 26 fabrikadan 6'sının üretim faaliyeti satıldığı şirketler tarafından durduruldu.
YEMSAN fabrikalarının özelleştirilmesinde de büyük şirket ve holdingler paylarını aldılar. Bunlar arasında Zeytinoğlu Holding, Yılmaz Trans A.Ş., Hüsnü Özbey Ltd. bulunuyordu.
Şeker, şeker pancarı, tatlandırıcılar...
Türkiye'de yıllık ortalama 2 milyon ton dolayında olan şeker üretiminin yüzde 80'i bir kamu kuruluşu olan TŞFAŞ, yüzde 20'si ise özel şeker fabrikalarınca gerçekleştiriliyor. Toplam 29 şeker fabrikasından 26'sı TŞFAŞ'ye, 3'ü de özel sektöre ait.
Geçmiş yıllarda 1.9 milyon ton dolayında olan kayıtlı şeker tüketimi, sınır ticareti ya da kaçak yollardan şeker girişleri nedeniyle 1.7 milyon tona değin düştü. Bunda, şeker yerine yapay tatlandırıcı kullanımının artması da etkili oluyor.
Bir yandan pazar payı yüzde 10 dolayında olan Cargill,İznik Gölü kıyısındaki kaçak fabrikasında mısırdan tatlandırıcı üretimini sürdürürken, öte yandan 1998 yılından itibaren şekerpancarı üretiminde kota uygulanıyor.
2001 yılında şekerpancarı üretimi 1.2milyon ton şeker üretimine göre ayarlanacak. Yani 4-4.5 milyon dekar arasında değişen ekim alanları yüzde 40 dolayında daraltılacak.
IMF'ye verilen 18 Aralık 2000 tarihli üçüncü ek niyet mektubunda "TŞFAŞ'nin en az altı şeker fabrikasının özelleştirilmelerinin 2001 sonuna kadar tamamlanması amacıyla 20 Aralık 2000'e kadar ÖİB portföyüne transfer edileceği" taahhüt edildi.
Özelleştirme Yüksek Kurulu 20 Aralık 2000'de "TŞFAŞ'nin özelleştirme kapsamına alınarak hazırlık işlemlerinin 6 ay içerisinde tamamlanması" yönünde karar verdi.
3 milyon şeker pancarı üreticisi
20 Kasım 2001 tarihli ek niyet mektubunda TŞFAŞ özelleştirme planının yasamaya ilişkin gecikmeler nedeniyle 2001 yıl sonunun ötesine kalabileceği; 18 Ocak 2002 tarihli stand-by düzenlemesinde ise söz konusu planın Mayıs 2002 sonuna kadar kabul edileceği belirtildi.
Bu uygulama, aile bireyleriyle birlikte sayıları 3 milyonu aşan şekerpancarı ekicisini perişan edecek, Türkiye'yi şeker sektöründe dışa bağımlı duruma getirecektir.
Ormanlar orman dışı alanlara dönüşüyor
Özelleştirme adı altında yürütülen bu talan furyasından devlet ormanları da payına düşeni aldı. Türkiye'de ormanların, niteliğini yitirdiği gerekçesiyle orman alanı dışına çıkarılmasıyla gerçekleştirilen talan yıllardır süregeliyor.
Bu şekilde 19 bin kişi ve kuruluşa yaklaşık 9.6 milyon dekar devlet ormanı yasal düzenlemelerle devredilmiştir. Bu alan genel orman alanlarının yüzde 4.6'sını, verimli orman alanlarının ise yüzde 11'ini oluşturmaktadır.
Kamu yararı adı altında bedelsiz olarak yapılan orman tahsislerinden en çok yararlananlar ise -doğal olarak- büyük holdingler olmuştur. Bu çevrelerce oluşturulan vakıf üniversitelerine genellikle 1000 dekarın üstünde olmak üzere, rantı en yüksek yörelerdeki devlet ormanları tahsis edilmiştir.
Bu çerçevede Koç Üniversitesine 1900 dekar, Sabancı Üniversitesi'ne 930 dekar orman alanı verilmiştir. Ayrıca SEKA İzmit Fidanlığından 1600 dekar arazinin kuracakları otomotiv tesisi için Ford-Koç ortaklığına bedelsiz olarak tahsisi, Türkiye'deki orman yağmasının en çarpıcı örneklerinden birisidir.
Ormanlara el koyanlar ormanı koruma mücadelesi de veriyor
Orman sanayii alanında kuruculuk ve işletmecilik yapmak, gelişimine katkıda bulunmak amacıyla kurulan ORÜS işletmeleri, arsa bedellerinin bile çok altındaki fiyatlarla belirli kişilere peşkeş çekilmiştir. Örneğin, kent içerisinde 210 dekar arazi üzerinde kurulu bir ORÜS işletmesi -üç yıl öncesinin fiyatıyla- 21 milyar liraya satılmıştır.
Yalnızca 210 dekar arsanın bedeli Türkiye'nin her yerinde bunun 10 katıdır. Satışından bir gün sonra ihaleyi alan şirket tarafından 1.6 milyar liraya sigorta ettirilen ORÜS Vezirköprü İşletmesi 364 milyar liraya satılmıştır. ORÜS'e ait işletmelerin bir bölümü de holding ve büyük şirketlere (Artvin İmalat San. AŞ., Çelikler San. AŞ., Yılmaz Trans AŞ. gibi) satılmıştır. Bunlardan Düzce İşletmesinin bahçesi satın alan firma tarafından TIR parkı haline getirilmiştir.
Burjuvazi, her orman yangınında devletin ormanları koruyamadığını, ormanların özelleştirilmesi gerektiği söylemini yineliyor. Tekelci sermayenin en ileri gelenleri (Koç, Sabancı, Eczacıbaşı, Enka, Tekfen, Altınyıldız, Karaca gibi) tarafından kurulan çevreci bir örgütün (TEMA) yöneticileri de bunu destekliyor. Daha çarpıcı olanı ise bu ülkenin Anayasasının bile ormanların yağma edilmesine izin vermesi.
GAP bölgesinde uluslararası tekeller
Bugüne değin halkın kaynaklarından 14 milyar dolar harcanan GAP Bölgesinde, sulanması planlanan alanın yüzde 12'sinde sulu tarıma geçildi. Ancak GAP'ın yaratacağı değerlerden bölgedeki yoksul köylü ve tarım emekçilerinin yararlanabilme umutları giderek boşa çıkıyor.
Çünkü GAP uluslararası tarım-gıda tekellerince yağmalanıyor. Şimdiye dek 67 İsrail şirketi bölgede toprak satın almış durumda. İsrail dışında ABD, İngiltere, Fransa gibi bölgede çıkar ve egemenlik peşinde koşan ülkeler de bölgenin ekonomik potansiyeli ve stratejik konumundan yararlanmak için etkinliklerini sürdürüyorlar. İznik Gölü kıyısında mısır işletme tesisi kuran Cargill, GAP'ta mısır çiftliği oluşturuyor.
Bölgeye her geçen gün yabancılar kadar yerli sermayenin de ilgisi artıyor. Sabancı Holding'e ait şirketlerden Sapeksa Urfa'da satın aldığı çiftlikte bölgeye uygun tohum üretecek.
Koç Holding, Ata Grubu ile Harran'da GAP'ın en büyük besi çiftliğini kurdu, "sözleşmeli çiftçi" modeliyle bölgedeki yoksul köylüleri kendisine bağımlı hale getirerek daha kolay sömürecek.
Yaşar Holding'e bağlı şirketlerden Pınar, bölgede soğuk hava deposu satın aldı. Tikveşli Urfa'da damızlık süt sığırı işletmeciliği yapacak.
Ceylan Holding, Diyarbakır'da tekstil ve gıda yatırımına hazırlanıyor. Alarko, bölgede 4 milyar dolarlık tarımsal teknopark kurmayı düşünüyor. Toprak Holding, Lice'de yağ fabrikası kurdu. İslami sermaye de bunlardan geri kalmadı. Kombassan'ın Urfa'da pamuklu dokuma fabrikasının ardından Yimpaş, Diyarbakır'da otel, alışveriş merkezi ve hastaneden oluşan bir kompleks yapmayı planlıyor. Bölgenin feodallerinden Cevheri ailesi ise, Macar yatırımcılarla tarım aletleri fabrikası kurmaya hazırlanıyor.
Yukarıda yapılan açıklamalar, tarımsal KİT'lerin özelleştirilmesinden aslan payını Koç Holding'in aldığını ortaya koyuyor. 1995'te Rami toptancılarına satılan SEK isim hakkı ve İstanbul İşletmesinin yüzde 72 hissesi bugün Koç'un elinde.
Ankaralı iş adamlarının aldığı EBK Ankara Kombinası'nın arsasında günümüzde Koç Holding'e ait Migros yükseliyor. Türk Traktör'deki yüzde 33.7 ve Tat Konserve'deki yüzde 17.3'lük kamu payı yine Koç tarafından satın alındı.
Sarıyer-Mavromoloz Ormanı'nda 1900 dekar arazi üniversite, SEKA'ya ait İzmit Fidanlığı'ndan 1600 dekar arazi ise Ford-Koç ortaklığının kuracağı otomotiv sanayi için yine Koç'a tahsis edildi.
Koç'un tarımdaki son yatırımı ise GAP'ta. Koç Holding' in Ata Grubuyla Harran'da kurduğu besi çiftliğinde uygulayacağı "sözleşmeli çiftçilik" modeli, bölgenin üretim ilişkilerinde köklü (!) bir değişime yol açacak. GAP'taki tarım emekçileri, bundan böyle feodallerin değil Koç'un "marabası" olacaklar. (NO/NM)